Ana Sayfa Neden?  Haberler Linkler Kitaplar İlanlar Makaleler Tartışma Katkıda Bulunanlar

AYBAR
İNADINA MARKSİZM

,

1965 TİP Taksim Mitingi

.

Eşi Siret Hanım,
Aziz Nesin ve
Akın Birdal
ile

.

Abidin Dino ile

I- NEDEN AYBAR

ÇÜNKÜ:

Alev ATEŞ

İnadına adlı bu ekran gazetesi için Aybar'ı anma yazısı yazarken, yazının boyutlarını kısa tutmayı ve tartışılan bazı yönleri ile, bilim ve eylem adamının hem yaşamından kesitler vermeyi hem de görüşlerini özet olarak bile sayılmayacak kısalıkta anlatmayı düşünmüştüm. 

Ancak bu arada, Sayın Cihat SARGIN'ın (en azından bizim gibiler için adeta yüzyıllardır) beklenen "TİP" kitabı çıkınca, AYBAR'ı anlatım işinin kısa tutulamayacağını bir kez daha anladım.

(Ehrenburg, bir Rus atasözünü değiştirerek "iyi komünistlerin otobiyografisi olmaz" diyor. ya da bir başka deyişle "İnsanın tek gerçek biyografisi mezar taşına yazılı olandır" da denilebilir. Bunlar birleştirilince, gene bütün yollar gibi Marx'ın şu cümlesini cımbızlayabiliriz: "Bütün ölü kuşakların mirası yaşayanların beyinleri üzerinde büyük bir yük olur".

Aybar'ın en büyük günahlarından (!) birisi olarak "bağımsızlıkçı" karakteri gösterilir. O denli bağımsızlıkçıdır ki, tüzüğünü programını kendi elleriyle yazdığı TİP'i şu temele oturtması "Ana Suç" kabul edilmiştir. "56 yıllık mazisi olan Türkiye Sosyalizm hareketinin tarihi planda bir devamı saymak elbette doğrudur. Fakat bu tarihi teselsülü (zincir gibi uzamak) organik bir teselsül olarak değerlendirmek... herhalde yanlıştır... eski sosyalist partiler hata ve sevaplarıyla devirlerini kapamışlardır. Bunlar memleketimizin bugüne göre çok değişik olan şartları içinde faaliyet göstermişlerdir. Başarıları da başarısızlıkları da artık tarihe mal olmuştur."

20. yüzyılın en önemli Marksistlerinden olan Mandel’in bir sözünü hiç unutmamak gerekir bence. “Her gerçek Marksist’in kalbinde insana inanç yatar; bu inanç olmasaydı tüm devrimci eylem anlamsız olurdu.” Gerçekten de bu “insan” inancı, Marx’ın öğretisinde işçi sınıfına olan inançla özdeştir. Proleteryanın yalnız kendisi için değil “hepimizin” özgürlüğü için iktidarı istediği tek gerçektir. Bu nedenle Marksizm “özgürleştiricidir”, salt “ekonom-politik tekniği” değildir. Aybar’ın Marx’a dönmek gerekir diyerek 1960’lardan itibaren anlatmaya çalıştığı şeyin özeti budur.

 Elbette alıntılarla dolu,dipnotlarla “mücehhez” bir anma yazısı beklentisi içinde olmamak gerekir. Aybar üzerine bir inceleme hazırlıyoruz. Ve de tartışmaya açacağız. Her ne kadar geçmişteki partilerin, yapılanmaların günümüz sosyalistleri için yol gösterici olmaktan çıkarılıp, ayak bağı haline sokulduğunu tespit etmiş olsak da , günümüz için oluşturacağımız kurgunun, geçmişi azımsayıp- küçümseyerek oluşturamayacağını da bildiğimizden , geçmişe bakışımızı kişisel boyutlarda değil ama teorik düzeyde tutmamızda yarar görmekteyim.

