.
.
ANILAR GEÇMİŞİN AYNASI, TARİHİN
TANIĞI...
Atilla KESKİN;Ömer
AĞIN;Enver SEZGİN
Metin CELAL
(Söyleşiyi yapan
Türkiye’de anı,
biyografi gibi türler nedense çok ilgi çekmez, o türlerde çok kitap
yazılmaz. Özellikle politik geçmişi olanlar, bu türlere daha da uzak
dururlar. Son yıllarda sol gelenek içinden gelenler anılarını,
deneyimlerini yazmaya, paylaşmaya başladılar. Bu paylaşım bir
yanıyla da geçmişle hesaplaşma, yeniden değerlendirme ama en
önemlisi de bir dönemin tarihini yazanlar için kaynaklar yaratmak
açısından önemliydi. Belki de bir mozaiğin önemli parçalarını
oluşturan bu kitaplar bir yanlarıyla o dönemleri hiç bilmesek bile
kahramanlarının öykülerindeki insani yanın gücü, insanın hayatını
oluşturan dostluk, arkadaşlık, birlikte yaşama, yaratma, paylaşma
gibi birçok olguyu yaşanmış olaylarla, anılarla iletmeleriyle de
ilgi çekici eserler. Atilla Keskin’in “Otuz Yıllık Hasret”i, Ömer
Ağın’ın “Alev Duvar ve TKP”si, Enver Sezgin’in “Batman Bolşoy”u
siyasi anı diyebileceğimiz bu türün en son örnekleri.
Geçtiğimiz
günlerde yayımlanan bu üç anı kitabının yazarlarıyla bir araya
geldik. Kitaplarını, niçin yazmak gereği duyduklarını, nasıl
yazdıklarını, nasıl yazılması gerektiğini konuştuk.
“Otuz Yıllık
Hasret” sizin üçüncü kitabınız, siz bu kitabı nasıl yorumluyorsunuz?
Niye yazma gereği duydunuz?
Atilla Keskin-
Benim yazma maceram çocukluğumda başladı, lisedeyken notlar,
günlükler falan tutardım. Lisede ve üniversitede tuttuğum
günlüklerin tümü akrabalarım tarafından yakılmış. Kendin için
yazmakla yayımlamak için yazmak arasında çok derin farklılıklar var.
Bir kere dilbilgisi olarak, ikincisi de benim için en önemli olan
etik bir farklılık var. Ben birinci kitabımın önsözünde de bunu çok
net bir şekilde belirttim. “Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler”de
işlediğim çok korktuğum bir konuydu, sadece ölen yoldaşlarım değil,
içinde ölen oğlum da vardı. Çok sevdiğim akrabalarımın ölen
çocukları da vardı. Onlarla bir mektuplaşma, bir dertleşmeydi.
Deniz, Hüseyin ve Yusuf’la olan bölümlerin yanlış anlaşılmasından
korktum, ama çok da istiyordum yazmak. Çünkü bir döneme ilişkin,
özellikle Deniz’lere ilişkin, çok fazla şey yazıldı. O efsanevi
kişilikleri olan insanların insan olan, dost olan bir yanları vardı,
hepimiz gibi yaşamasını, şaka etmesini bilen insanlardı.
Ütopyalarının ve devrime bağlılıklarının yanı sıra ben bunu açıkça
ortaya koymaya çalıştım birinci kitapta.
İkinci kitabım
“Dostluk”ta ise kendim ve çevremle ilgili olan şeyleri yazdım. Bir
anlamıyla otobiyografik roman da denilebilir ona. Kendimi
yazıyordum. Ben “Dostluk”ta da kavrayabildiğim kadar sosyalizmdeki
insan ilişkilerini incelemeye çalıştım. İster Sovyetçi olsun, ister
Arnavutçu olsun, ister Maocu olsun benim esas önem verdiğim, öne
çıkarmak istediğim şey bu yapıların insan ilişkilerine yansımasıydı.
Bütün örgütlerde birbirini çok seven insanlar zamanla birbirlerine
düşman oldular. Bu temelde, insani ilişkiler temelinde 70 sonrasının
bir panoraması denilebilir “Dostluk” için.
“Otuz Yıllık
Hasret” ise çok özgül bir şey. 30 sene sonra geldim ben Türkiye’ye.
Beni vatandaşlıktan attılar, başvurdum, tekrar geri almadılar. Ama
benim de ülkem, vatanım burası, çok gelmek istiyordum ve geldiğimde
çok güzel duygularla doldum. Müthiş sevinç duydum. O zaman notlar
tutmuştum, bunu başka insanlarla da paylaşayım dedim. Basılması diye
bir şey yoktu, yayınevine gönderdim, arkadaşlar basalım dediler. Ben
de sevindim basıldığı için, yani benim kitap maceram böyle. Yazmayı
çok seviyorum, onu da belirteyim, çünkü benim ne camim var, ne cem
evim var, ne kilisem var... Ben oğlumu kaybettim, çok acıdır, ölümün
yakınından geçtim, sevgili yoldaşlarımı kaybettim, beni yaşama daha
hızlı bağlayan şeylerden birisi yazmak oldu ve bunu sürdüreceğim.
Ben aynı soruyu
Ömer Ağın’a da soracağım. Sizin kitabınız “Alev Duvar ve TKP” bence
bir yanıyla da geçmişle hesaplaşma, bir yanıyla geleceğe yönelik
öneriler içeren bir kitap, anıyla düşünce arasında... Niye böyle bir
kitap yazmaya gerek duydunuz?
Ömer Ağın- Bu
kitap bir TKP tarihi kitabı değil. Şüphesiz TKP’nin tarihi de bizim
gibi insanların yaşamından oluşur, hem bireyler olarak hem de
dönemler olarak... Türkiye’de sol hareketin bir parçasının
tarihidir. Kitabımda da belirttiğim gibi TKP’nin tarihi
anlaşılmadan, bilinmeden Türkiye solunun tarihini bilmek eksik
kalır. Bu manada yaşadıklarım buna bir katkı yaratabilir anlayışıyla
da yazdım. Amacım sadece geçmişteki olayları anlatmak, onların
bilinmesini yazmak değildi. Aynı zamanda Türkiye’deki ilerici
yurtsever insanların, hümanist insanların Türkiye’nin nerelerden
geçerek bugünlere geldiğini, devletin hangi aşamalardan geçtiğini,
demokratikleşme sürecinde insanların neler çektiğini ve nelerle
karşılaştıklarını anlasınlar diye kendi somut kesitimizi anlattım.
