DÜNYA YOKSULLUĞU,
YOKSULLAŞMA VE
SERMAYE BİRİKİMİ
Samir
AMİR
Bugün
yoksulluk ve onu ortadan kaldırmak değilse bile, azaltmak gerektiği
konusunda bir söylem oldukça moda. Bu, artık yoksulluğu ortadan
kaldırmanın bilimsel ve teknolojik araçlarına sahip olmamıza karşın,
yoksulluğu yaratan ekonomik ve toplumsal mekanizmaları anlamaya
çalışmayan, ondokuzuncu yüzyıl tarzı bir yardımseverlik söylemidir.
Kapitalizm ve yeni tarım sorunu
Modern (kapitalist) dönem öncesinde tüm toplumlar köylü
toplumlarıydılar. Üretimleri özel bir takım sistemler ve mantıklar
tarafından yönetiliyordu -- ama bunlar bir pazar toplumu içinde
kapitalizmi yöneten, örneğin sermaye getirisinin maksimize edilmesi
gibi sistem ve kurallar değillerdi.
Hem
zengin, büyük ölçekli aile tarımını hem de tarımsal sanayi
şirketlerini kapsayan modern kapitalist tarım, şimdi üçüncü dünyanın
köylü üretimine yönelik kitlesel bir saldırı girişimi içinde. Bu
girişimin yeşil ışığı Dünya Ticaret Örgütü'nün (DTÖ) Katar,
Doha'daki 2001 Kasım ayı toplantısında yakıldı. Bu saldırının birçok
kurbanı var - çoğunluğu da, hala insanlığın yarısını oluşturmakta
olan üçüncü dünyanın köylüleri.
Neredeyse tamamen Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve Latin
Amerika'nın Güneyinde yerleşik bulunan, sermaye getirisi ilkesiyle
yönetilen kapitalist tarım, artık köylü olmayan milyonlarca
çiftçinin sadece birkaç binini istihdam ediyor. Makinalaşma derecesi
ve tek bir çiftçi tarafından yönetilen tarlaların muazzam büyüklüğü
nedeniyle, bunların üretkenlikleri genellikle çiftçi başına 1 ile 2
milyon kilogram ( 2 ile 4,5 milyon pound) tahıl arasında değişiyor.
Büyük
bir çelişki olarak, üç milyar çiftçi köylü tarımıyla uğraşıyor.
Bunların, oldukça farklı üretim ölçeklerine, ekonomik ve sosyal
karakteristiklere ve etkinlik düzeylerine sahip olan tarlaları iki
ayrı kesimde gruplandırılabilir. Bir grup yeşil devrimden
yararlanabilmiş olan, gübre, ilaç elde edebilen, tohum
geliştirebilen ve belirli bir makinalaşma derecesine sahip
olanlardır. Bu köylülerin üretkenliği yılda 10,000 ile 50,000
kilogram (20,000 ve 110,000 pound) tahıl arasında değişmektedir.
Ancak, yeni teknolojilerden yoksun bırakılmış olan köylülerin yıllık
üretiminin çiftçi başına 1,000 kilogram (2,000 pound) civarında
olduğu tahmin edilmektedir.
Dünya
tarımının en ileri kapitalist kesiminin en yoksullara kıyasla,
1940'tan önce 10'a 1 olan üretkenlik oranı, şimdi 2000'e 1'e
yaklaşmaktadır! Bu da üretkenliğin, tarım ve gıda üretimi alanında,
diğer herhangi bir alanda olduğundan çok daha eşitsiz biçimde
gelişmiş olduğu anlamına gelmektedir. Bu evrim aynı anda gıda
ürünlerinin (diğer endüstriyel ve hizmet ürünlerine kıyasla) göreli
fiyatlarının elli yıl önce bulunduğu düzeyin beşte birine düşmesiyle
sonuçlanmıştır. Yeni tarım sorunu işte bu eşitsiz gelişmenin
ürünüdür.