 1970’de de Türkiye İşçi Partisini çökerten görüşlerin, 10 yıl sonra tüm dünya sosyalist hareketini çöktürüşünü kişisel hatalarla açıklamaya “ben-sen” parantezi ile ifade etmeye imkan yoktur. Öte yandan “bu çöküşten kimse kendine pay çıkarmasın.” demenin de ayıp örtmeye yaramaktan başka güzelliği yoktur. Yeni sosyalizm yapılanmaları da bu doğrultuda olmak zorundadır. Kendisini eleştirmeyi bilmeyen bir sistemin kendini ifade etmesi de olanaksızdır. Bunu galiba günümüz içinde de en iyi ifade eden  de gene sosyalist partimizin genel başkanı olmakta: “Geçmişe bağlı ama geçmişten ayrı”.

 II- İnadına Marksizm


BAĞIMSIZLIK

Politika içinde yoğrulmuş birisi Mehmet Ali Aybar. Tüm çocukluğu politika tartışmaları içinde geçmiş. "Dedemi, Abdülhamit Konya'ya sürmüş. Babam da Paris'e kaçmış. Yıllar sonra, Hareket Ordusu ile İstanbul'a giren dedem, Abdülhamit'i tahtan indiren heyette görev alacaktır. Ben dedemi Ayan Meclisi üyesi olarak hatırlarım. Daha sonra, yani müterekede Nemrut Mustafa Harp Divanında idam istemi ile yargılanırken hatırlarım. Önce babam sonra dedem Anadolu'ya geçmişlerdi. Kendimi bildim bileli politikanın içinde yuvarlanmışımdır. Ailemizin bir kanadı İttihatçı, öteki kanadı İtilafçı idi... Babam Anadolu'ya geçince biz Mütarekenin karanlık İstanbul'unda yapayalnız kalmıştık...çocukluğum kimi zaman kırgınlıklara yol açan sert politika tartışmalarının yapıldığı bir aile içinde geçti. Sonraları hukuk öğrencisi olarak ve devletler hukuku doçenti olarak politika ile uğraşmak mesleğim oldu. Politika teorileri öğrettim ; politik yazılar yazdım. Ama politika düşünmek ile politikacı olmak başka şeyler ." Gene Aybar'ın kendisinin de aktardığı bir temel yapı taşının oluşumunu başka bir kaynak şöyle aktarıyor: "Bir anımı aktaracağım. 66 kongresinden ve merkezin Ankara'ya naklinden sonra olmalı...Tam nedenini anımsamıyorum ; ...6.filonun limanlarımıza gelişi veya Amerikalılara karşı pasif direniş kampanyasından söz açılmıştı galiba. Aybar. 'Ben İtilaf donanmasının gelişini, topları saraya çevrili Boğaza demir atışlarını gördüm, İstanbul'u zaptedişlerini gördüm; ...sizler çoğunuz o zaman henüz yoktunuz, dünyaya gelmemiştiniz, bilmeyebilirsiniz. Bense işgalin, istiklalini kaybetmenin ne demek olduğunu yaşadım biliyorum'. 

