|
|
CANCUNDAKİ
TIKANMA ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER
Korkut BORATAV
Yapısal Bir Hata"nın Maliyetleri
Dünya
Ticaret Örgütü (DTÖ), belki de bir "gaflet" sonunda, "demokratik"
bir yapı içinde kuruldu. Bu yeni uluslararası örgütün en üst organı
olan Bakanlar Konferansı'nda kararlar, (kararın niteliğine göre) ya
oydaşma ("consensus"), ya üçte iki veya yarıyı aşan oyçokluğu ile
alınır ve şu anda 146'yı bulmuş olan üyelerden herbirinin bir oyu
vardır. Böylelikle, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ndeki gibi
sadece seçkin ülkelere bahşedilmiş veto hakkı yoktur ve Dünya
Bankası (DB) ve IMF'de olduğu gibi "hissedarların sermaye payları"
oranında ağırlıklandırılmış bir karar alma mekanizması yoktur. Bu
özelliğin DTÖ'nün zengin azınlığı için Bakanlar Konferanslarında
yarattığı güçlükler, 1997 Singapur toplantısının sonuna kadar AB ve
ABD heyetleri tarafından uygulanan çeşitli tehdit ve ödün öğeleri
ile aşılmaya çalışıldı. Amerikalı ve Avrupalı uzmanlar ve
diplomatlar, "yeşil oda toplantıları" diye anılan küçük ve yoğun
kulis çalışmaları sonunda ve "böl ve yönet" yöntemi sayesinde Üçüncü
Dünya hükümetlerinin temsilcilerini kendi çizgilerine getirmeyi
başarabildiler. Singapur toplantısı, böylece, DTÖ'nün müzakere
gündemini (yatırımlar, rekabet ve devlet ihaleleri gibi) ticaret
dışı konulara taşıma kararını aldı.
1997-1998 Asya krizi azgelişmiş ülkelerin birçoğunu küreselleşme
büyüsünden kurtaran bir katkı yaptı. Bunu izleyen ilk Bakanlar
Konferansı 1999'da Seattle'da gerçekleşti. Seattle'da Kuzey Amerika
sendikaları ile çoğunlukla Batı kökenli devlet-dışı kuruluşlar,
farklı gerekçelerle de olsa, küreselleşme karşıtı muhalefetlerini
sokaklara yansıttılar. Sokaktan güç alan, gözleri açılmaya başlayan
ve DTÖ çalışmalarını bloke edebileceklerinin farkına varan Asyalı,
Latin Amerikalı, Afrikalı temsilciler, Konferansın sonuçsuz
dağılmasını sağladılar.
Bir
sonraki Bakanlar Konferansı, "sokak etkeni"nin devre-dışı kaldığı
Doha'da yapıldı. Yoksul, azgelişmiş ülkelere "bir parmak bal"
çalınarak, Doha sonrasındaki müzakere gündemi "kalkınma round'u"
diye adlandırıldı; tüm konularda kalkınma önceliklerinin dikkate
alınacağına ilişkin bir taahhütte bulunuldu. Bu gevşek taahhüt
karşılığında ABD/AB bloku, Singapur gündeminin belirlediği "yeni
konular"ın, bir sonraki Konferans yeri olarak belirlenen Meksika/Cancun'da
karara bağlanması gibi stratejik bir kazanım elde etti.
Ne
var ki, Meksika'da "sokak", bir kez daha Konferansı kuşattı. Başta
Meksikalılar, Güney ve Kuzey Amerika'dan gelen küreselleşme
karşıtları, Afrika'dan, Asya'dan, Latin Amerika'dan gelen Üçüncü
Dünya temsilcilerine moral verdiler. Biraz da bu moral sayesinde,
Konferans başlar başlamaz, dünyanın en yoksul coğrafyalarından
birinden, Batı Afrika'dan gelen dört "gariban" ülkenin temsilcileri,
özellikle ABD'ne dönük bir çağrıda bulundular. Özetle ve mealen
şunları söylediler: "Sizlerin dış ticaret doktrininize göre Batı
Afrika, pamuk ticaretinde karşılaştırmalı üstünlüğe sahiptir. Ne var
ki, ABD'ndeki 25000 pamuk çiftçisine 4 milyar dolara yakın
sübvansiyon veriyorsunuz. Bu sübvansiyonlar sayesinde aslında pamuk
ihraç etmemesi gereken bu çiftçiler, dünya piyasalarına pamuğu bizim
maliyetlerimizin altında satıyorlar. Batı Afrika'da pamuktan
geçimini sağlayan 10 milyon insan, bu yüzden yoksulluğa mahkûm
kalıyor. 2006'ya kadar pamuğa dönük tüm sübvansiyonlarınızı kaldırın
ve bu arada pamuk fiyatlarındaki düşmeden dolayı bizim uğradığımız
zararları tazmin edin. Bunları kabul etmezseniz, Konferansın diğer
ve yeni konularda alacağı her karara karşı çıkacağız."