Modernleşme her zaman sermaye birikimi ve üretkenliğin artışı gibi
yapıcı boyutları, emeği pazarda satılan bir mal haline getirmek,
genellikle üretim ve hayatın yeniden üretimi için gereken doğal
ekolojik temeli tahrip etmek ve refahın küresel düzeydeki dağılımını
kutuplaştırmak gibi yıkıcı boyutlarla birleştirmiştir. Modernleşme
her zaman aynı anda, hem genişleyen pazarların istihdam yaratması
ile birlikte bazılarını içerip, hem de bir önceki sistem içindeki
konumlarını yitirdikten sonra yeni emek gücüne dahil edilmeyen
diğerlerini, dışlamaktadır. Kapitalist küresel genişleme, tırmanma
evresinde, dışlama süreçlerinin yanısıra birçoklarını da içermiştir.
Ama şimdi, üçüncü dünyanın köylü toplumlarında, sadece göreli olarak
çok az sayıda insanı dahil ederken kitlesel sayıda insanı
dışlamaktadır.
Burada ortaya atılmakta olan soru bu eğilimin hala Asya, Afrika ve
Latin Amerika'nın köylü toplumlarında üretmekte ve yaşamakta olan üç
milyar insan açısından işlemeye devam edip etmeyeceği sorusudur.
Aslında, tarıma ve gıda üretimine, tıpkı 2001 Kasım ayındaki DTÖ
Doha toplantısında ilkesel olarak karar kılındığı üzere, açık ve
düzensiz bir pazar içinde rekabet kurallarına tabi kılınmış herhangi
bir başka üretim biçimi gibi davranılması durumunda ne olacaktır. Bu
tür ilkeler üretim artışını kışkırtacak mıdır?
Bugünün üç milyar köylüsü tarafından kendi geçimlerini güvence
altına aldıktan sonra pazara sunulan gıdanın, onların yerine otuz
milyon yeni modern çiftçi tarafından üretileceği hayal edilebilir.
Böyle bir seçeneğin başarısının koşulları şunları içerecektir: (1)
verimli toprakların önemli bir miktanının yeni kapitalist çiftçilere
transfer edilmesi (bu topraklar şimdiki köylü nüfuslarının
ellerinden alınmalıdır); (2) (malzeme ve gereç almak için) sermaye;
ve (3) tüketici pazarlarına erişim. Böyle çiftçiler gerçekten de
şimdiki milyarlarca köylü ile başarıyla rekabet edebilirler. Ama bu
milyarlarca insana ne olacak?
Bu
koşullar altında, DTÖ tarafından dayatıldığı biçimiyle, tarımsal
ürünler ve gıda için genel rekabet kuralını kabul etmek, milyarlarca
rekabetçi olmayan üreticinin birkaç onyıllık kısa bir tarih dilimi
içinde ortadan kaldırılmasını kabul etmek anlamına gelmektedir.
Çoğunluğu zaten yoksulların en yoksulları arasında olan, kendilerini
büyük bir güçlükle doyurabilen bu milyarlarca insan neye
dönüşecektir. Elli yıllık bir zaman dilimi içinde, yılda yüzde 7'lik
sürekli bir büyüme hızı gibi komik bir hipotez altında gerçekleşen
bir sanayi büyüme bile, bu rezervin üçte birini emmeyi başaramaz.
DTÖ'nün rekabet doktrinini meşrulaştırmak için sunulan temel argüman
böyle bir gelişmenin, ulusu doyurmayı ve hatta gıda ihraç etmeyi
başarmış olan modern bir tarımla birlikte modern, zengin bir
kentsel-sanayi ve sanayi-sonrası toplum yarattığı ondokuzuncu ve
yirminci yüzyıl Avrupası ve Birleşik Devletlerinde sahiden de
yaşanmış olduğudur. Neden bu model çağdaş üçüncü dünya ülkelerinde
de tekrarlanmasın ki?