Bu alıntıyı yapmamın nedeni, Aybar'ın , Ulusal bağımsızlık konusunda ne denli hassas olduğunu ve bunu düşüncelerinin temel taşı haline getirmiş olmasını anlatabilmek içindir. Bu önemlidir, zira bu bağımsızlıkçılık temeline oturtulan düşünce, TİP Genel Başkanlığı ile başlayan "politikacılık" yaşamının da, dolayısıyla tüzüğünü, programını kendi eliyle hazırladığı TİP'in de temel karakteristiğini oluşturacaktır. Daha sonraları karşıtları tarafından anlamsız çarpıtmalarla bu bağımsızlık anlayışı "enternasyonalist" anlayışın karşıtlığıymış gibi sündürülmeye çalışılacaktır . Fakat bu saptırmaya daha ilerde değinmek üzere Aybar'ın şu cümlesiyle bağımsızlıktan ne anladığını vurgulamakta yarar var. "Verdiğimiz savaşın adı: Bağımsızlık Savaşı, Kurtuluş savaşı idi. Kimden kurtulacaktık ? Kimlerden bağımsız olacaktık ? Emperyalizmden ve kapitalizmden. Bu açık açık söyleniyordu. Atatürk ayrıca, yaşamak, kurtulmak için çalışan, çalışmak zorunda olan emekçi bir halk olduğumuzu vurguladıktan sonra çalışmadan yaşamak isteyenlerin toplumumuzda yeri olmadığını söylüyor ve halkçılık toplumun düzenini emeğe dayandıran bir doktrindir diyordu." Aybar'a göre 1. Meclis çok çeşitli görüşten kişilerin (en kaba çizgiyle 1. ve 2. Gruplar) bir araya gelmeleri ile oluşmasına karşın temel ortak nokta tam bağımsızlıktır. Ve Mustafa Kemal bunu en iyi şu şekilde açıklamaktadır Aybar'a göre ; "Alim, cahil, milletin bütün fertleri, hepsi belki işin içindeki güçleri iyice kavramadıkça bugün yalnız bir nokta etrafında toplanma ve sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta tam bağımsızlığın sağlanması ve sindirilmesidir. 
Tam bağımsızlık demek, elbette, politika, maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık, tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlıktan yoksunluğu demektir.
Biz bunu sağlamadan ve elde etmeden barışa ve esenliğe erişemeyeceğimiz kanısındayız."
(13 Haziran 1921, Franklin Borulleri'le konuşma). 1922 yılı bütçe görüşmelerinde de : " Mali istiklalin korunması için birinci şart bütçenin iktisadi bünye ile mütenasip ve mütevazi olmasıdır.Binaenaleyh, bünye-i devleti yaşatmak için, dışarıya başvurmaksızın memleketin gelir kaynakları ile idare, çare ve tedbirlerini bulmak lazım ve mümkündür." Aybar,  Mustafa Kemal'in İzmir İktisat kongresine kadar geçen süre içinde "sosyal gerçekleri" değişik biçimde değerlendirmeye başladığını , gene sınıfların varlığını kabul etmekle birlikte değerlendirmesinin artık 1920 'lerin bakışıyla yapmadığının altını çizmektedir. İzmir iktisat kongresinde yabancı sermayeyi yurda davet etmesini, sınıfların birbiriyle çatışan değil birbirine lazım olan sınıflar olarak değerlendirmesi, bağımsızlığını bütüncüllüğü konusundaki dönüşümün göstergeleri olarak çizilmektedir.  Üstelik Aybar'a göre bu dönüşüm özellikle uluslararası ilişkilerde başarısız adımların atılmaya başlamasının ilk aşamasıdır. Zira "Politika gerçeğe dayanır. Önce gerçek kabul edilir ; sonra belirli bir açıdan (ulus çıkarları ya da sınıf çıkarları açısından) bu gerçek değerlendirilir, yorumlanır. Gerçek yadsınarak politika yapılmaz." Ancak Atatürk'ün ölümüne kadar geçen devre içinde Türkiye'nin bağımsız bir dış politika izlediğinin altını çizen Aybar 'ın bağımsızlık bağlamında önemle üzerinde durduğu konulardan birisi de SSCB ile olan ilişkilerdir. Zira bu ilişkiler ve yapılan anlaşmalar aslında hem Türkiye'de hem de SSCB 'de ki toplumsal gelişmelerin ve bağımsızlık anlayışı ile enternasyonalist tutum ve tavırların nasıl değiştiğinin de göstergesidir. 