Pamuk
üzerindeki bu beklenmedik karşı çıkışa ek olarak, tarım konusunda
ABD ve AB'nin hazırladığı karar tasarısı, gelişmekte olan ülkelerin
Brezilya, Çin, Güney Afrika, Hindistan, Meksika ve Tayland gibi
prestijli üyelerini içeren bir grubu tarafından reddedildi. Tarımda
bir ilerleme sağlanmadıkça, Konferansın diğer gündem maddelerine
geçişe karşı (DTÖ'nün "demokratik" yapısı sayesinde) etkili bir
direnme gerçekleşti. Ve Cancun Konferansı, esas itibariyle tarım
politikalarındaki anlaşmazlık nedeniyle, bir sonuç belgesi
çıkaramadan, başarısızlıkla son buldu.
DTÖ'nün kuruluşuna damgasını vuran "yapısal hata" (yani "bir üye,
bir oy" ilkesi), böylece, "zenginler klübü"nün bu uluslararası
kuruluşun çalışmalarına egemen olmasını önlemiş görünmektedir. GATT
Uruguay müzakerelerinin sonuçlanarak DTÖ'nün kuruluş kararının
alındığı 1994'te, küreselleşme karşıtı hareketlerin sokaklara
hükmedecek bir kitleselliğe ulaşabileceği; üçüncü dünyadan gelen
resmi heyetlerin de neo-liberal doktrinlerin büyüsünden bu kadar
çabuk kurtulabilecekleri öngörülememişti.
Ancak, Cancun'daki "tıkanma"nın somut vesilesi DTÖ'nün tarım
anlaşmasının ana öğelerinin ve ilerleme gündeminin azgelişmiş
ülkelerde yarattığı rahatsızlıklar olmuştur. Bu nedenle Washington
ve Brüksel'in tarıma dönük politikalar üzerindeki reçetelerini biraz
daha ayrıntı ile tartışmak yararlı olabilir.
Tarımsal "Reformlar"ın Sakat Gündemi
Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde siyasi iktidarlar tarımsal ürün
piyasalarına müdahale etmekte iseler, temelde üç farklı amaç söz
konusu olabilir.
Birincisini popülizm dürtülerine bağlayabiliriz. Tarımsal yapıları
aile işletmelerine ve küçük üreticiliğe dayalı ülkelerin
yöneticileri, bilgi, sağduyu ve deneyimle farketmişlerdir ki,
tarımsal piyasalar kendi haline bırakıldığında üretici aleyhine
sistematik sonuçlar vermeye yatkındır. Yüzbinlerce üreticinin piyasa
güçlerine teslimi, (a) tarım/tarım-dışı (genellikle sınai) fiyat
hareketlerinin uzun dönemde tarım aleyhine seyri; (b) tarımsal
ürünün iç veya dış piyasalardaki (katma değer ve ek ara-mal
öğelerinden arındırılmış) nihai fiyatı ile çiftçinin eline geçen
fiyat arasında geniş bir makasın oluşması ve bunun zaman içinde
açılabilmesi ve (c) tarımsal ürünlere özgü büyük boyutlu fiyat
dalgalanmaları ile sonuçlanır. Farklı rejimler içinde kırsal kitle
tabanına dayanma gereksinimi içinde olan siyasi iktidarlar,
köylü-çiftçi nüfuslarını bu etkenler karşısında koruma amacı ile
tarımsal piyasalara müdahale etmişlerdir.