Bu
argüman bu modelin üçüncü dünya ülkelerinde yeniden üretilmesini
neredeyse imkansız hale getiren iki önemli öğeyi kavramayı
başaramamaktadır. Bunlardan birincisi Avrupa modelinin birbuçuk
yüzyıl boyunca emek-yoğun bir sanayi teknolojisiyle birlikte
gelişmiş olduğudur. Modern teknolojiler çok daha az emek
kullanmaktadırlar ve üçüncü dünyanın yeni gelenleri eğer sınai
ihracatları küresel pazarlarda rekabetci olacaksa, bu teknolojileri
uygulamak zorundadırlar. İkincisi ise, Avrupa'nın, bu uzun dönüşüm
süresince, artık nüfusunun Amerikalara doğru yaptığı kitlesel göçten
yararlanmış olduğudur.
Kapitalizmin gelişmiş merkezlerinde tarım sorununu aslında çözmüş
olduğu inancı solun önemli kesimleri tarafından her zaman kabul
edilegelmiştir, bunun bir örneği de Karl Kautsky'nin, Birinci Dünya
Savaşı'ndan önce yazılmış olan ünlü kitabı, Tarım Sorunu'dur. Sovyet
ideolojisi bu görüşü miras almış ve bu temelde Stalinist
kollektivizasyon aracılığıyla gerçekleştirilen modernleştirmeden
kötü sonuçlar elde etmiştir. Her zaman eksik anlaşılmış olan şey,
kapitalizmin sorunu merkezlerinde çözerken, bunu aslında çevresinde,
yalnızca insanlığın yarısını soykırıma uğratarak çözümleyebileceği
devasa bir tarım sorunu yaratarak yapmış olduğudur. Marksist gelenek
içinde sadece Maoizm bu saldırının boyutlarını anlamıştır. O halde,
Maoizmi bir "köylü sapması" olarak suçlayanlar tam da bu eleştirinin
kendisiyle, emperyalist kapitalizmi anlamaya yönelik bir analitik
kapasiteye sahip olmadıklarını, onu genel olarak kapitalizm hakkında
soyut söylemler üretmek düzeyine indirgediklerini göstermektedirler.
DTÖ
ve savunucuları tarafından önerilen kapitalist pazar liberalizasyonu
aracılığıyla modernleştirme, nihayet, bu iki bileşeni, mutlaka
birleştirmeye bile girişmeksizin, yanyana getirmektedir: gıdanın
küresel bir düzeyde çoğunlukla Kuzeye ama ihtimalen gelecekte
Güneydeki bazı ceplere de yerleşmiş olan modern rekabetçi
çiftçilerce üretilmesi; ve şimdiki üçüncü dünyanın üç milyar
köylüsünün çoğunluğunun marjinalleştirilmesi, dışlanması ve daha da
yoksullaştırılması ve nihayet belirli bir tür rezerv olarak
saklanması. Yani modernleşme-öncesi ve etkinlik-egemen bir söylemi,
kurbanlarını (ekolojik de dahil) maddi bir yoksullaşma hali içinde
hayatta kalmaya iteleyen bir ekolojik-kültürel-rezerv politikaları
kümesiyle birleştirmektedir. Bu durumda, bu iki bileşen
birbirleriyle çelişmekten çok, birbirlerini tamamlamaktadırlar.
Başka
seçenekler hayal edip bunları yüksek sesle tartışabilir miyiz? Köylü
tarımının yirmibirinci yüzyılın görülebilir geleceği içinde
korunabileceği, ama, aynı anda da sürekli bir teknolojik ve
toplumsal ilerleme süreci katedebilen seçenekler? Değişim, bu
biçimde, köylülerin kırsal-olmayan ve tarımsal-olmayan istihdama
ilerici bir biçimde transferine izin veren bir hızda
gerçekleşebilir.
Bu
türden bir stratejik hedefler kümesi ulusal, bölgesel ve küresel
düzeylerde karmaşık politika bileşimlerini içermektedir.