 Aybar bu anlaşmanın değerlendirmesine şöyle devam etmektedir : Böylece Sovyetler Birliğindeki sosyalist hareketle ulusal kurtuluş hareketlerinin birbirine bağlı olduğu konusu bir anlaşma metnin de sanıyorum ilk kez vurgulanıyordu. Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkileri sürdürülmesi Atatürk dış politikasının başlıca ilkesi olmuştur. 1921 de imzalanan anlaşma 1925 'de yenilenmiş, 1931 'de iki yıl, 1935 'de on yıl uzatılmıştır." 
Ne var ki siyasal bağımsızlık, ekonomi ve maliyede bağımsızlığa yönelik adımlar atılmadan sonsuza dek korunamazdı. Bu da ekonomide yeni görüşlerin yeni uygulamaların bilinmesini , yakından izlenmesini gerektiriyordu. Oysa 1930 lar Türkiye'sinde sorunlara genellikle ideolojik açıdan bakılmaya, kökleri İttihat Terakki'nin "Ulusal Burjuva" yaratma sevdasına kadar dayanan yapılanma ile yürütülmeye çalışılıyordu. Bütün çözümler tepeden inme buyruklarla aranıyordu. Ama bu şef sistemlerinin bilançosu olumlu olmuyordu. Sovyetlerden özenilerek hazırlanan 5 yıllık planlar uygulanmaya çalışılıyor ancak geri kalmışlık çemberini kırmaya yarayacak akılcılıktan ve tutarlılıktan yoksun bu planlar siyasal bağımsızlığının korunması için gerekli maddesel temelleri oluşturamıyordu. Atatürk'ün ölümünden bir yıl öncesi Fransa ve İngiltere ile ittifak görüşmelerine başlanmıştı bile.Nitekim, bu gelişmeler SSCB'yi de tedirgin etmekteydi. 1941 de Hitler Almanya'sı ile dostluk anlaşması imzalıyorduk. Öte yandan Ribentrof 'la Molotof Alman-Sovyet dostluk anlaşmasını imzalıyor ve Polonya fiilen bölünüyordu. Bu dönem yaşanan savaş ve sonunda ki sürecin değerlendirmesini yapan Aybar, "Kurtuluş Savaşı Türkiye" si olarak nitelendirdiği dönemin 1939 dan itibaren bittiğini, İnönü'nün ise adım adım Türkiye'yi batıya kesin "bağlamak" için çeşitli manevralar yaptığını söylemektedir. Bunlardan en önemlisi "TAN" matbaa ve gazetesinin CHP 'liler tarafından yakılmasıdır. İnönü bütün bağımsızlıkçı sesleri kesmek niyetindedir. Savaş sonrasında Avurpa'nın yarısının sosyalist blok içinde yer alması ABD emperyalizminin çıkarlarını yakından tehdit etmeye başlayınca bu ilerlemeyi durdurmak isteyen ABD 1947 'de Türkiye'de de büyük sevinçle karşılanan "Truman Doktrinini" ilan etmiş ve Yunanistan ile Türkiye'ye askeri ve ekonomik yardımda bulunacağını açıklamıştır. Bu emperyalist gelişim sonucunda 4 Temmuz 1947 de ilk ikili anlaşmalar imzalanmış ve Aybar'a göre "Kurtuluş Savaşı Türkiye" sinin bağımsızlık politikaları noktalanmıştır. 
Aybar 1946-47 döneminde İstanbul'da HÜR adlı bir dergi çıkarttı. Bu derginin basıldığı matbaa CHP'li gençler tarafından basıldı, sıkıyönetim derginin yayınını yasakladı. Bunun üzerine Aybar İzmir'e giderek ZİNCİRLİ HÜRRİYET adlı bir dergi çıkarttı. Bu dergide Truman Doktrinine, Marshall planına ve ABD ile imzalanmış olan ikili anlaşmalara karşı çıktı, bağımsızlığı savundu. İzmir'de de, yine CHP'li gençler matbaayı basarak dergileri Konak Meydanı'nda yaktılar.

SOSYALİZM VE BAĞIMSIZLIK: "MADALYONUN İKİ YÜZÜ"