İkinci amaç, çelişkili ve hiyerarşik bir dünya sistemi içinde,
ekonomik rasyoneli zayıf dahi olsa, gıdada kendine yeterliktir ve
bu, pek çok azgelişmiş ülkede bir ulusal politika önceliği olarak
benimsenmiştir. Pirinç, buğday, mısır gibi temel gıda maddelerinin
ithal fiyatı ulusal üretim maliyetlerinin altında olsa bile, pek çok
ülke, toplam talebin yüksek bir oranını (mümkünse tümünü) ülke içi
üretimle karşılamayı, pahalı destekleme politikalarını göze alarak
gerçekleştirmeye çalışmıştır. Neo-liberal bağnazlık açısından bu
çabalar, kaynak israfının tipik reçeteleridir ve ithalat
serbestleştirilerek bunlara son verilmesi gerekir. Ne var ki, neo-liberal
reçetelere teslim olan pek çok ülke, beklenen refah artışları yerine
açlıkla karşılaştı. Örneğin, 2000 yılında yüksek (2.5 milyon ton)
bir mısır üretimi sağlayan Malawi, stok oluşturmaya kalkışınca
IMF'nin itirazı ile karşılaştı; "çok yüksek ve pahalı mısır stoku
tutmak israftır; bunları sat; başın zora girerse dünya
piyasalarından satın alırsın" önerisi ile baskı altında tutuldu.
Malawi, IMF anlaşması gereği stoklarını sıfırladıktan sonra 2001'de
kötü bir hasatla karşılaştı; üretim %36 düştü. 2000'de tonunu 45
dolara sattığı mısırları bir sonraki yıl 255 dolara ithal etmek
zorunda kaldı. Dünya piyasalarından alım yapacak gücü olmadığı için
ve üretim açığının sadece %6'sını ithalatla karşılayabildi. Sonuç,
yüzbinlerce insanın açlığa sürüklenmesi oldu. Bu tür felâketler
arttıkça, "gıda güvenliği" hedefine dönük eleştirilerin saygınlığı
aşınmaya başladı.
Üçüncü olarak kalkınmacı amaçlardan söz edilebilir. Gelişme
sürecinin erken aşamalarında, tarımsal artık kalkınmaya dönük bir
birikim kaynağı olarak kullanılabilme olanağı yaratır. Özellikle dış
piyasalara dönük tarımsal arzın pazarlanması, devletçe veya kamuya
ait kuruluşlar ("Marketing Boards") tarafından gerçekleşirse,
çiftçinin eline geçen fiyatla, birim ihraç fiyatı arasındaki makas,
politika önceliklerine göre sanayiye, tarımsal alt yapıya veya
eğitim-sağlık ya da enerji-ulaştırma türü sosyal/ekonomik alt yapı
yatırımlarına yöneltilebilecek bir birikim fonu oluşturabilir. Bunu
tarımın piyasa mekanizması aracılığıyla vergilenmesi diye
nitelendirebiliriz. Bu tür bir kamusal düzenleme yoksa, yerel
ticaret sermayesinin aynı işlevi görmesi teorik olarak imkânsız
görünmeyebilir. Ne var ki, (a) ticaret sermayesinin el koyacağı
"artık"ın bir birikim kaynağı olarak kullanılıp kulanılmayacağı,
belirsizdir; ve (b) kamusal kurumların yokluğunda pazarlama
kanalları çokuluslu şirketlerin denetimine geçebilir ve sözü geçen
"artık" ülke dışına aktarılır. (Öte yandan üçüncü dünyanın Markos/Mobutu
tipi yozlaşmış rejimlerinde bu kaynağın yönetici kliğin kişisel
servetine dönüşmesi de çok istisnai değildir.)
Bu
farklı etkenlere bağlı müdahaleler, ülkelerin tarımsal üretim ve
ihracat profiline, gelişme düzeyine ve tarımsal yapıda küçük
üreticilikle büyük-oligarşik toprak mülkiyetinin göreli
ağırlıklarına göre farklılık göstermiştir. Ancak, şu genel
saptamaların yapılabileceğini düşünüyorum: (a) Ülke içi temel gıda
talebini karşılayan ürünlerde (öncelikle hububatta, tali olarak
yağlı tohumlarda ve hayvancılıkta) destekleme yaygındır. (c) Büyük
ölçüde dış piyasalar için üretilen (kahve, kakao, kauçuk, çay gibi)
ürünlerde "vergileme" hedefi öne çıkmıştır. (c) Tüm koşullarda
çiftçinin eline geçen fiyatlarda istikrar da gözetilmiştir.