Yaşadıklarımız bilinsin diye bunları yazdım, şüphesiz bir
hesaplaşmaydı bu. Ama bu hesaplaşma hiçbir zaman geçmişteki
yaptığımız politik uğraştan pişmanlık duyan bir hesaplaşma değil,
kendi eksiklerimizle zaaflarımızla hesaplaşmaydı. Ben şuna
inanıyorum; bireyler eğer kendileriyle hesaplaşmazlarsa, eğer
kendilerini açıkyüreklilikle ortaya koyamazlarsa gerçekleri
yakalamaları çok zordur. İkincisi eğer başka insanların da böyle bir
yöntemle geçmişe bakmalarını istiyorlarsa önce kendileri böyle bir
hesaplaşma yaşamalıdırlar. Bunu değerlendirmelerini de başka
insanların değerlendirmelerine bırakmalıdırlar. Şimdi bunu niçin
yazdığımız üzerinde daha geniş konuşabiliriz. Sovyetler Birliği
yıkıldı, dünyada sosyalizm ve komünizm ideolojik, politik ve teorik
olarak yeniden değerlendiriliyor, tartışılıyor. Ama ne yazık ki
dünyadaki birikim henüz Sovyetler Birliği’nin neden yıkıldığını,
yani reel sosyalizmin neden çöktüğünü çok geniş biçimleriyle
tartışıp kitlelerin önüne koydu diyemeyiz. Bunun nedenine baktığımız
zaman, acaba birikimler mi yetmiyor, diye düşündüğümüzde bu konuda
ben olumlu cevap veremem. Birçok kişi genel hatlarıyla Sovyetler
Birliği’nin başka bir ifadeyle reel sosyalizmin neden yıkıldığını
izah edebilecek bir birikime sahiptir. Ancak bugün detaylarıyla bu
tartışılmıyorsa bunu engelleyen çevreler olduğuna inanıyorum.
Sovyetler Birliği’ne uzun seneler belli aralıklarla gidip geldim,
Moskova’da kaldım. Diğer sosyalist ülkelerde yaşadıklarım,
gördüklerim, okuduklarım oldu. Bugünkü bilgi birikimimle ve buna
bağlı olarak gelecekte öngördüğüm hümanizm ve eşitlik
yaklaşımlarımla da bu yazdıklarım insanlara, dostlara, arkadaşlara
bir katkı en azından.
Enver Sezgin’in
kitabı “Batman Bolşoy” yeni çıktı, belki erken bir soru, ama yine de
soracağım; öncelikle niye yazdın, yazdıktan sonra şuraları
yazmasaydım ya da bunlar eksik kalmış diye bir duygu kaldı mı
içinde? Kitap nereye kadar yetiyor insana?
Enver Sezgin-
Yazmaya başlarken neleri yazıp neleri yazmayacağımı bilmiyordum
açıkçası. Önceleri zorlandım. En sonunda şöyle bir yöntem buldum,
yazmaya doğum tarihimle başladım, bu da işi kolaylaştırdı. Sonra
çocukluğumu anlattım, daha sonra da gençliğimi, TKP’ye katılmam,
Moskova’ya gidip gelmem, 12 Eylül darbesi, 12 Eylül darbesinde 10
yıllık kaçaklık dönemi, bunlar art arda geldi. Bunları yazarken çok
duygulandım, acı çektim açıkçası, çünkü acılı dönemler. Bazı
arkadaşlarımdan bahsediyorum; ölmüşler, öldürülmüşler, babamı
yitirdim o dönemde... Bazı geceler uyuyamadım. Bir de, acaba
birilerine haksızlık yapar mıyım kaygısı var, bu da insanı zor
duruma sokuyor. Ama bir şey var bunları, yazmak mecburiyetinde
hissediyorsun kendini, birtakım insanları üzmek pahasına yazmak
zorunda kalıyorsun. Tabii amacınız o insanları üzmek değildir, ama
bunlar yaşanmışsa yaşanmıştır. Ben yine de çok dikkatli davranmaya
çalıştım, üzmemeye kırmamaya çalıştım. Belli bir ölçüde de başarılı
olduğumu düşünüyorum. Benimle Ömer Ağın’ın kitabının benzeşen
yanları vardır, bağlantı noktaları vardır. Biz aynı hareketten
geliyoruz, çok yakın arkadaşız, aynı bölgede parti çalışması
yapmışız, Kürt kökenliyiz, dolayısıyla bazı olayları ayrı ayrı
cephelerden anlattık. Bazı olayları da tamamladık, aslında bir
manada bu iki kitabın toplamı o bölgedeki parti çalışmasıdır.
Belki de ortaya
bir tarih çıkarıyorsunuz, ama bu, kişisel tarih. Sonuçta bu
anıların, kişisel tarihlerin birleşmesinden ortaya daha nesnel bir
tarih çıkacak, daha ayrıntılı anılarla yüklü...
Atilla Keskin-
Ben resmi tarihe karşı olan tarihi çok okumaya çalıştım. Sadece
krallıkların cumhuriyetlerin değil, solunda bir resmi tarihi var,
hele bizim gördüğümüz Sovyetler Birliği’nden tut Arnavutluk’a Çin’e
kadar var. Tarihi öğrenmek istiyorsak muhakkak resmi tarihin dışına
çıkmak lazım. Benim bilinçli olarak karşı çıktığım şey odur. Ben
inanıyorum ki solun gerçek tarihi böyle resmi tarihin dışına çıkarak
öğrenilebilir.
Yanlış
anlaşılırım gibi bir düşünce oluştu mu, çünkü yaşayan insanlar
hakkında yazmak daha zor derler, mesela yazmadığınız yerler oldu mu?
Enver Sezgin-
Açıkçası, özellikle ilk gençlik dönemlerini yazarken, henüz TKP’li
olmadığım dönemlerde, bazı bölümlerde birtakım insanların isimlerini
değiştirdim. Çünkü kendileri istemediler. Öyle olaylar var ki; ben
de onların isimlerini yazmazdım, ama bunun dışında keşke bunu
yapmasaydım diye bir şey yok, henüz olmadı. Bu kitabı bitirdikten
sonra Batman’a gittim ve bu kitabın tanıtımını orada yaptım. Eski
arkadaşlarımın hepsini çağırdım, geldiler, ortaokul arkadaşlarımdan
tutun eski TKP’li arkadaşlarıma kadar, kitabı aldılar ve olumsuz
eleştiriyle karşılaşmadım.
Böyle kitaplar
yazmak özeleştiri yapmak gibi bir şey, hesaplaşma oluyor... Öte
yandan da bunların hiç yazılmamasına taraftar olan bir kesim var.
Bir anlamda deşifre olmak gibi hissediyorlar... Nereye kadar
yazılmalı bir anı? Geçmişle nereye kadar hesaplaşmalı?
