SIRA KAMU ÇALIŞANLARININ
ARTI DEĞER’ İNDE
Selim YILMAZ
Son yıllarda Türkiye
ve Dünya gündeminin en önemli gündem maddelerinden biri olan, ağırlıkla
kamu mülkiyetinin sermayeye devri kapsamında yoğun tartışmalara ve
ayrışmalara yol açan, “kamusal alan” tartışmasının detayına geçmeden
önce bu gelişmelerin arka planını kısa da olsa irdelemekte yarar var.
Kamusal alanların sermayeye devri ya da kamusal alanlarda çalışanların
iş güvencesinin ortadan kaldırılması temelinde yapılan tartışmalar
özünde kapitalist gelişim sürecinin bir aşaması ve sonucudur. Bu yüzden
kapitalist sistemin özellikle son 30 yıllık gelişim sürecinin çeşitli
açılardan analiz edilmesi önemlidir.
Sorunu yalnızca
kamusal alanın sermayeye devri ya da sonuçları bakımından daha önemli
olan kamuda çalışanların çalışma koşullarının kötüleştirilmesi olarak
değerlendirmek sistemin bütünündeki gelişmeleri gözden kaçırmamıza yol
açabilir. Bu nedenle konunun kamu yararı ve kamu emekçilerinin iş
güvencesinin ortadan kaldırılması gibi kazanılmış haklar ve emeğin
kazanımları çerçevesinde tartışılması önemlidir.
Türkiye’de başta
memur sendikaları ve meslek odaları olmak üzere son dönemdeki
tartışmaların kaynağı, Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Devlet Personel
Rejimi Yasa Tasarısı ve Yerel Yönetimler Yasa taslağı ya da kısaca
“üç’lü paket” denilen bir hazırlıktır. Bu üç tasarı uzun zamandır
tartışılmakta olduğu halde, bu kez artık yumurta kapıya gelmiş gibi
görünmektedir. Zira üç’lü paketin Meclise inmesi gün meselesidir. Üç’lü
paket neler getiriyor gibi bir soru ortaya atıldığında liberal sağ ve
liberal sol’dan şöyle sesler yükselmektedir: “Yerel olan demokratiktir,
merkezi olan ise anti-demokratik... Bu yüzden bu tasarılar
desteklenmelidir.” Soruyu biraz değiştirip, üç’lü paket neler götürüyor
diye sorduğumuzda ise bu kez ulusal sol başta olmak üzere çeşitli siyasi
yapılardan “Merkezi olan üniter ve sosyaldir, yerel olan ise
anti-sosyal... Devletin bütünlüklü yapısı bozuluyor. Doğu bölgelerinde,
seçim kazanan Kürt partiler yerel yönetimlere tanınan imkanlarla
tehlikeli ölçüde gelişebilir...Bu sürece engel olunmalıdır.” sesleri
yükseliyor.
Bu ikinci feryattan
başlayacak olursak, kapitalist devletin üniter ya da ademi merkeziyetçi
bir anlayışta yapılanması arasında işçi sınıfı açısından bir fark var
mı, olabilir mi sorusunun sorulmasının yerinde olacağı söylenebilir.
Öyle ya, bugüne kadar tamamen üniter ve merkeziyetçi bir devlet yapımız
vardı da bu bize, emekçi kitlelere ne kazandırdı? Ya da, “halihazırda
atılmakta olan adımlar acaba Devlet’in o, üniter yapısını mı hedef
alıyor yoksa kamuda çalışan yüz binlerce memuru, piyasa koşullarına terk
ederek tıpkı sanayide de yaşandığı gibi hizmet sektöründe de bir yedek
işgücü ordusu yaratarak sermayenin kar oranlarını arttırmayı mı” diye
sorduğumuzda eğer cevabımız “kesinlikle ikincisi” oluyorsa bu sorunun
kapitalist gelişim süreci ve daha da önemlisi emek-sermaye çatışması
ekseninde ele alınması da kaçınılmazdır. Zira sınıfsal boyutu eksik
yürütülen tartışmalar ve verilen mücadelelerle, demokratik hakların ve
emeğin kazanımlarının korunamadığı, korunmasının ya da kalıcı
kılınabilmesinin mümkün olmadığını süreç göstermiştir.