Bütün
bu etkenlerin sonunda, azgelişmiş ülkelerdeki iç ticaret hadlerinin
uluslararası tarım piyasalarındaki ticaret hadlerinden daha az
dalgalandığı; uluslararası ticaret hadlerindeki uzun dönem düşme
eğiliminin ülke içi fiyat hareketlerine yansımasının belli ölçülerde
önlenebildiği söylenebilir. Bu son saptamaya ilişkin iki ayrı
çalışmamın bulgularından örnek vereyim. Birincisi Türkiye ile
ilgili: 1974 temel alınırsa, 1996'da dünya tarımsal ticaret hadleri
42, Türkiye'nin iç ticaret hadleri 66 olmaktadır. İkincisi siyah
(Sahra-altı) Afrika ile ilgili: "Tüm gıda ürünleri" (TGÜ) ile
"tarımsal ham maddeler"in (THM'nin) uluslararası ticaret hadleri ile
siyah Afrika'nın iç ticaret hadleri (AİTH) 1973 ile 1987-1995
ortalamaları arasında karşılaştırılmaktadır ve TGÜ ile THM 39 ve
58'e düşerken AİTH'nin 113'e çıktığı belirlenmektedir. Dahası,
Afrika ülkeleri tarıma "çok" ve "hafif" müdahale eden iki gruba
ayrıldığında, AİTH müdahaleci grupta 138'e çıkmakta; "liberal"
diyebileceğimiz grupta ise 75'e düşmektedir. Bu arada, Afrika
ülkelerinde tarımsal fiyatların Türkiye'den daha iyi korunduğu
izleniminin doğduğunu da belirteyim. (Afrika için bu bulgular,
Cambridge Journal of Economics, Mayıs 2001'de yayımlanan bir
makalemde yer alıyor.)
Amaçları ne olursa olsun, azgelişmiş ülkelerde izlenen tarımsal
politikalar genellikle piyasalara müdahaleler biçimi almıştır. Taban
fiyatlar, destekleme alımları, ürün veya girdi piyasalarının
pazarlama kuruluşlarınca denetimi ve kredi-girdi sübvansiyonlarının
yaygınlaşması gibi... Özellikle ABD'nin tarımsal politikalarında
önem taşıyan çiftçilere üretimden ve girdilerden bağımsız olarak
(hatta bazen üretimi kısma karşılığı olarak) verilen transferler
üçüncü dünya ülkelerinde pek gözlenmez. İşte 1980'li yıllardan bu
yana, önce IMF/DB programlarında, sonra da DTÖ kural ve normları
aracılığıyla azgelişmiş ülkelere kabul ettirilmeye çalışılan
politikalar, tarımsal ürün ve girdi piyasalarındaki müdahalelerin
tasfiyesini hedeflemiştir. Genel olarak tarımcı nüfusa dönük (ve ABD
modelinde gözlenen türden) kaynak aktarımları ise, "meşru"
görülmüştür. DTÖ'nün tarım anlaşmasına bu ayrım, dış ticareti
saptırıcı desteklemeler kavramıyla girmiş; belirli ürünlere ve
girdilere dönük tüm müdahale ve kontroller, "kavuniçi kutu" (İngilizcesi
"amber", yani "kehribar" kutu) diye nitelendirilen bir kategoriye
alınmış ve bunların zaman içinde tümüyle tasfiyesi hedeflenmiştir.
"Kalkınma müzakereleri"ni başlatmak iddiasındaki Doha bildirisinde
dahi, "ticareti saptırıcı ülke-içi desteklemelerde büyük boyutlu
indirimler" müzakere gündemine alınmıştır. Buna karşılık, ABD-türü
"çiftçilere, cari üretimle ve fiyatlarla bağlantılı olmayan ve
devlet bütçesinden yapılan doğrudan ödemeler", "yeşil kutu" diye
adlandırılan bir kategoriye alınmış ve bu tür desteklemeler üzerinde
herhangi bir sınırlama, kısıtlama öngörülmemiştir.
Böylece pamuk çiftçisi başına yılda ortalama 150.000 doları aşan
doğrudan ödeme, herhangi bir destekleme alımı, taban fiyat, girdi
sübvansiyonu içermediği için "ticareti saptırıcı etki içermeyen"
türden bir transfer olarak kabul edilmiş; serbest bırakılmıştır. Bu
çerçeve içinde ABD'li pamuk çiftçisine verilen gelir transferinin,
pamuk üretimini desteklemediğini; dış ticaret kuramının kutsal
kavramlarından göreli üstünlük bakımından pamukta ABD'nin önünde
gelen Afrikalı üreticiyi yapay olarak handikaplı kulmadığını; dünya
pamuk fiyatlarını aşağıya çekerek Afrika pamuğunu piyasa dışına
itmediğini ve kısacası ticareti saptırmadığını ileri sürebilmek için
neoklasik bağnazlığa saplanmış olmak yetmez; açıkça kötü niyetli
olmak gerekir.