Atilla Keskin-
Ben hiçbir konuda sansür konulmasına taraftar değilim. Geçmiş iyi
bir şekilde ortaya çıkartılacaksa bunlar yazılmalı. Sosyalizm
denilen olay insanları en mutlu kılacak olaydı, yine de en yakın
arkadaşlar birbirlerini vurdular. Birbirlerine Maocu bozkurt, sosyal
faşist dediler. Korkunç bir travmaya geldik. Ben Sovyetler
Birliği’nin tarihini incelediğimde ta Lenin döneminde de böyle
şeylerin olduğunu tespit ettim. Arnavutluk’a gittiğimizde dersimize
iyi çalışıp gitmiştik, biz biliyoruz kim kimin neyidir, bazı
resimler var kalemle karalamışlar, altında da ismini karalamışlar,
belli politik ayrılıklar olduğu için mi temizlediler, yok mu
ettiler?... Bunlar hoş değil, bu nedenle ben hiçbir sansüre tabi
tutmadan yazmaya çalışıyorum.
Ömer Ağın-
Atilla arkadaşın söylediği gibi, anılarını yazan arkadaşlar resmi
tarihe kaçmadı. Orada özen gösterdik. Ne kadar başarabildik? Sonuçta
insan subjektif bir varlıktır, bütün değerleri yansıyor yazdıkları
yaptıkları şeylere. Ben kitabıma olumlu tepkiler aldım, 6-7 ay oldu,
bu tepki genellikle edebiyat çevresinden, yazarlar çevresinden oldu.
Bizim insanlarımız da olumlu tepkiler verdi, diğer yandan böyle
tarihe yönelik anı kitabı yazarken birkaç arkadaş birleşip,
tartışıp, bunları yazsaydın diyen insanlar da oldu. Ben bu yöntemi
seçmedim. Seçmememin nedeni, resmi tarihten biraz uzaklaşmak
amacıylaydı. Şimdi şüphesiz bizim söylediklerimizin doğruluğunu
yaşam test edecek. Bir dönem yazmışız. Bu süreç bir hareketin
tarihiyse, o dönemde yaşamış insanların düşüncelerini almakla tarihe
katkı sağlanır.
Ben yaşadığım ve
tanık olduğum şeyleri yazdım. Duyduklarımı, parti hakkında bana
anlatılan şeyleri yazmadım. Olabildiğince de objektif yazmaya
çalıştım, sadece nesnel değil, duygusal yanı da vardı. Sol harekete
katılan insanlar her şeylerini ona verdi. Ben çocuğumu altı aylıkken
bıraktım, onu gördüğüm zaman ilkokul dördüncü sınıftaydı, bu
duyguları yazmakla da tam ifade edemezsiniz. Politik yazılarım çok
çıktı partinin yayınlarında, dergilerinde ama böyle kitap olarak anı
roman türünde ilk kitabım. Eğer başarabilirsem önümüzdeki dönem
TKP’nin psikolojik ve insan ilişkilerini içeren bir kitap yazmayı
düşünüyorum. Bunlar bizim için çok önemli, eski kırgınlıklar böyle
ortadan kalkar, bütün sol böyle buluşabilir. Ama dediğimiz gibi
yöntem, düşünce tarzı, eleştirel hesaplaşma anlamındadır, böyle
yaklaşımlar gelişirse insanlar resmi tarihten de kopar,
açıkyüreklilikle birbirini, kendisini de değerlendirir inancındayım.
Enver Sezgin- Bu
tür kitapların çıkmasının başka faydaları da var. O dönemde yaşamış
insanların o dönemi tekrar okumaları değil, günümüz gençleri için
faydası vardır. Çünkü günümüz gençleri o dönemi hiç bilmiyor. Solla
tanışmış, ama solun pratik geçmişini bilmiyor, mesela benim kitabımı
okuyan gençlerle tanıştım, memnun olmuşlardı ve biz bu tarihi
bilmiyoruz diyorlardı. Bir de o dönemde yaşamış, ama o dönemin
içinde olmayan kesimler var, gerek konumları itibariyle, gerekse
önyargıları itibariyle uzak durmuşlar belki de antipati beslemişler.
Bu çevrelere karşı onlar için de yeni bir şeydir aslında. Günümüz
Türkiyesi’nde yaşamışlar, ama habersizler.
80’i milad
alırsak yirmi üç sene geçmiş. Niye bu kadar uzun süre beklediniz?
Enver Sezgin-
Ben 91’e kadar zaten kaçaktaydım ve ne maddi koşullar ne de diğer
koşullar böyle bir kitap yazmama elverişli değildi. 91 yılından
sonra da maddi yaşamımı yeniden inşa dönemi vardır. Bugüne kalması
tamamen benim yaşamımla ilgili bir şeydir. Aslında bu tür şeyleri
yazdığınızda da birilerinin sizi teşvik etmesi gerekir... Çünkü
orada bir yerde takılıp kalıyorsunuz yazayım mı yazmayayım mı,
başarılı olur muyum olmaz mıyım?...
Yakın tarihe
değinen, özellikle 75-80 arasındaki yoğun hareket olan döneme
ilişkin hemen hiçbir hesaplaşma yok. Acaba biz bu işe devam
edeceğiz, bu kirli çamaşırları ortaya dökersek sorun yaratır diye mi
düşünüyorlar?
Enver Sezgin-
Bence bunun etkisi var. Sol örgütlenlemeler 90’lara kadar
varlıklarını sürdürüyor, dolayısıyla bazı insanlar örgütten gelecek
tepkiden ürktüğü için örgütten kopma kaygısıyla böyle bir şeye
girişmedi diye düşünüyorum. Türkiye’nin tam nereye gideceği belli
değildi. Bugün de çok net değil, ama acaba yine bir askeri darbe
olur mu diye bir kaygı var. Devletin politikalarından da çok emin
olmadıkları için insanlar bence yazamadılar. Bir nedeni de bu bence.
Atilla Keskin-
Aynı şeylere katılmakla birlikte farklı şeyler de söyleyeceğim. Bir
kere yazmak cesaret işidir. Hele hele kendi yaşadıklarıyla ilgili
bir şeyler yazmak daha büyük bir cesaret işidir. Biz örgütlü
insanlar uzun süre çok emniyetli bir şekilde yaşadık. Düşünsel
saldırı olduğunda toplu olarak karşı koyabileceğimiz örgütlerimiz
vardı, bu bizi rahatlatıyordu. Yalnız kaldığın zaman bunu yazmaya
çalışırsan daha da cesur olman gerekiyor. Mütevazı, davranmamak
gerektiğine inanıyorum, bu bir özveri işidir. Her zaman yapılabilir,
ama tek başına bir insanın yazarak bu cesareti göstermesi olumlu bir
şeydir. Niye geç kaldık meselesinde ben geç kaldığımı düşünmüyorum,
belli bir olgunlaşma gerekiyordu, ruhi hesaplaşma son derece
önemliydi.