Ancak bu gelişmeler Aybar'ın 1947 yılından beri söylediği bir şeyi daha doğruluyordu. Ulusal bağımsızlık sorunu işçilerin öncülüğünde verilecek iktidar mücadelesi perspektifinden ayrılamazdı. Şöyle belirtiyordu bunu : "O günlerde hepimiz bağımsızlığı Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez temel ilkesi sayıyorduk. Türkiye'ye özgü Sosyalizm, Kurtuluş savaşımızın mirascısıydı. Marksizmin Kurtuluş savaşı Türkiye'sinin tarihsel gerçeklerine göre yorumuydu. Ulusal bağımsızlık bizim için Türkiye Sosyalizminin vazgeçilmez bir ögesiydi.", "...Geri kalmış bir ülke olan Türkiye'de komprodor kapitalizmi ilişkileri kökünden değiştirilmedikçe tam bağımsızlığa kavuşulması katiyyen mümkün değildir...İlk milli kurtuluş savaşını zafere götüren fakat insanca bir hayata gene de ulaşamayan işçiler, köylüler tüm emekçiler iyice anlamalıdır ki bu sefer sömürü düzeni tümden değişecektir." Bütün bunların becerilebilmesi içinde gerçek devrimci eylem demek olan kitleler içinde derinlemesine çalışma yapmak zorunludur. Eylem; "kitlelerin bilinçli siyasal bir güç olarak davranmalarını sağlayacak ön çabalarla, halk kitlelerinin bizzat etkin hale gelmesini sağlayan bir kavramdır." 

BAĞIMSIZLIK 
VE 
ENTERNASYONALİZM


Elbette bağımsızlığı Türkiye Sosyalizmi anlayışının inşasında en önemli gösterge olarak ele alan Aybar'ın, Enternasyonalizm anlayışı da bu doğrultudadır. Özellikle uluslar arası ilişkilerde bağımsızlık, içişlerine karışmamak gibi temel ölçütler enternasyonalist "dayanışma" gibi kılıflarla bir kenara kesinlikle itilmemelidir. Nitekim gelişmeler gerçekten de bu doğrultudadır. Polonya, Doğu Almanya, Yugoslavya, yeniden D.Almanya, Macaristan, Çekoslovakya, Çin'le ilişkiler, Afganistan olayları sosyalist blok içinde de büyük anlaşmazlıkların olduğunun göstergesiydi. Gerçi Sovyet taraftarları için tankların başka sosyalist ülkelere girmesi, başka ülkeleri Kızılordu'nun işgalinin geçerli ve uluslar arası sosyalist dayanışmanın zorunlu ve kaçınılmaz sonucu olduğu söylense de bu tür bir "dayanışma" anlayışının tüm dünya emekçilerinin gözünde sosyalizmin aleyhine puanlar olarak yazıldığı çok açıktır. Aybar şöyle söylemektedir bu konuda : "Hiçbir gerekçe bir sosyalist devletin bir başka sosyalist devletin içişlerine karışmasını mazur gösteremez. Sosyalist devletler arasında varolması gereken eşitlik ve özgürlük içinde dayanışma, bir güçlü devletin iradesini küçüklere dayatması biçimini almamalıdır. Küçük devletlerin bağımsızlığına kıskançlıkla sahip çıkmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur... Sovyetler Birliği sosyalist devletlerle ilişkilerinde -büyük devlet - olmanın üstünlüğü ile hareket etme alışkanlığından vazgeçmelidir."  

 Enternasyonalist dayanışmanın Marksizmin vazgeçilmezlerinden olduğunun ve bütün dünya işçilerinin birliğinin ve kardeşliğinin sağlanmasının tüm insanlığın kurtuluşu demek olan sosyalizmin olmazsa olmaz ilkesi olduğunun altını çizen Aybar bu dayanışmanın da sağlanamamış olmasının nedenini gene sosyalist partilerin temel karakterinin bozulmuş olmasına bağlıyordu. Çekoslovakya olayları öncesinde ve sonrasında yaptığı analiz ve bunlara dayalı olarak geliştirdiği politik söylem, tümüyle haklılığı tescil edilmiş olmasına karşın o dönemlerde olağanüstü bir tepkiyle karşılaşmıştı. Nitekim kendisinin aktarımıyla, Sovyet basın ataşesinin Çek olayları üzerine söylediği , " Çekoslovakya olaylarına karşı ilk çıkışınızı politika gereği diyerek geçmiştik ama bu ikinci ve sert karşı çıkış durumun böyle olmadığını bize iyice açıkladı" cümlesi ile zamanlaması birbirini tümüyle tutan saldırılar da alabildiğine yükselmiştir. Oysa, proleterya dayanışmasına böyle ucuz anlamlar ve görevler yüklemek tümüyle Marksizm dışında, bilimsel yaklaşımın çok ötesinde şeylerdir. Çünkü ; "Sosyalizm" gene Marx ve Engels'in vurguladığı gibi : "herbirimizin özgürce gelişmesi hepimizin özgürce gelişmesinin koşuludur." Bu kuralı uluslar arası ilişkiye uygularsak, sosyalizme geçen her ülkenin özgürce gelişmesi tüm sosyalist ülkelerin özgürce gelişmelerinin koşuludur. Yani karşılıklı bağımsızlıkların temelidir.