Ayrıca soralım: Azgelişmiş ülkelerde ticareti saptırıcı özellikler
taşıyan müdahaleler sayesinde, ulusal tarım fiyatları uluslararası
ticaret hadlerinin üstünde seyretmişse yanlış mı yapılmıştır; yoksa,
"etkinliği sağlamak" uğruna ulusal ticaret hadlerinin dünya tarım
fiyatları gibi göçmesi mi yeğlenmeli idi?
Öte
yandan sorun sadece DTÖ kurallarının tarafgirliğiyle ilgili
değildir. Son on beş yıl boyunca DB programlarında, Üçüncü Dünya
ülkelerinde tarımsal ürün piyasalarını ve ihracatını denetlemek için
kurulmuş pazarlama kurullarının ("Marketing Boards"un) kapatılması
istenmiştir. Ve pamuk üreticisi ve ihracatçısı Afrika ülkeleri de bu
"kurumsal tasfiye"den paylarını almışlar; pamuk piyasalarını
denetleme olanaklarından yoksun kılınmışlardır. DB programlarından
yakayı sıyırmış azgelişmiş ülkeler ise, DTÖ Genel Sekreterliği'nin
hazırladığı Cancun ön-taslağına göre, önümüzdeki on yıl içinde
kavuniçi kutu kategorisindeki (yani piyasa müdahalelerinden oluşan)
toplam destek ölçüsünü ("aggregate measure of support"u) %40
oranında azaltacaktır.
Tarımsal ihracata uygulanan sübvansiyonları ve kredi desteklerini
saymazsak, 1999'da ABD'nin ülke-içi tarımsal destekleme ödemelerinin
sadece %25'i, AB'nin ise %55'i "kavuniçi kutu" kategorisine girmekte
idi. Azgelişmiş ülkelerde ise bu oran %100'e yakındır. Ortak Tarım
Politikası reformu ile bu oranın AB'de yakın zamanda ABD oranına
yaklaşacağı öngörülüyor. ABD, AB, Japonya, Kanada gibi ülkelerde
farklı destekleme türleri genellikle bütçelere yansımaktadır ve
bunlar belli bir destekleme türünden diğerine geçebilecek esnekliğe
sahiptirler. Bütçe harcamaları IMF/DB ve uluslararası "rating"
kuruluşlarının kısıt ve baskısı altındaki azgelişmiş ülkeler ise bu
tür esneklikten yoksundurlar. Örneğin Türkiye'de tarım satış ve
kredi kooperatifleri ve desteklemeye dönük yetmiş yıllık bir
kurumsal miras tarihe karıştıktan sonra, ortaya çıkacak boşluğun
hangi bütçe imkânları ile, kaç yıl, nasıl süreceği belirsiz doğrudan
gelir desteği ile doldurulabileceğini sorgulamak gerekir.
DTÖ'nün kuruluşunda, ticareti saptırıcı destekler safsatasına kanıp
ses çıkarmayan azgelişmiş ülkeler Cancun'da uyandılar. DTÖ'nün tarım
gündemini lehlerine değiştiremeyince Konferansı bloke ettiler.
Fakat, pek çoğu, önümüzdeki bir iki yıl içinde IMF/DB programlarıyla
veya ABD/AB ile yapacakları ikili anlaşmalarla DTÖ çerçevesi içinde
direndikleri tarımsal ödünlerin çok daha fazlasını, üstelik tek
yönlü olarak vermeye mecbur kalacaklardır.
"Çeşitleniniz; işleyip satınız!"
Pamuk, şeker, pirinç, mısır, buğday... ABD ve AB'nin bu ürünlerde
örneğin Batı Afrika, Jamaika, Haiti, Meksika ve Suriye'ye karşı
göreli/karşılaştırmalı üstünlük taşımadıkları açıktır. Ne var ki,
dış ticaret göreli değil, mutlak üstünlüklere göre gerçekleşir. Bu,
fiilen, "ucuza satan kazanır" anlamına gelir ve "ucuza satma",
sadece "daha düşük mutlak maliyet" anlamına gelmez; buna ek olarak
ABD/AB'de tarıma dönük çok büyük hacimli (ancak neo-liberal
yaklaşımın meşru kıldığı) kaynak transferleri de düşük fiyatlı
ihracatı mümkün kılar. Bunun sonunda Afrika'da pamuk, Jamaika'da
şeker, Haiti'de pirinç, Meksika'da mısır ve Suriye'de buğday
üreticileri ya üretimden kopmakta, ya da üretim maliyetlerinin
altında fiyatlara mahkûm kalmaktadırlar.