Türkiye’ye
geldiğimde şöyle bir şey gördüm, insanlar ister örgütlü olarak devam
etsin, ister devam etmesin ütopyalarını şöyle ya da böyle
sürdürüyorlar. Ama bir kesim de var ki, eski örgütlerin eski
partilerin MK’larında bile yer almışlar, bunlar için sosyalizm,
örgütsel ilişkiler geyik muhabbeti olmuş rakı masalarında. Adam
merakını da yitirmiş. Olayı geyik muhabbeti hikâyesinden kurtarmak,
“sosyalizm çöktü, her şey kötüydü, ha ha ha hi hi hi” söyleminde
olanlara karşı bir mücadelenin olması gerekir diye düşünüyorum. Ben
bunu yaptım. Yazdıklarıma dönüp baktıkça bir hata yapmadığımı
görüyorum.
Ömer Ağın- Ben
şuna inanıyorum: Öncelikli olarak bir nesnenin tarihi olmadan o
nesnenin kuramı da olmaz, tabii tersi de doğrudur. Bizim
yazdıklarımızın bir nesnesi olması lazım. Benim için sonuçta bu bir
bireysel yaşamdır, bu bireysel yaşamın politik anılarıdır. Bunun
bilinç düzeyinde de olgunlaşması gerekliydi. İkincisi, Türkiye’de
yazılı çalışma çok sınırlı, nedeni de antidemokratik yasalardı.
Halen de devam ediyor. Ben bir dergiye vermiş olduğum bir yazıdan
dolayı 20 ay ceza aldım, 15 ay da fiilen yattım, 93 den 95’e kadar
hapisteydim. Bugün de halen insanlar özgürce düşündüklerini
yazamıyorlar, birçok engeller var.
Şimdi bizim
yazdıklarımızın bu manada da bu topluma katkısı olacaktır. Ben bu
açıdan da bunları önemsiyorum, bu tür şeyleri yazmamıza iten neden
de reel sosyalizmin yıkılmasıdır. Bütün dünyada acaba biz yanlışı
nerede yaptık diye daha eleştirel bir noktadan bakma anlayışı
gelişti. Sadece Sovyetler Birliği değil, bütün sosyalizm kuramına,
sosyalizmin pratiğine, diğer düşünceler karşısındaki duruşlarına
bakarak, eleştirel bakarak da fikirler oluşmaya başladı. Karınca
kararınca herkes kendince... Ama düşünce tarzı böyle oluştu ve beni
yazmaya iten nedenlerden bir tanesi de budur.
Biz kendimize
eleştirel bir yaklaşımla baktığımız zaman sanki bizim hareketimiz
yara alır diye düşünüyoruz. Bu da bir nevi otosansür... Ama reel
sosyalizmin yıkılışı bu manada bazı şeyleri kırdı inancındayım,
tarihimize baktığımız zaman eksiklerimiz, hatalarımız, insani
zaaflarımız, yapılan yanlışlar, insan faktörlerinden kaynaklanan
reel baskılar, nesnel durumlar neydi? Bu tür şeyler de bizi
düşündürmeye itti. Birtakım şeyleri yazma gereği duyduk. Herkes
yazmayabilir, bu çok doğaldır, hatta yazılanlar üzerinde insanlar
fikir de söylemeyebilir. Bu da çok doğaldır ve bir tercihtir. Kendi
fikirlerini, kendi anlayışlarını söyleyerek bu kitapları da
yanlışlayabilir, hatta doğrulayabilirler. Bu, insanların kendi
tercihleridir. Bizim kuşak halen yaşıyor ve biz beraber yaşadığımız
bu dönemi anlatacağız ki onlar daha yaşamdayken kendi düşüncelerini
söyleyebilmeli, kendileri de yaşadıklarını yazabilmeli. Bu manada da
yerinde, zamanında yazdık inancındayım.
Anılar bir
anlamıyla edebi çalışmalar... Kitaplarınızı bu açıdan nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Atilla Keskin-
Bu tür kitapların daha kalıcı olması için belgesel olmaktan çok
edebi bir yan da taşımalılar. Edebi bir kaygıyla yazılırsa, biz
kendimizi bu konuda geliştirebilirsek, daha olumlu olacağına
inanıyorum. Şahsen ben kendimi yazar olarak kabul etmiyorum, yazmak
başka bir şey, yazar olmak başka bir şeydir. Örneğin Sait Faik’ten o
kadar çok öğrenmişim ki, insan sevgisini, insanları, çevreyi,
çevreden öğrenmeyi... Bu nedenle de kendime ilişkin söylüyorum,
edebi olarak da diliyle, üslubuyla gelişkin şeyler yapmak için çaba
harcamak gerekiyor. Geniş kitlelere hitap etmeliyiz, kitapların,
anıların edebi yanıyla birlikte duygulara hitap eden bir yanı da
olması gerekir. Yoksa bunlar kuru belgeler olarak kalır ve
istediğimiz şeye hizmet etmez diye düşünüyorum.
Ömer Ağın-
Yazılan her şeyi geniş anlamda edebiyat kapsamı içinde
değerlendirmek mümkündür. Dar anlamda edebiyat daha çok imgelerle
anlatılan, kurgularla anlatılan, tasarımları olandır. Bizim
yazdığımız şeyler politik anı türünde. Bu anlamda edebi yazılar
olmaktan çok deyim yerindeyse müsbet bilime, sosyolojik bilime yakın
şeyler olduğunu düşünüyorum. Ben imgeleri kullanmayalım anlamında
söylemiyorum, ama kurgu onun üzerine olduğu zaman anı yanı biraz
hafif kalıyor düşüncesindeyim. Bu manada dili ustalıkla kullanıyor
olmamız için de yazar olmak lazım, yetkinlik anlamında yazar olmak
lazım. Şahsen kendimde öyle bir nitelik bulmuyorum, ama yetkinleşmek
isterim. Genelleme açısından Atilla arkadaşa katılıyorum, uslüp,
anlatım biçiminin yanında edebi değerleri de kullanarak hem dili,
hem imgeleri, anektodları kullanarak yazılanları kuru bir anlatımdan
çıkarmak gerekiyor.
Enver Sezgin-
Anı yazmak hem çok kolay hem çok zordur. Zor, çünkü tanımlamak
gerekiyor, cesaret gerektiriyor. Bunu zaten kitap çıktıktan sonra
daha iyi anlıyorsunuz, somut hissediyorsunuz. Kolay, çünkü yaşadığın
şeylerden bahsediyorsun. Kuru kuru anlatırsan okunaklı olmaz, manası
olmaz. Edebi bir tadı olması gerekir. Okuyanın keyif alması, tad
alması, o dönemi bilmese bile ilgisini çekecek bir yanı olması
gerekir. Sanıyorum bu da anlatımın gücünden gelir. Anlatımın gücü de
edebiyat olmadan, edebi yanları, dili önemsemekten geçiyor. Aksi
mümkün değil.