Dünya Ekonomisi;
Kapitalist sisteme
yön verenler, sistemin 1970’lerin başında girdiği krizini aşmak ve
kendini sürdürülebilir kılmak için özünde yalnızca artı değerin daha
fazlasına el koyma olan bir dizi yeni uygulama, deneme, yönelimlerde
bulundu ve bulunmaktadır. Bunların başında meta üretiminde Fordist
üretim biçiminden, Post-Fordizm’e (Esneklik, Kalite Çemberleri, Kalite
Yönetimi gibi) geçiş gelmektedir. Üretimdeki bu değişime uygun alarak
spekülatif paranın serbest dolaşımı, ağırlıkla kamunun elinde olan
hizmet alanlarının liberalize edilmesi, tarımda yığınsal üretim
biçimlerine kadar sermaye her alanı karlarını arttırmak ve
“rekabetçi piyasa
koşullarının oluşturulması”
ve bu yasa taslakta yer alan “Kamu kurum ve kuruluşları piyasada
rekabet koşulları içinde üretilen mal ve hizmetleri üretemez ve piyasada
haksız rekabet oluşturamaz” temel ilkelerinde açıkça ifadesini
bulmaktadır. Bugün hazırlanan yasaların 80’lerin başından itibaren
yürütülen özelleştirme faaliyetleri ve eğitim, sağlık, enerji,
telekomünikasyon, posta gibi hizmet alanlarında yaratılan ve desteklenen
özel sektör girişimlerinin piyasada rekabet koşullarında üretilen mal ve
hizmetleri kamunun üretemez duruma gelmesini sağlamak ve uygun ortamı
yaratmaya yönelik olduğu ortaya çıkmaktadır. Kamu Yönetimi Temel Kanunu
Taslağında “... çalışanların ve değişik kademelerdeki
yöneticilerin hizmet içi eğitim ihtiyaçları prensip olarak doğrudan
piyasadan ve/veya üniversitelerden karşılanır” ifadesi yer
almaktadır. İşte AKP Hükümetinin uygulayacağını açıkladığı, özel
okullara öğrenci gönderme projesi ve sosyal güvenlik kuruluşlarının
kendi sağlık birimleri ya da kamu hastanelerinden yararlanan
mensuplarını özel şirketlerin sağlık kuruluşlarına yönlendirmeleri bu
gelişmelere uygun olarak yapılan kaynak aktarma operasyonlarıdır.
Yine aynı yasa
taslağında “Merkezi Yönetim, Yerel Yönetimlere, kendi koşul ve
özelliklerine göre, öz gelirlerini geliştirme olanağı tanır”
hükmü yer almaktadır. Bu hüküm ile yerel yönetimler kar amaçlı
işletmeler haline getiriliyor ve Kar’ın kaynağı da tabii ki Emek oluyor.
Ayrıca yerel yönetimlerin bu alanları taşeronlaştırması ya da
özelleştirmesi için zemin hazırlanıyor, ulusal ve uluslar arası finans
kuruluşlarının müşterisi durumuna getirilmek ve yereldeki kamusal
varlıkların kolay yoldan sermayeye devri sağlanmak istenmektedir.
Gerçekten de Yerel
Yönetimler Yasa Taslağında “Mahalli idare hizmetlerinden
yararlananları, hizmetin bedelini ödemeleri esastır.” hükmü yer
almaktadır. Bu hüküm ile mahalli idarelere devredilecek başta Eğitim ve
Sağlık olmak üzere tüm kamusal hizmetlerin paralı ve parası olmayanın
cehalete veya ölüme mahkum olacağı, T.C.Anayasasında yer alan “sosyal
devlet” ilkesinin geçersiz kalacağı ortadadır. Sağlık alanındaki tek
istisna ise “Ulusal düzeyde koruyucu sağlık, aile planlaması ve
koruyucu hekimlik hizmetleri,”’dir. Aslında bu alanın istisna
kapsamında ya da merkezi yönetimin görevleri arasında sayılmasının
nedeni şimdilik kar alanı olarak değerlendirilmemesinden
kaynaklanmaktadır.