Ulusal düzeyde bu, köylü gıda üretimini -yerel ve uluslararası-
modern çiftçilerin ve tarımsal sanayi şirketlerinin eşitsiz
rekabetinden koruyan makro politikalara işaret eder. Bu da - zengin
Kuzeyin tarımsal teşvikleri tarafından fazladan yönlendirilmiş olan
uluslararası pazar fiyatlarıyla ilişkisi kopartılmış- kabul
edilebilir yerel gıda fiyatlarının güvence altına alınmasına katkıda
bulunacaktır.
Bu
tür politika hedefleri aynı zamanda, sınai ve kentsel gelişmeyi,
ihracat-yönelimli önceliklere (örneğin, ücretlerin düşük gıda
fiyatını işaret eder biçimde düşük tutulması) daha az dayanmaları ve
iç pazarın toplumsal açıdan dengeli bir biçimde genişlemesine daha
duyarlı olacak bir yönde sorgulayacaktır.
Aynı
anda, bu durum ulusal gıda güvenliğini güvence altına alan tüm bir
politika modellerini içermektedir; ulusal gıda güvenliği bir
ülkenin, vazgeçilemez özerklik bir marjına ve müzakere kapasitesine
sahip olma hakkından yararlanarak küresel toplumun aktif bir üyesi
olmasının vazgeçilmez bir koşuludur.
Bölgesel ve küresel düzeylerde ise DTÖ'yü yöneten doktriner liberal
ilkelerden uzaklaşan -bunların yerine, özgün başlıkları ve somut
tarihsel ve sosyal koşulları dikkate alan, farklı yerler için
yaratıcı ve özgün çözümler koyan-uluslararası anlaşmaları ve
politikaları içermektedir .
Yeni
Emek Sorunu
Gezegenin kentsel nüfusu artık insanlığın yarısını, en azından üç
milyar bireyi temsil etmektedir; köylülerse hep birlikte geri kalan
yarının önemsiz bir oranını oluşturuyorlar. Bu nüfus konusundaki
veriler orta sınıflar ve halk sınıfları olarak adlandırabileceğimiz
sınıfları birbirlerinden ayrıştırmamıza izin vermektedir.
Kapitalist evrimin mevcut evresinde, egemen sınıflar - birincil
üretim araçlarının resmi sahipleri ve bunların işletilmesinde onlara
eşlik eden üst düzey yöneticiler- kendi toplumlarının cari
gelirinden aldıkları pay önemli olmakla birlikte küresel nüfusun
sadece çok küçük bir kesimini temsil etmektedirler. Buna terimin
eski anlamıyla orta sınıfları da- ücret gelirleriyle geçinmeyenler,
küçük iş sahipleri ve mutlaka düşüş içinde olmayan orta düzey
yöneticiler- ekliyoruz.
Üretimin modern parçalarındaki geniş işçi kitleleri şimdi gelişmiş
merkezlerin kentsel nüfusunun beşte dördünden fazlasını oluşturan
ücret gelirleriyle yaşayanları kapsamaktadır. Bu kitle, aralarındaki
sınır hem dışardan bir gözlemci tarafından görülebilir olan ve hem
de etkilenen bireylerin bilincinde gerçekten yaşanan en az iki
kategoriye bölünmektedir.
Bunlardan birincisi, diğer şeylerin yanısıra onlara işverenlerle
pazarlık gücü veren mesleki vasıfları sayesinde istihdam açısından
göreli bir güvenceye sahip olmak ve genellikle, en azından bazı
ülkelerde, güçlü sendikalarda örgütlü olmak anlamında
istikrarlılaşmış diye adlandırabileceğimiz gruptur. Tüm örneklerde
bu kitle müzakere kapasitesini güçlendiren politik bir ağırlık
taşımaktadır.