Peki,
bu durumda sözü geçen ülkeler tarımda ne üretip, ne ihraç
edeceklerdir? Örnek verdiğim ürünler, Kuzey ve Güney'in rakip
ürünleridir. Soru, Meksika, Suriye gibi, üretim yapısı tarım dışına
ve sanayiye kayarak çeşitlilik kazanmış ülkelerde esas olarak
tarımcı nüfusu ilgilendirir ve üretimden kopmak zorunda kalmanın
sosyal yansımaları bakımından önemlidir. Örnekte saydığım diğer
ülkeler, özellikle de Afrika ülkeleri için ise soru, bütünüyle
ekonomik gelişmeyi tıkayacak bir önem taşımaktadır. Örneğin
Afrika'da izlenen sanayileşme politikaları, "Berg Raporu" diye
anılan 1982 tarihli bir DB raporundan bu yana, neo-liberal
iktisatçılarca insafsızca eleştirilmekte; sanayiye dönük yönelişler
bu ülkelerin iktisat politikalarında belirleyici rol oynayan Bretton
Woods kurumlarınca desteklenmemektedir. Kısacası, tarımdaki
tıkanmaları, tarım-içi kaynak kaydırmaları ile çözme seçenekleri
öncelik taşımakta; sorunu sanayileşmeci politikalarla aşma çabaları
kösteklenmektedir. Bu durumda, Kuzey'in aşırı sübvansiyonlu
ürünlerine rakip olmayan ürünlerde uzmanlaşmayı artırma; yani
hububat, şeker pancarı ve pamuk tarlalarında (nasılsa) kahve, kakao,
çay ve kauçuk yetiştirme seçeneği mi söz konusu olacaktır? Bu
fazlasıyla abartılı ve eskimiş öneriyi, artık, DB dahi öncelikle
savunamıyor. Bunun yerine, "çeşitlenme ve işleyerek ihraç" önerileri
rağbet görüyor.
"İşleyerek ihracat" önermesinin geleneksel anlayışıyla sanayileşmeye
açılan bir pencere olarak anlaşılmadığını; tarım ürünlerini ham
biçimiyle değil, paketleyerek, olgunlaştırarak, suyunu çıkararak,
şişeleyerek, olsa olsa konserveleyerek ihraç etmenin kastedildiğini
vurgulamak istiyorum. Bu bağlamda, sorunun çok daha derinde
yattığını görmek gerekir. Önce Albert Maizels, sonra da 2002 Trade
and Development Report ile UNCTAD dış ticaret hadlerinde bozulma
eğiliminin sadece ham madde üretiminde uzmanlaşanlara özgü bir kader
olmadığını; dünya ekonomisinin azgelişmiş kutbunda yer alan
ülkelerin, merkez ile ticaretlerinde ister işlenmemiş veya işlenmiş
tarımsal ürünler, isterse (teknoloji-yoğun olmayan) sanayi ürünü
ihraç etsinler, aynı kaderi sineye çekmek durumunda olduklarını
gösterdiler.
Bu
tartışmayı, dış ticaret hadleri sorunsalının dışına taşıyarak
zenginleştirebiliriz. Otuz yıl kadar önce UNCTAD uluslararası ham
madde piyasalarının yapılarını, çokuluslu şirketlerin özel konumunu
da dikkate alarak incelemeye başladı. 1977'de UNCTAD verilerini
kullanarak genel olarak uluslararası ham madde ticaretinde, ampirik
olarak da muz ve tütün ticaretinde bölüşüm kategorilerinin
belirlenmesine dönük bir çalışma yapmıştım. Uyguladığım yöntem,
nihai fiyatı çeşitli aşamalardaki katma değer ve ara-mal
bileşenlerine ayrıştırarak ham maddenin doğrudan üreticileri ile
ihracatçı ülkenin paylarını, uluslararası veya ithalatçı ülkedeki
sermaye gruplarının ve devlet payları ile karşılaştırma olanağı
vermekte idi. Çok sonraları Fröbel, Gereffi ve diğerleri meta (veya
"değer") zincirleri adı altında, öncelikle sınai ürünler için ve
emek maliyetindeki uluslararası farklılıkların belirlediği
parçalanmayı uluslararası bir bölüşüm analizine dönüştürdüler. Son
yıllarda meta/değer zincirleri çözümlemesini tekrar ham madde
ticaretine taşıma girişimleri var. Bunlar, ham madde ticaretine
katılan farklı aktörlerin, üreticiden başlayarak nihai
tüketici-kullanıcıda son bulan meta zincirlerinin farklı
halkalarının nihai fiyattan aldıkları payların belirlenmesine
(1970'li yıllara göre biraz daha kaba yöntemlerle) imkân
verebiliyor.