Yerel Yönetimler
Yasa Taslağında Personel İstihdamı için “Mahalli İdarelerde
sözleşmeli personel çalıştırılması esastır” hükmü yer
almaktadır. Bu hüküm ile yalnızca Eğitim ve Sağlıkta (Bakanlıklarda
çalışanlar hariç) 600 - 700 bin civarındaki 657 Sayılı Devlet Memurları
Kanununa tabi kamu çalışanı sözleşmeli personel yapılacak ve yeni İş
Kanunu hükümlerine tabi olacaklardır. Bu da kamu çalışanlarının başta iş
güvencesi olmak üzere sosyal kazanımlarını ortadan kaldıracaktır. İşte
GATS Anlaşması ve Türkiye’de “üçlü” paket olarak çıkarılma hazırlıkları
yapılan Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yerel Yönetimler Kanunu ve Personel
Rejimi Yasasının temelini bu hüküm oluşturmaktadır. Bu hükümle, tüm
hizmet alanlarında (sanayide olduğu gibi) yaratılmaya başlanan yedek iş
gücünün kamu çalışanlarını da kapsaması hedeflenmiştir. Bununla Kamu
Yönetimi Temel Kanunun amaç maddesindeki “rekabetçi piyasa
koşullarının oluşturulması” ve 2.maddesindeki Kamu kurum
ve kuruluşları piyasada rekabet koşulları içinde üretilen mal ve
hizmetleri üretemez ve piyasada haksız rekabet oluşturamaz”
hükümlerinin gerekleri de yerine getirilmiş olmaktadır.
Kamu Yönetimi Temel
Kanununda “... performansa dayalı yönetime temel teşkil edecek bir
yaklaşım içinde,” ve yine yasada “...performans
değerlendirmesine müsait,” tanımlamaları yapılmaktadır. Bu
tanımlamalardan tüm kamu çalışanları için iş kolları ya da birimleri
bazında belirlenecek performans kriterlerine göre yıllık olarak
değerlendirmeler yapılacağı, ücretleri ve iş sözleşmelerinin uzatılıp
uzatılmayacağının belirleneceği anlaşılmaktadır. 15 Mart 2003 tarihinde
yürürlüğe giren İş Güvencesi Yasasının eki olarak “bilim kurulu”
tarafından hazırlanan İş Akdinin Fesih için geçerli nedenler
(Performans Kriterleri) 3 ana grupta toplanmıştır;
İşçinin Yeterliliği:
Ortalama
olarak benzer işi görenlerden daha az verimli çalışma, amaç maddesinde
yer alan
Gösterdiği
niteliklerden beklenenden daha düşük performansa sahip olma,
İşe yoğunlaşmanın
giderek azalması,İşe yatkın olmama,
Öğrenme ve kendini
yetiştirme yetersizliği,Sık sık hastalanma,Uyum yeterliliğinin azlığı,
Çalışamaz duruma
getirmemekle birlikte işini gerektiği şekilde yapmasını devamlı olarak
etkileyen hastalık
İşçinin
davranışlarından kaynaklanan nedenler:
İşverene zarar
vermek ya da zararın tekrarı tedirginliğini yaratmak,
İşyerinde
rahatsızlık yaratacak şekilde çalışma arkadaşlarından borç para istemek,
Arkadaşlarını
işverene karşı kışkırtmak
İşini uyarılara
rağmen eksik, kötü veya yetersiz olarak yapmak,
İş akışını ve iş
ortamını olumsuz etkileyecek bir biçimde diğer kişilerle ilişkilere
girmek,
İşin akışını
durduracak şekilde uzun telefon görüşmeleri yapmak,
Sık sık işe geç
gelmek,İşini aksatarak iş yerinde dolaşmak
İşletmenin,
işyerinin ve işin gerekleri:
Bu kriterler
işverenlerin insiyatifinde.Bu kriterlerin ana başlıkları TBBM kabul
edilen 4857 sayılı İş Kanunun 18. maddesine de aynı şekli ile yer
almaktadır. Üçlü paketin yasalaşması halinde, kamu çalışanları da bu
kanun kapsamına alınacak ve sayılan iddialar ileri sürülerek işten
çıkarma, düşük ücret ya da düşük oranlı ücret zamları gibi bir dizi
saldırı, kamu çalışanları için de gündeme gelecektir.
Sonuç olarak;
Kamudaki
yeniden yapılanmanın hedefi yalnızca ulusal varlıkların sermayeye devri
ve toplumsal çıkarların ortadan kaldırılması değildir. Sermayenin temel
hedefi, hizmetler alanında da yedek işgücü yaratarak bu yolla hizmet
emekçilerinin ücretlerini düşürmek, yaratılan artı değerin daha
fazlasına el koyarak krizini aşmaktır. Bu yüzden yapılan tartışmalar ve
örgütlenecek mücadeleler, sınıfsal perspektifli, artı değer sömürüsüne
karşı ve sistemin bütününe yönelik olmak zorundadır. Bu süreci yalnızca
merkezi yönetimi zayıflatan ve üniter yapısını törpüleyen, daha
demokratik ve katılımcılığı yüksek yerelleşmeyi sağlayacak bir gelişme
olarak değerlendirip politika üretmek Türkiye emekçilerinin ve siyasi
yapılarının en büyük yanılgısı olacaktır.
|