Kararsız halk sınıflarını oluşturan diğerleri ise (düşük vasıf
düzeylerinin, vatandaş olmama statülerinin, ırklarının ya da
cinslerinin bir sonucu olan) düşük pazarlık güçleri tarafından
zayıflatılmış olan işçileri olduğu kadar, ücretleriyle
geçinmeyenleri de (resmi işsizler ve kayıtdışı sektörde çalışan
yoksullar) içerir. Bu ikinci kategoriyi, "dahil edilmemiş" ya da
"marjinalleştirilmiş" yerine "kararsız" olarak adlandırmak daha
yerindedir, çünkü bu işçiler sermaye birikimini yöneten sistemik
mantığa mükemmel biçimde dahil edilmişlerdir.
Gelişmiş ülkeler ve (veri elde edebildiğimiz) bazı Güney
ülkelerinden elde edilebilen bilgilerden yukarıda tanımlanan bu
kategorilerden her birinin gezegenin kentsel nüfusu içinde temsil
ettikleri göreli oranı elde ediyoruz.
Merkezler, gezegenin nüfusunun sadece yüzde 18'ini oluşturmalarına
karşın, nüfuslarının yüzde 90'ının kentsel nüfus olması nedeniyle,
dünya kentsel nüfusunun üçte birine evsahipliği yapmaktadırlar. (bkn.
tablo 1)
Halk
sınıfları dünyanın kentsel nüfusunun dörtte üçünü oluştururken,
kararsız altkategorisi dünya ölçeğindeki popüler sınıfların üçte
ikisini temsil etmektedir. (Merkezlerdeki halk sınıflarının yaklaşık
yüzde 40'ı ve çevredekinin yüzde 80'i kararsız alt
kategorisindedir.) Bir başka deyişle, kararsız halk sınıfları dünya
kentsel nüfusunun (en azından) yarısını ve çevrede de bundan çok
daha fazlasını temsil etmektedirler.
Kentsel popüler sınıfların bundan yarım yüzyıl önceki, İkinci Dünya
Savaşı sonrasındaki bileşimine bir göz atmak, halk sınıflarının
yapısını o zaman karakterize eden oranların bugün dönüşmüş
olduklarından çok farklı olduklarını göstermektedir.
O
zamanlar, bugünün üçte ikisine karşılık, üçüncü dünyanın payı (o
zaman bir milyar bireye yaklaşan) küresel kentsel nüfusun yarısını
aşmıyordu. Bugün güneyin hemen tüm ülkelerinde gördüğümüz
megakentler, henüz yoktular. Esas olarak Çin, Hindistan ve Latin
Amerika'da olmak üzere, sadece birkaç büyük kent vardı.
Merkezlerde, halk sınıfları, savaş sonrası dönem boyunca, çalışan
sınıflar tarafından sermayeye dayatılan tarihsel bir uzlaşmaya
dayalı olan istisnai bir durumdan yararlandılar. Bu uzlaşma
işçilerin çoğunluğunun "Fordist" fabrika sistemi olarak bilinen bir
iş örgütlenmesi formunda istikrar kazanmasına izin verdi. Çevrede
ise, -her zaman olduğu gibi, o zaman da merkezdekinden daha büyük
olan- kararsız oranı, (bugünün yüzde 70'den fazlasına karşın)
kentsel halk sınıflarının yarısını aşmadı. Diğer yarı ise hala,
kısmen, yeni sömürge ekonomisi biçimleri ve modernleşmiş toplum
içinde ve kısmen de, eski zanaat biçimleri içinde istikrar kazanmış
olan ücretlilerden oluşuyordu.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısını karakterize eden ana sosyal
dönüşüm tek bir istatistikle özeklenebilir: kararsız halk
sınıflarının oranı küresel kentsel nüfusun dörte birinin daha
altından, yarısından fazlazına ulaşmıştır, ve bu yoksullaşma olgusu
gelişmiş merkezlerin kendilerinde de önemli bir ölçekte yeniden
ortaya çıkmaktadır. İstikrarsız kentsel nüfus yarım yüzyıl içinde
çeyrek milyardan daha düşük bir rakamdan birbuçuk milyar insana
tırmanmış, ekonomik genişleme, nüfus artışı ya da kentleşme
sürecinin kendisini karakterize eden hızları aşan bir büyüme hızı
kaydetmiştir.