Bu
tür bir kavram çerçevesinin bulguları, azgelişmiş ülkelerin tarımsal
ürün ihracatında sadece birim miktarda ürün ihracatına tekabül eden
ithalat kapasitesinin aşınmakta olduğunu (yani dış ticaret
hadlerinin gerilediğini) göstermiyor; buna ek olarak, tarımsal
ürünlerin nihai piyasalardaki fiyatları içinden ihracatçı ülkenin ve
bu ülkenin içinde de dolaysız üreticilerin (çiftçi/köylülerin) eline
geçen payın da düşmekte olduğunu gösteriyor. Üstelik, yeni
reçetelere uyarak "çeşitlenme/işleyerek ihraç" çabaları durumun
düzelmesine hiç katkı yapmıyor. Bazı örnekler vereyim:
· "Geleneksel ihraç ürünlerine devam..." :
Kahveyi örnek alalım. 1977'de ithalatçı ülkelerde gerçekleşen nihai
kahve fiyatı içinde , ihracatçı ülkelere intikal eden oran %51,
bunun içinden üretici (çiftçi) payı %27, devletin ve pazarlama
kuruluşlarının payı ise %24 olarak belirleniyor. 1994'te, kahve
ihracatçısı ülkelerde (özellikle Afrika'da) pazarlama kuruluşları
dağıtılmış; üretici ile ihraç noktası arasındaki alan büyük ölçüde
çokuluslu şirketler ve Batı'nın büyük süpermarket zincirleri
tarafından doldurulmuş; bunların sonunda ve nihai kahve fiyatının
içinde ihracatçı ülke payı (%17'si üreticilere, sadece %3'ü devlet
ve aracılara ait olmak üzere) %20'ye düşmüştür. N. Talbot'tan
aktardığımız bu bilgiye, International Coffee Organisation'ın
başkanı N. Osorio'nun bir saptamasını da ekleyelim: 1990 civarında
dünya kahve ihracat değeri 11 milyar dolar, perakende kahve
tüketiminin toplam değeri ise 30 milyar dolar olarak veriliyor. On
yıl sonra toplam kahve ihraç değeri 5.5 milyar dolara düşmüş; dünya
perakende kahve tüketim değeri ise 70 milyar dolara yükselmiştir.
Böylece kahve ihracatçılarının, nihai piyasalardaki kahve satış
hasılatı içindeki payı %37'den %8'e gerilemiştir. Keza, 1985 ile
1989 arasında Nestle'nin perakende satış hasılatı içinden elde
ettiği kârların payı %19'dan %32'ye çıkmış; büyük ölçüde ithal
maliyetinden oluşan ham madde giderlerinin payı ise %40'tan %23'e
düşmüştür. Bu tarihler arasında, ham çekirdek kahveyi süpermarket
raflarında içilmeye hazır kahveye dönüştürme sürecinde önemli bir
değişme olmamışsa, ihracatçı ülkenin/üreticilerin paylarındaki bu
aşınmalar, bölüşüm ilişkilerinde bozulmayı, kısacası, artan sömürü
oranlarını yansıtıyor.
· "Çeşitlenin, yeni ürünlere geçin; yaş
meyve, sebze, çiçek satın..." Gerçekten de tavsiye edilen bu ürünler
Batı ülkelerinde fazla korumayla karşılanmamaktadır. Ne var ki, sözü
geçen ürünlerin uluslararası ticareti giderek Batı'nın dev
süpermarket zincirlerinin kontrolüne girmiş bulunmaktadır. Yeni bir
UNCTAD çalışması, Kenya kökenli taze sebzelerin nihai fiyatı içinde
ihracatçı ülkenin payını %27, Zimbabwe kökenli mangonun nihai
fiyatında ihracatçı payını ise %23 olarak tahmin etmiştir.