Söyleşiyi yapan:
Metin Celâl
ANILAR GEÇMİŞİN
AYNASI, TARİHİN TANIĞI...
Türkiye’de anı,
biyografi gibi türler nedense çok ilgi çekmez, o türlerde çok kitap
yazılmaz. Özellikle politik geçmişi olanlar, bu türlere daha da uzak
dururlar. Son yıllarda sol gelenek içinden gelenler anılarını,
deneyimlerini yazmaya, paylaşmaya başladılar. Bu paylaşım bir
yanıyla da geçmişle hesaplaşma, yeniden değerlendirme ama en
önemlisi de bir dönemin tarihini yazanlar için kaynaklar yaratmak
açısından önemliydi. Belki de bir mozaiğin önemli parçalarını
oluşturan bu kitaplar bir yanlarıyla o dönemleri hiç bilmesek bile
kahramanlarının öykülerindeki insani yanın gücü, insanın hayatını
oluşturan dostluk, arkadaşlık, birlikte yaşama, yaratma, paylaşma
gibi birçok olguyu yaşanmış olaylarla, anılarla iletmeleriyle de
ilgi çekici eserler. Atilla Keskin’in “Otuz Yıllık Hasret”i, Ömer
Ağın’ın “Alev Duvar ve TKP”si, Enver Sezgin’in “Batman Bolşoy”u
siyasi anı diyebileceğimiz bu türün en son örnekleri.
Geçtiğimiz
günlerde yayımlanan bu üç anı kitabının yazarlarıyla bir araya
geldik. Kitaplarını, niçin yazmak gereği duyduklarını, nasıl
yazdıklarını, nasıl yazılması gerektiğini konuştuk.
“Otuz Yıllık
Hasret” sizin üçüncü kitabınız, siz bu kitabı nasıl yorumluyorsunuz?
Niye yazma gereği duydunuz?
Atilla Keskin-
Benim yazma maceram çocukluğumda başladı, lisedeyken notlar,
günlükler falan tutardım. Lisede ve üniversitede tuttuğum
günlüklerin tümü akrabalarım tarafından yakılmış. Kendin için
yazmakla yayımlamak için yazmak arasında çok derin farklılıklar var.
Bir kere dilbilgisi olarak, ikincisi de benim için en önemli olan
etik bir farklılık var. Ben birinci kitabımın önsözünde de bunu çok
net bir şekilde belirttim. “Acılara Yenilmeyen Gülümseyişler”de
işlediğim çok korktuğum bir konuydu, sadece ölen yoldaşlarım değil,
içinde ölen oğlum da vardı. Çok sevdiğim akrabalarımın ölen
çocukları da vardı. Onlarla bir mektuplaşma, bir dertleşmeydi.
Deniz, Hüseyin ve Yusuf’la olan bölümlerin yanlış anlaşılmasından
korktum, ama çok da istiyordum yazmak. Çünkü bir döneme ilişkin,
özellikle Deniz’lere ilişkin, çok fazla şey yazıldı. O efsanevi
kişilikleri olan insanların insan olan, dost olan bir yanları vardı,
hepimiz gibi yaşamasını, şaka etmesini bilen insanlardı.
Ütopyalarının ve devrime bağlılıklarının yanı sıra ben bunu açıkça
ortaya koymaya çalıştım birinci kitapta.
İkinci kitabım
“Dostluk”ta ise kendim ve çevremle ilgili olan şeyleri yazdım. Bir
anlamıyla otobiyografik roman da denilebilir ona. Kendimi
yazıyordum. Ben “Dostluk”ta da kavrayabildiğim kadar sosyalizmdeki
insan ilişkilerini incelemeye çalıştım. İster Sovyetçi olsun, ister
Arnavutçu olsun, ister Maocu olsun benim esas önem verdiğim, öne
çıkarmak istediğim şey bu yapıların insan ilişkilerine yansımasıydı.
Bütün örgütlerde birbirini çok seven insanlar zamanla birbirlerine
düşman oldular. Bu temelde, insani ilişkiler temelinde 70 sonrasının
bir panoraması denilebilir “Dostluk” için.
“Otuz Yıllık
Hasret” ise çok özgül bir şey. 30 sene sonra geldim ben Türkiye’ye.
Beni vatandaşlıktan attılar, başvurdum, tekrar geri almadılar. Ama
benim de ülkem, vatanım burası, çok gelmek istiyordum ve geldiğimde
çok güzel duygularla doldum. Müthiş sevinç duydum. O zaman notlar
tutmuştum, bunu başka insanlarla da paylaşayım dedim. Basılması diye
bir şey yoktu, yayınevine gönderdim, arkadaşlar basalım dediler. Ben
de sevindim basıldığı için, yani benim kitap maceram böyle. Yazmayı
çok seviyorum, onu da belirteyim, çünkü benim ne camim var, ne cem
evim var, ne kilisem var... Ben oğlumu kaybettim, çok acıdır, ölümün
yakınından geçtim, sevgili yoldaşlarımı kaybettim, beni yaşama daha
hızlı bağlayan şeylerden birisi yazmak oldu ve bunu sürdüreceğim.
Ben aynı soruyu
Ömer Ağın’a da soracağım. Sizin kitabınız “Alev Duvar ve TKP” bence
bir yanıyla da geçmişle hesaplaşma, bir yanıyla geleceğe yönelik
öneriler içeren bir kitap, anıyla düşünce arasında... Niye böyle bir
kitap yazmaya gerek duydunuz?
Ömer Ağın- Bu
kitap bir TKP tarihi kitabı değil. Şüphesiz TKP’nin tarihi de bizim
gibi insanların yaşamından oluşur, hem bireyler olarak hem de
dönemler olarak... Türkiye’de sol hareketin bir parçasının
tarihidir. Kitabımda da belirttiğim gibi TKP’nin tarihi
anlaşılmadan, bilinmeden Türkiye solunun tarihini bilmek eksik
kalır. Bu manada yaşadıklarım buna bir katkı yaratabilir anlayışıyla
da yazdım. Amacım sadece geçmişteki olayları anlatmak, onların
bilinmesini yazmak değildi. Aynı zamanda Türkiye’deki ilerici
yurtsever insanların, hümanist insanların Türkiye’nin nerelerden
geçerek bugünlere geldiğini, devletin hangi aşamalardan geçtiğini,
demokratikleşme sürecinde insanların neler çektiğini ve nelerle
karşılaştıklarını anlasınlar diye kendi somut kesitimizi anlattım.