Yoksullaşma - yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki evrimsel eğilimi
adlandıracak daha iyi bir terim yoktur.
Nihayetinde, olgunun kendisi de yeni egemen dilde tanınmakta ve
onaylanmaktadır: "yoksulluğun azaltılması" hükümet politikalarının
elde etme iddiasında oldukları moda terimlerden birisine
dönüşmektedir. Ama sözkonusu yoksulluk, ya gelir dağılımı (yoksulluk
sınırları) tarafından çok kabaca, ya da (Birleşmiş Milletler
Kalkınma Programı tarafından önerilen insani gelişme endeksleri
gibi) bileşik endeksler tarafından daha az kabaca, ama sadece amprik
olarak ölçülen bir olgu olarak, bu yoksulluğu yaratan mantık ve
mekanizmalar hakkında tek bir soru bile sorulmaksızın, temsil
edilmektedir.
Bizim
bu verileri sunuşumuz buradan yola çıkarak ilerlemektedir, çünkü
bunlar bize tam da olguyu ve evrimini açıklamak açısından bir
başlangıç noktası oluşturmaktadır. Orta kesimler, istikrarlı popüler
kesimler ve precarious popüler kesimlerin hepsi de aynı toplumsal
üretim sistemine entegre edilmişlerdir, ancak onun içinde farklı
işlevler yerine getirmektedirler. Bazıları ise gerçekten de
zenginliğin nimetlerinden dışlanmışlardır. Dışlananlar da sistemin
bir o kadar parçasıdırlar ve sisteme -işlevsel biçimde- entegre
edilmemek anlamında marjinalleştirilmiş değillerdir.
Yoksullaşma asla hayatta kalmak için yeterli bir gelirin
bulunmamasına indirgenemeyecek modern bir olgudur. Aslında
yoksulluğun modernleşmesidir ve sosyal hayatın tüm boyutları
üzerinde yıkıcı etkilere sahiptir. Kırdan göçedenler altın çağ
boyunca (1945-1975) istikrarlı halk sınıflarıyla görece iyi
bütünleşmişlerdi- fabrika işçisi olma eğilimindeydiler. Şimdi yeni
gelenler ve onların çocukları ise, sınıf bilincinin yerine topluluk
dayanışmasının ikame edilmesini kolaylaştıran koşullar yaratan, ana
üretken sistemlerin kenarlarına yerleştirilmişler. Bu arada,
kadınlar, ekonomik kararsızlık tarafından erkeklerden daha fazla
kurbanlaştırılmaktadır, bu da maddi ve toplumsal koşullarının
bozulmasıyla sonuçlanmaktadır. Ve feminist hareketler fikirler ve
davranışlar dünyasında şüphesiz önemli ilerlemeler kazanmış
oldukları halde, bu kazanımlardan yararlananlar, elbette
yoksullaştırılmış halk sınıflarının kadınları değil, hemen sadece
orta sınıf kadınlardır. Demokrasiye gelince, onun da inanılırlığı
-ve elbette meşruiyeti- halk sınıflarının artan bir bölümünün yaşam
koşullarının karşılaştığı kötüleşmeyi engelleyememesi nedeniyle
erimektedir.
Yoksullaşma dünya çapındaki kutuplaşmadan ayrılamaz bir olgudur - bu
kutuplaşma gerçekten varolan kapitalizmin genişlemesinin özsel bir
ürünüdür, bu yüzden de onu doğası gereği emperyalist saymalıyız.
Kentsel halk sınıfları arasındaki yoksullaşma üçüncü dünyanın köylü
toplumlarını kurbanlaştıran gelişmelerle yakından bağlantılıdır. Bu
toplumların kapitalist pazar genişlemesinin taleplerine tabi
kılınması artan oranda çiftçiyi toprağın kullanımından mahrum
bırakan yeni sosyal kutuplaşma biçimlerini desteklemektedir.