· "İşleyerek satın..." Bu öneri, tütünün
sigaraya, kakaonun çikolataya, ham kahvenin paketlenmiş, içilmeye
hazır veya (bizde "neskafe" olarak bilinen) eriyen ("instant")
kahveye dönüştürülerek ihracını içermiyor. Bu tür dönüştürme ve
pazarlama aşamaları tamamen çokuluslu şirketlerin (örneğin BAT,
Cadbury, Nestle'nin) kontrolündedir ve çok önemsiz bir iki istisna
dışında azgelişmiş ihracatçı ülkeler bu türden dönüştürme sonunda
Batı piyasalarına nüfuz etmeyi becerememişlerdir. Genellikle
kastedilen, yukarıda değindiğim basit işleme aşamalarıdır. Bu
çerçeveye oturan örnekler de var: İki araştırıcı (Dolan ve Humphrey)
İngiltere'deki süpermarketlerdeki ithal kökenli havuç fiyatlarını
saptamışlar. Bunlara göre, paketlenmiş havuç fiyatı açıkta satılan
havuç fiyatlarını 2.2 misli aşmaktadır. Paketlenme işleminin,
azgelişmiş ülkedeki (örneğin Kenya'daki) maliyeti ise bu fiyat
artışının çok küçük (adeta mikroskopik) bir oranını oluşturur.
Kısacası, paradoksal olarak, "işleyerek satın" önerisi, "değer
zincirleri" içinde ihracatçı ülkenin katma değerden aldığı payın
azalması sonucunu verebilmektedir.
Kıssadan hisse
Tarımsal ürünler ticareti, gelişmiş ülkelerdeki aşırı destekleme ve
çokuluslu şirketlerin güçlü denetimi altında biçimlenmektedir. DTÖ
kuralları ve IMF/DB reçeteleri bu olguyu dokunulmaz bir veri kabul
etmekte; azgelişmiş ülkelerde uzun tarihi deneyimler sonunda
oluşturulmuş koruma/destekleme mekanizmalarının
etkisizleştirilmesini, giderek tasfiyesini hedeflemektedir. Faal
nüfuslarının önemli bir bölümü tarım ile geçinen ülkelerin kimi
yöneticileri, bu önerilerin olumsuz etkilerini farketmişler;
Cancun'da başarıyla direnmişlerdir. Ancak, DTÖ'deki direnme genel
"gidişatı" etkilemiyor. Kurumsal tahribat IMF/DB reçeteleriyle ve
AB/ABD ilişkileri içinde süregelmektedir. Yıkılan kurumların yeniden
inşası güçtür. Bu nedenle, âcil gündem, tutucu bir sloganla
"kurumlarımızı koruyalım" çağrısı ile başlamalıdır.
Daha
da önemlisi, sermaye birikiminin hacmi ve sektörel dağılımı üzerinde
kamusal denetimi yeni baştan ve yeni biçimlerde oluşturan; yeni
baştan planlamaya geçişi hedefleyen ve bölüşüm ilişkilerinde parazit
niteliği giderek artmış olan sermayenin egemenliğine son veren bir
yeniden inşa programını da gündeme getirmek gerekir. Bu, kurumları
koruma çabası ile sınırlı bir savunma stratejisinin de aşılmasını
gerektiriyor. Türkiye'de ve azgelişmiş ülkelerin büyük bir bölümünde
yönetici kadrolar ve egemen sınıflar, tamamen teslim olmuşlar;
savunmacı stratejilerin gerekliliğini dahi benimseme yeteneğini
yitirmişledir. Bu, büyük bir kayıptır; zira bağımsızlık sonrası
yıllarda, kalkınmacı politikaların egemen olduğu dönemlerde inşa
edilmiş, denenmiş, ekonomiyi biçimlendirmiş kurumları tasfiyeye
uğramış bir ülkenin yeniden inşa atılımına geçmesi de güçleşmiş
olacaktır. Tablo tamamen karanlık değildir. Bugünkü uluslararası güç
dengesi içinde dahi, egemen sınıfları ve yönetici kadroları hiç
olmazsa bir savunmacı çizginin gereğini gören birkaç ülke
çıkmaktadır. DTÖ çalışmalarına bakarsak, Batı Afrika'nın dört
"gariban" ülkesi, Hindistan, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika, Güney
Kore örnek gösterilebilir. Çin'in özel konumunu da ayrıca dikkate
almak gerekir.
Savunmacı çizginin ötesine geçen bir yeniden inşa stratejisini
gündeme getirmenin ön-koşulu ise, kanımca, her yerde (ve tabii ki
Türkiye'de) siyasi iktidarın sınıfsal içeriğinde radikal bir
değişmenin gerçekleşmesidir.
Kısacası, bir yandan yönetici kadroları ve egemen sınıfları
teslimiyet eğilimleri yerine savunmacı çizgiye çekmeyi hedefleyen
kısa dönemli; bir yandan da siyasi iktidarların yapısını kökten
dönüştürmeyi hedefleyen uzun dönemli mücadeleler önümüzdeki yılların
önceliklerini oluşturacaktır.(Sendika.org’
dan alınmıştır)
|
|
|