Aybar'a göre bağımsızlık ve gerçek enternasyonalist anlayışın dinamitlenmesinde de en önemli etken komünist partilerin "bürokratik" yozlaşma içine girmeleridir. Bu yozlaşma nasıl proletaryanın devlet yönetimi dışında kalmasına neden olmuşsa, aynı şekilde sosyalist devletler arasındaki gerçek enternasyonalist ilişkileri engellemiş ve karşılıklı ilişkileri "buyuran-buyurulan" ilişkisi haline getirmiştir. Öte yandan, bu sahte enternasyonalist ilişkiler sosyalist devletlerin de arasını açmış ve dünya proletaryası arasında adeta yeni savaş alanları açmıştır. Böylesine kötü ilişkiler yumağına enternasyonalizm adını vermek son derece yanlıştır. Bu nedenlerle gerek sosyalist devletler arasında gerekse sosyalist partiler arasında tam bağımsızlığa dayalı yeni bir inşaat gereklidir.

II. DEMOKRASİ VE SOSYALİZM: 

AYRILMAZ BÜTÜN

Demokrasi, Mehmet Ali Aybar'ın hangi yönetim biçimi olursa olsun, toplumların ve de bireylerin vazgeçemeyeceği temel olgudur. Kağıt üzerinde kalan burjuva demokrasisi veya sosyalist demokrasi gibi kavramları şimdilik bir kenara bırakarak Aybar'ın  daha 1946' da bile genel olarak demokrasiden ne anladığını açıklamaya çalışalım. 

"Demokrasiyi demokrasi yapan şey onun şüpheci ve hoşgörülü olmayı içermesinde yatmaktadır. ...Demokrasi hükümet işlerinde keramete inanmayan yegane hükümet şeklidir. ...Öteki rejimlerde, monarşilerde, oligarşilerde, diktatörlüklerde, hep keramete ve mutlak bir hakikate inanılır. Bu rejimlerde iktidarı elinde tutanlar halka yol göstermek üzere tabiat üstü bilgilerle donatılmışlardır. Onlar yol gösterir ve buyrulan yoldan yürümekte halka düşer.... Oysa demokrasilerde hakikat değil, hakikatler vardır...Halk bunlardan birisini seçene kadar bunlardan hiçbirini benimsemez. Benimsedikten sonra da halkın tuttuğu müddetçe onu tutar. ...(Ancak) halk tuttu diyerek öteki hakikatlerden yüz çevirmez...benimsediği hakikatin ötekileri susturmasına müsaade etmez. (Ama) bu özellikleri nedeniyle demokrasiyi bir "vasatlar" rejimi olarak da görmemek gerekir. Kısaca, demokrasi iki prensibe dayanır ; ÖZGÜRLÜK VE EŞİTLİK"
 