Yoksullaştırılan ya da topraksızlaştırılan bu köylüler gecekondulara
göçü - nüfusun artışından bile daha fazla- beslemektedirler. Ama
liberal dogmalar sorgulanmadığı sürece tüm bu olgular daha da kötüye
gitmeye yazgılıdır ve bu liberal çerçeve içindeki hiçbir düzeltici
siyaset yayılmalarını engelleyemez.
Yoksullaşma hem ekonomi kuramının hem de toplumsal mücadele
stratejilerinin sorgulanmasına neden olmaktadır.
Geleneksel kaba ekonomik teori kapitalizmin genişlemesi tarafından
ortaya konulan gerçek sorunlardan kaçınır. Bunun nedeni, sistem
kapitalist üretim ve (basit piyasa ilişkilerinden ibaret olmayan)
değişim ilişkileri temelinde işler ve kendisini yeniden üretirken,
onun, gerçekten mevcut olan kapitalizmin analizinin yerine, değişim
ilişkilerinin (piyasanın) basit ve sürekli genişlemesi olarak
algıladığı imgesel bir kapitalizm teorisi koymaya çalışmasıdır. Bu
ikame de kolayca, ne tarih ne de rasyonal argümanlarca doğrulanan
önsel bir nosyonla, yani piyasanın kendi kendisini düzenlediği ve
toplumsal bir optimum ürettiği nosyonuyla çiftleştiriliverir. O
zaman yoksulluk sadece, nüfus artışı ya da politika hataları gibi,
ekonomik mantığa dışsal sayılan nedenlerle açıklanabilir.
Yoksulluğun birikim sürecinin ta kendisiyle olan ilişkisi geleneksel
ekonomi kuramı tarafından gözardı edilmektedir. Sonuçta çağdaş
sosyal düşünceyi kirleten ve onu dönüştürmek bir yana, dünyayı
anlama kapasitesini bile yokeden liberal virüs, İkinci Dünya
Savaşından bu yana oluşan çeşitli sol akımlara derinden nüfuz
etmiştir. "Bir başka dünya" ve alternatif bir küreselleşme için
verilen sosyal mücadelelere katılan hareketler ancak özgün bir
kuramsal tartışma inşa etmek üzere bu virüsten kurtulabilirlerse
önemli sosyal gelişmeler kaydedebileceklerdir. sosyal hareketler,
hatta en iyi niyetli olanları bile, bu virüsten kurtulamadıkları
ölçüde, geleneksel düşüncenin içine hapsolacaklar ve bu yüzden de -
yoksulluğu azaltma yönündeki söylemle ağzına kadar dolu olan-
düzeltici konumların mahkumu olacaklardır.
Yukarıda ana hatları belirlenmiş olan analiz bu tartışmanın
açılmasına katkıda bulunmalıdır. Bunun nedeni sermaye birikimi ile
toplumsal yoksullaşma olgusu arasındaki ilişkinin önemini yeniden
kurmasıdır. Bundan yüzelli yıl önce, Marx, bu bağlantının
arkasındaki mekanizmaları analiz etti ve bu analiz, o zamandan bu
yana ve küresel düzeyde asla aşılmış değildir.
Tablo
1. Dünya Toplam Kentsel Nüfusunun Yüzdeleri (yüzdeler istatistiksel
kestirimler nedeniyle tam olarak toplanmayabilir)
|
MERKEZLER
|
Zengin ve orta sınıflar |
11 |
13 |
25 |
Halk sınıfları |
24 |
54 |
75 |
İstikrarlı |
13 |
11 |
25 |
Kararsız |
9 |
43 |
50 |
Toplam |
33 |
67 |
100 |
Ele alınan nüfus (milyon)
|
1,000 |
2,000 |
3,000 |
|
|
|
|
|
|
|
(sendika.org’ dan alınmıştır.)
|