Yaşadıklarımız bilinsin diye bunları yazdım, şüphesiz bir
hesaplaşmaydı bu. Ama bu hesaplaşma hiçbir zaman geçmişteki
yaptığımız politik uğraştan pişmanlık duyan bir hesaplaşma değil,
kendi eksiklerimizle zaaflarımızla hesaplaşmaydı. Ben şuna
inanıyorum; bireyler eğer kendileriyle hesaplaşmazlarsa, eğer
kendilerini açıkyüreklilikle ortaya koyamazlarsa gerçekleri
yakalamaları çok zordur. İkincisi eğer başka insanların da böyle bir
yöntemle geçmişe bakmalarını istiyorlarsa önce kendileri böyle bir
hesaplaşma yaşamalıdırlar. Bunu değerlendirmelerini de başka
insanların değerlendirmelerine bırakmalıdırlar. Şimdi bunu niçin
yazdığımız üzerinde daha geniş konuşabiliriz. Sovyetler Birliği
yıkıldı, dünyada sosyalizm ve komünizm ideolojik, politik ve teorik
olarak yeniden değerlendiriliyor, tartışılıyor. Ama ne yazık ki
dünyadaki birikim henüz Sovyetler Birliği’nin neden yıkıldığını,
yani reel sosyalizmin neden çöktüğünü çok geniş biçimleriyle
tartışıp kitlelerin önüne koydu diyemeyiz. Bunun nedenine baktığımız
zaman, acaba birikimler mi yetmiyor, diye düşündüğümüzde bu konuda
ben olumlu cevap veremem. Birçok kişi genel hatlarıyla Sovyetler
Birliği’nin başka bir ifadeyle reel sosyalizmin neden yıkıldığını
izah edebilecek bir birikime sahiptir. Ancak bugün detaylarıyla bu
tartışılmıyorsa bunu engelleyen çevreler olduğuna inanıyorum.
Sovyetler Birliği’ne uzun seneler belli aralıklarla gidip geldim,
Moskova’da kaldım. Diğer sosyalist ülkelerde yaşadıklarım,
gördüklerim, okuduklarım oldu. Bugünkü bilgi birikimimle ve buna
bağlı olarak gelecekte öngördüğüm hümanizm ve eşitlik
yaklaşımlarımla da bu yazdıklarım insanlara, dostlara, arkadaşlara
bir katkı en azından.
Enver Sezgin’in
kitabı “Batman Bolşoy” yeni çıktı, belki erken bir soru, ama yine de
soracağım; öncelikle niye yazdın, yazdıktan sonra şuraları
yazmasaydım ya da bunlar eksik kalmış diye bir duygu kaldı mı
içinde? Kitap nereye kadar yetiyor insana?
Enver Sezgin-
Yazmaya başlarken neleri yazıp neleri yazmayacağımı bilmiyordum
açıkçası. Önceleri zorlandım. En sonunda şöyle bir yöntem buldum,
yazmaya doğum tarihimle başladım, bu da işi kolaylaştırdı. Sonra
çocukluğumu anlattım, daha sonra da gençliğimi, TKP’ye katılmam,
Moskova’ya gidip gelmem, 12 Eylül darbesi, 12 Eylül darbesinde 10
yıllık kaçaklık dönemi, bunlar art arda geldi. Bunları yazarken çok
duygulandım, acı çektim açıkçası, çünkü acılı dönemler. Bazı
arkadaşlarımdan bahsediyorum; ölmüşler, öldürülmüşler, babamı
yitirdim o dönemde... Bazı geceler uyuyamadım. Bir de, acaba
birilerine haksızlık yapar mıyım kaygısı var, bu da insanı zor
duruma sokuyor. Ama bir şey var bunları, yazmak mecburiyetinde
hissediyorsun kendini, birtakım insanları üzmek pahasına yazmak
zorunda kalıyorsun. Tabii amacınız o insanları üzmek değildir, ama
bunlar yaşanmışsa yaşanmıştır. Ben yine de çok dikkatli davranmaya
çalıştım, üzmemeye kırmamaya çalıştım. Belli bir ölçüde de başarılı
olduğumu düşünüyorum. Benimle Ömer Ağın’ın kitabının benzeşen
yanları vardır, bağlantı noktaları vardır. Biz aynı hareketten
geliyoruz, çok yakın arkadaşız, aynı bölgede parti çalışması
yapmışız, Kürt kökenliyiz, dolayısıyla bazı olayları ayrı ayrı
cephelerden anlattık. Bazı olayları da tamamladık, aslında bir
manada bu iki kitabın toplamı o bölgedeki parti çalışmasıdır.
Belki de ortaya
bir tarih çıkarıyorsunuz, ama bu, kişisel tarih. Sonuçta bu
anıların, kişisel tarihlerin birleşmesinden ortaya daha nesnel bir
tarih çıkacak, daha ayrıntılı anılarla yüklü...
Atilla Keskin-
Ben resmi tarihe karşı olan tarihi çok okumaya çalıştım. Sadece
krallıkların cumhuriyetlerin değil, solunda bir resmi tarihi var,
hele bizim gördüğümüz Sovyetler Birliği’nden tut Arnavutluk’a Çin’e
kadar var. Tarihi öğrenmek istiyorsak muhakkak resmi tarihin dışına
çıkmak lazım. Benim bilinçli olarak karşı çıktığım şey odur. Ben
inanıyorum ki solun gerçek tarihi böyle resmi tarihin dışına çıkarak
öğrenilebilir.
Yanlış
anlaşılırım gibi bir düşünce oluştu mu, çünkü yaşayan insanlar
hakkında yazmak daha zor derler, mesela yazmadığınız yerler oldu mu?
Enver Sezgin-
Açıkçası, özellikle ilk gençlik dönemlerini yazarken, henüz TKP’li
olmadığım dönemlerde, bazı bölümlerde birtakım insanların isimlerini
değiştirdim. Çünkü kendileri istemediler. Öyle olaylar var ki; ben
de onların isimlerini yazmazdım, ama bunun dışında keşke bunu
yapmasaydım diye bir şey yok, henüz olmadı. Bu kitabı bitirdikten
sonra Batman’a gittim ve bu kitabın tanıtımını orada yaptım. Eski
arkadaşlarımın hepsini çağırdım, geldiler, ortaokul arkadaşlarımdan
tutun eski TKP’li arkadaşlarıma kadar, kitabı aldılar ve olumsuz
eleştiriyle karşılaşmadım.
Böyle kitaplar
yazmak özeleştiri yapmak gibi bir şey, hesaplaşma oluyor... Öte
yandan da bunların hiç yazılmamasına taraftar olan bir kesim var.
Bir anlamda deşifre olmak gibi hissediyorlar... Nereye kadar
yazılmalı bir anı? Geçmişle nereye kadar hesaplaşmalı?