Demokrasi. Bir devlet biçimi olmasının ötesinde çok daha anlamlı olarak ve bir yaşam felsefesi olarak ele alınmalıdır. "Zira, demokrasi bir devlet biçimi olmadan önce bir yaşam felsefesi olarak ve Avrupa'da devletten kaynaklanmayan hatta komün hareketlerinde görüldüğü gibi kazandığı özgürlükleri devlete karşı koruyan kimi toplulukların yaşam düzeni olarak ortaya çıkmıştır. Hatta denilebilir ki, devlete demokrasiyi sivil toplum dayatmıştır. Burjuva devrimlerinden sonra devlet aygıtının işleyiş biçimi olarak resmiyet kazanan demokrasinin kökleri sivil toplumdadır."  Ayrıca, sosyalistlerin "demokrasi" sorunun bir üst-yapı sorunu olarak görmeleri ve alt-yapı ilişkilerinin değişmesiyle tüm üst-yapının da değişeceği gibi görüşlerin günümüz dünyasının vardığı konjonktür içinde yeniden düşünülmesi gerektiğinin altını çizen Aybar, demokrasiyi , burjuvazinin iktidar mücadelesi içinde seferber ettiği geniş halk kitlelerinin diğer deyimle sivil toplumun kazanımları olarak görmektedir. Bu kazanımlar değil kaldırılmak daha da ötesine giderek geliştirilmelidir. Yüzyılların birikim olan hukuksal ve politik güvenceler, örgütlenme hakkı, sendikalaşma ve toplu pazarlık hakları gibi kazanımlar sosyalist düzende de mutlaka ve daha güçlü olarak yerlerini almalıdır. Çünkü; "Sosyalizm, insanlığın biricik umududur. Sosyalizm toplumca özgürlük, yani milli bağımsızlık, ve kişilerin gerçek özgürlüğü, eşitliği ve mutluluğu ile gerçekleşir. Sadece toplumun hızlı kalkınması uğruna yukarıdaki hedeflerden hiçbiri aleyhine halka zorla fedakarlık kabul ettirilmez. Sosyalizmin kapitalizme üstünlüğü hızlı bir ekonomik büyüme ve buna bağlı olarak kişilere daha iyi yaşama olanakları sağlanmasından ibaret değildir. Sosyalizmin asıl üstünlüğü somut insanın kendini gerçekleştirmenin tatmini içinde mutluluğa kavuşturmasındadır. Bu da vatandaşın aktif unsur olması, iktisadi, siyasi, kültürel faaliyetlere fiilen katılması, bunları denetlemesi, her kademede söz ve karar sahibi olmasıyla gerçekleşir. Bundan dolayı, demokratik müesseselerin sosyalist toplumlarda özgürlükçü ve katılımcı yönlerden daha da genişletilerek uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. Yöneticilerin gerçek seçimlerle işbaşına gelip düşmeleri, kuvvetler ayrılığı, hukuka bağlı devlet, yargı bağımsızlığı ve denetimi, kişisel temel haklar dokunulmazlığı Anayasa Mahkemesi Danıştay, basın özgürlüğü, sendikal özgürlüklükler, çok parti rejimi muhalefetin hakları, referandum gibi vatandaşı iktidarların keyfiliğine koruyan müesseseler, burjuva düzeni ile birlikte çöp tenekesine atılacak şeyler değildir. 

 Kısaca özetlemek gerekirse Aybar'ın temelde önerdiği şey, temsili demokrasi rejimini doğrudan demokrasiyle bağdaştıracak yeni kurumlarla "sosyalist demokrasinin" oluşturulmasıdır. 

Bir anma yazısının sınırları çoktan geçilmiş durumda. Ancak, ilerideki günlerde üzerinde detaylı olarak duracağım bu konuların daha ilk andan, klişelerle üstelik iyice silikleşmiş klişelerle yozlaştırılmasını istemedim. Şimdilik konuyu Aybar'dan  şu alıntıyla bitirmek istiyorum.
"Bilimsel Sosyalizm adı verilen teori her sorunu yanıtlamış ve dolayısıyla 'noktalanmış' bir teori değildir. Gerek teori alanında, gerekse pratikte, yeni yeni sorunlara çözüm bulmak zorundadır. Her bilim teorisi gibi o da eleştiriye açıktır. Yarınlara bakmak ve ilerlemek; karşımıza çıkacak yeni yeni sorunlara çözüm getirmekle olanaklıdır. ...'Raslantısallık' örneğinde olduğu gibi Marx eleştiriye ve tartışmaya açıktı. Bilimsellik iddiası da ancak böyle ciddiye alınır."

Kürsüde

 

.

Torunu Memo ile

 



.

Yaşar Kemal 
 ile