Atilla Keskin-
Ben hiçbir konuda sansür konulmasına taraftar değilim. Geçmiş iyi
bir şekilde ortaya çıkartılacaksa bunlar yazılmalı. Sosyalizm
denilen olay insanları en mutlu kılacak olaydı, yine de en yakın
arkadaşlar birbirlerini vurdular. Birbirlerine Maocu bozkurt, sosyal
faşist dediler. Korkunç bir travmaya geldik. Ben Sovyetler
Birliği’nin tarihini incelediğimde ta Lenin döneminde de böyle
şeylerin olduğunu tespit ettim. Arnavutluk’a gittiğimizde dersimize
iyi çalışıp gitmiştik, biz biliyoruz kim kimin neyidir, bazı
resimler var kalemle karalamışlar, altında da ismini karalamışlar,
belli politik ayrılıklar olduğu için mi temizlediler, yok mu
ettiler?... Bunlar hoş değil, bu nedenle ben hiçbir sansüre tabi
tutmadan yazmaya çalışıyorum.
Ömer Ağın-
Atilla arkadaşın söylediği gibi, anılarını yazan arkadaşlar resmi
tarihe kaçmadı. Orada özen gösterdik. Ne kadar başarabildik? Sonuçta
insan subjektif bir varlıktır, bütün değerleri yansıyor yazdıkları
yaptıkları şeylere. Ben kitabıma olumlu tepkiler aldım, 6-7 ay oldu,
bu tepki genellikle edebiyat çevresinden, yazarlar çevresinden oldu.
Bizim insanlarımız da olumlu tepkiler verdi, diğer yandan böyle
tarihe yönelik anı kitabı yazarken birkaç arkadaş birleşip,
tartışıp, bunları yazsaydın diyen insanlar da oldu. Ben bu yöntemi
seçmedim. Seçmememin nedeni, resmi tarihten biraz uzaklaşmak
amacıylaydı. Şimdi şüphesiz bizim söylediklerimizin doğruluğunu
yaşam test edecek. Bir dönem yazmışız. Bu süreç bir hareketin
tarihiyse, o dönemde yaşamış insanların düşüncelerini almakla tarihe
katkı sağlanır.
Ben yaşadığım ve
tanık olduğum şeyleri yazdım. Duyduklarımı, parti hakkında bana
anlatılan şeyleri yazmadım. Olabildiğince de objektif yazmaya
çalıştım, sadece nesnel değil, duygusal yanı da vardı. Sol harekete
katılan insanlar her şeylerini ona verdi. Ben çocuğumu altı aylıkken
bıraktım, onu gördüğüm zaman ilkokul dördüncü sınıftaydı, bu
duyguları yazmakla da tam ifade edemezsiniz. Politik yazılarım çok
çıktı partinin yayınlarında, dergilerinde ama böyle kitap olarak anı
roman türünde ilk kitabım. Eğer başarabilirsem önümüzdeki dönem
TKP’nin psikolojik ve insan ilişkilerini içeren bir kitap yazmayı
düşünüyorum. Bunlar bizim için çok önemli, eski kırgınlıklar böyle
ortadan kalkar, bütün sol böyle buluşabilir. Ama dediğimiz gibi
yöntem, düşünce tarzı, eleştirel hesaplaşma anlamındadır, böyle
yaklaşımlar gelişirse insanlar resmi tarihten de kopar,
açıkyüreklilikle birbirini, kendisini de değerlendirir inancındayım.
Enver Sezgin- Bu
tür kitapların çıkmasının başka faydaları da var. O dönemde yaşamış
insanların o dönemi tekrar okumaları değil, günümüz gençleri için
faydası vardır. Çünkü günümüz gençleri o dönemi hiç bilmiyor. Solla
tanışmış, ama solun pratik geçmişini bilmiyor, mesela benim kitabımı
okuyan gençlerle tanıştım, memnun olmuşlardı ve biz bu tarihi
bilmiyoruz diyorlardı. Bir de o dönemde yaşamış, ama o dönemin
içinde olmayan kesimler var, gerek konumları itibariyle, gerekse
önyargıları itibariyle uzak durmuşlar belki de antipati beslemişler.
Bu çevrelere karşı onlar için de yeni bir şeydir aslında. Günümüz
Türkiyesi’nde yaşamışlar, ama habersizler.
80’i milad
alırsak yirmi üç sene geçmiş. Niye bu kadar uzun süre beklediniz?
Enver Sezgin-
Ben 91’e kadar zaten kaçaktaydım ve ne maddi koşullar ne de diğer
koşullar böyle bir kitap yazmama elverişli değildi. 91 yılından
sonra da maddi yaşamımı yeniden inşa dönemi vardır. Bugüne kalması
tamamen benim yaşamımla ilgili bir şeydir. Aslında bu tür şeyleri
yazdığınızda da birilerinin sizi teşvik etmesi gerekir... Çünkü
orada bir yerde takılıp kalıyorsunuz yazayım mı yazmayayım mı,
başarılı olur muyum olmaz mıyım?...
Yakın tarihe
değinen, özellikle 75-80 arasındaki yoğun hareket olan döneme
ilişkin hemen hiçbir hesaplaşma yok. Acaba biz bu işe devam
edeceğiz, bu kirli çamaşırları ortaya dökersek sorun yaratır diye mi
düşünüyorlar?
Enver Sezgin-
Bence bunun etkisi var. Sol örgütlenlemeler 90’lara kadar
varlıklarını sürdürüyor, dolayısıyla bazı insanlar örgütten gelecek
tepkiden ürktüğü için örgütten kopma kaygısıyla böyle bir şeye
girişmedi diye düşünüyorum. Türkiye’nin tam nereye gideceği belli
değildi. Bugün de çok net değil, ama acaba yine bir askeri darbe
olur mu diye bir kaygı var. Devletin politikalarından da çok emin
olmadıkları için insanlar bence yazamadılar. Bir nedeni de bu bence.
Atilla Keskin-
Aynı şeylere katılmakla birlikte farklı şeyler de söyleyeceğim. Bir
kere yazmak cesaret işidir. Hele hele kendi yaşadıklarıyla ilgili
bir şeyler yazmak daha büyük bir cesaret işidir. Biz örgütlü
insanlar uzun süre çok emniyetli bir şekilde yaşadık. Düşünsel
saldırı olduğunda toplu olarak karşı koyabileceğimiz örgütlerimiz
vardı, bu bizi rahatlatıyordu. Yalnız kaldığın zaman bunu yazmaya
çalışırsan daha da cesur olman gerekiyor. Mütevazı, davranmamak
gerektiğine inanıyorum, bu bir özveri işidir. Her zaman yapılabilir,
ama tek başına bir insanın yazarak bu cesareti göstermesi olumlu bir
şeydir. Niye geç kaldık meselesinde ben geç kaldığımı düşünmüyorum,
belli bir olgunlaşma gerekiyordu, ruhi hesaplaşma son derece
önemliydi.
Türkiye’ye
geldiğimde şöyle bir şey gördüm, insanlar ister örgütlü olarak devam
etsin, ister devam etmesin ütopyalarını şöyle ya da böyle
sürdürüyorlar. Ama bir kesim de var ki, eski örgütlerin eski
partilerin MK’larında bile yer almışlar, bunlar için sosyalizm,
örgütsel ilişkiler geyik muhabbeti olmuş rakı masalarında. Adam
merakını da yitirmiş. Olayı geyik muhabbeti hikâyesinden kurtarmak,
“sosyalizm çöktü, her şey kötüydü, ha ha ha hi hi hi” söyleminde
olanlara karşı bir mücadelenin olması gerekir diye düşünüyorum. Ben
bunu yaptım. Yazdıklarıma dönüp baktıkça bir hata yapmadığımı
görüyorum.
Ömer Ağın- Ben
şuna inanıyorum: Öncelikli olarak bir nesnenin tarihi olmadan o
nesnenin kuramı da olmaz, tabii tersi de doğrudur. Bizim
yazdıklarımızın bir nesnesi olması lazım. Benim için sonuçta bu bir
bireysel yaşamdır, bu bireysel yaşamın politik anılarıdır. Bunun
bilinç düzeyinde de olgunlaşması gerekliydi. İkincisi, Türkiye’de
yazılı çalışma çok sınırlı, nedeni de antidemokratik yasalardı.
Halen de devam ediyor. Ben bir dergiye vermiş olduğum bir yazıdan
dolayı 20 ay ceza aldım, 15 ay da fiilen yattım, 93 den 95’e kadar
hapisteydim. Bugün de halen insanlar özgürce düşündüklerini
yazamıyorlar, birçok engeller var.
Şimdi bizim
yazdıklarımızın bu manada da bu topluma katkısı olacaktır. Ben bu
açıdan da bunları önemsiyorum, bu tür şeyleri yazmamıza iten neden
de reel sosyalizmin yıkılmasıdır. Bütün dünyada acaba biz yanlışı
nerede yaptık diye daha eleştirel bir noktadan bakma anlayışı
gelişti. Sadece Sovyetler Birliği değil, bütün sosyalizm kuramına,
sosyalizmin pratiğine, diğer düşünceler karşısındaki duruşlarına
bakarak, eleştirel bakarak da fikirler oluşmaya başladı. Karınca
kararınca herkes kendince... Ama düşünce tarzı böyle oluştu ve beni
yazmaya iten nedenlerden bir tanesi de budur.
Biz kendimize
eleştirel bir yaklaşımla baktığımız zaman sanki bizim hareketimiz
yara alır diye düşünüyoruz. Bu da bir nevi otosansür... Ama reel
sosyalizmin yıkılışı bu manada bazı şeyleri kırdı inancındayım,
tarihimize baktığımız zaman eksiklerimiz, hatalarımız, insani
zaaflarımız, yapılan yanlışlar, insan faktörlerinden kaynaklanan
reel baskılar, nesnel durumlar neydi? Bu tür şeyler de bizi
düşündürmeye itti. Birtakım şeyleri yazma gereği duyduk. Herkes
yazmayabilir, bu çok doğaldır, hatta yazılanlar üzerinde insanlar
fikir de söylemeyebilir. Bu da çok doğaldır ve bir tercihtir. Kendi
fikirlerini, kendi anlayışlarını söyleyerek bu kitapları da
yanlışlayabilir, hatta doğrulayabilirler. Bu, insanların kendi
tercihleridir. Bizim kuşak halen yaşıyor ve biz beraber yaşadığımız
bu dönemi anlatacağız ki onlar daha yaşamdayken kendi düşüncelerini
söyleyebilmeli, kendileri de yaşadıklarını yazabilmeli. Bu manada da
yerinde, zamanında yazdık inancındayım.
Anılar bir
anlamıyla edebi çalışmalar... Kitaplarınızı bu açıdan nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Atilla Keskin-
Bu tür kitapların daha kalıcı olması için belgesel olmaktan çok
edebi bir yan da taşımalılar. Edebi bir kaygıyla yazılırsa, biz
kendimizi bu konuda geliştirebilirsek, daha olumlu olacağına
inanıyorum. Şahsen ben kendimi yazar olarak kabul etmiyorum, yazmak
başka bir şey, yazar olmak başka bir şeydir. Örneğin Sait Faik’ten o
kadar çok öğrenmişim ki, insan sevgisini, insanları, çevreyi,
çevreden öğrenmeyi... Bu nedenle de kendime ilişkin söylüyorum,
edebi olarak da diliyle, üslubuyla gelişkin şeyler yapmak için çaba
harcamak gerekiyor. Geniş kitlelere hitap etmeliyiz, kitapların,
anıların edebi yanıyla birlikte duygulara hitap eden bir yanı da
olması gerekir. Yoksa bunlar kuru belgeler olarak kalır ve
istediğimiz şeye hizmet etmez diye düşünüyorum.
Ömer Ağın-
Yazılan her şeyi geniş anlamda edebiyat kapsamı içinde
değerlendirmek mümkündür. Dar anlamda edebiyat daha çok imgelerle
anlatılan, kurgularla anlatılan, tasarımları olandır. Bizim
yazdığımız şeyler politik anı türünde. Bu anlamda edebi yazılar
olmaktan çok deyim yerindeyse müsbet bilime, sosyolojik bilime yakın
şeyler olduğunu düşünüyorum. Ben imgeleri kullanmayalım anlamında
söylemiyorum, ama kurgu onun üzerine olduğu zaman anı yanı biraz
hafif kalıyor düşüncesindeyim. Bu manada dili ustalıkla kullanıyor
olmamız için de yazar olmak lazım, yetkinlik anlamında yazar olmak
lazım. Şahsen kendimde öyle bir nitelik bulmuyorum, ama yetkinleşmek
isterim. Genelleme açısından Atilla arkadaşa katılıyorum, uslüp,
anlatım biçiminin yanında edebi değerleri de kullanarak hem dili,
hem imgeleri, anektodları kullanarak yazılanları kuru bir anlatımdan
çıkarmak gerekiyor.
Enver Sezgin-
Anı yazmak hem çok kolay hem çok zordur. Zor, çünkü tanımlamak
gerekiyor, cesaret gerektiriyor. Bunu zaten kitap çıktıktan sonra
daha iyi anlıyorsunuz, somut hissediyorsunuz. Kolay, çünkü yaşadığın
şeylerden bahsediyorsun. Kuru kuru anlatırsan okunaklı olmaz, manası
olmaz. Edebi bir tadı olması gerekir. Okuyanın keyif alması, tad
alması, o dönemi bilmese bile ilgisini çekecek bir yanı olması
gerekir. Sanıyorum bu da anlatımın gücünden gelir. Anlatımın gücü de
edebiyat olmadan, edebi yanları, dili önemsemekten geçiyor. Aksi
mümkün değil.
(E dergisinden alınmıştır)