Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 
K. MARKS


İSTİKRAR PAKTI ÜZERİNE                                

Ergin YILDIZOĞLU

25 Kasım'da AB maliye bakanlarının çoğunluğu, Fransa ve Almanya'ya karşı, aşırı bütçe açığı sürdürdükleri için gereken yaptırımı uygulamamaya karar verdiler. Böylece, Financial Times'ın deyimiyle ''Avrupa'nın para birliğini ayakta tutan mali payanda devrildi'' Şaşırdığımızı söylersek yalan olur.

Avrupa Birliği sürecinin dalgalı denizlere (sert bir resesyona ya da uzun süreli bir durgunluğa) uygun bir gemi olmadığını hep vurguladık. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, ekonomik yapıları, gelişmişlik düzeyleri, ritimleri bu kadar farklı ülkelere tek bir faiz oranı ve bütçe açığı sınırı, bu her konjonktürde birilerini acıtacağı için, uygulanamazdı. Hele canı acıyacak olanlar Almanya ve Fransa olursa... İkincisi her para biriminin arkasında bir siyasi iradenin olması gerektiği varsayımından hareket ediyor ve bunun eksikliğine dikkat çekiyorduk. Küreselleşme, ulus devletin ortadan kalkmakta olduğuna ilişkin gerekçelere ise hiç itibar etmiyorduk.

'İyimser' bir bakış

25 Kasım kararı, para birliğinin mali payandasını yıktı, ama bu, Euro'nun geleceğinin tümüyle karardığı anlamına gelmiyor. Piyasalar da zaten endişelenmedi, Euro yükselmeye devam etti. Euro 'nun geleceğine ilişkin ''iyimserliğim'' Avrupa Birliği projesinin ''esas'' karakterinin giderek sürece daha çok damgasını vurmakta olmasına dayanıyor.

Avrupa Birliği sürecinin, ABD ve Asya karşısında, Fransa - Almanya ekseninde oluşturulmaya çalışılan bir blok projesi olduğunu birçok kez vurguladık. Bu saptama eğer doğruysa, AB aslında ulus/devletlerarası bir hiyerarşik /hegemonyacı ilişkilerin ve mücadelelerin yaşandığı siyasi, ekonomik bir coğrafyadır. Bu yüzden, ABD imparatorluk projesi fazına geçince AB'yi destekleme politikasını, köstekleme politikasıyla değiştirdi. Bu coğrafyada kalıcı bir hegemonya ilişkisi kurulduğu takdirde, Euro'yu destekleyecek siyasi irade de ortaya çıkmış olur diye düşünüyorum.

Geçen iki yılda, bu hegemonya ilişkisinin kurulması yolunda önemli adımlar atıldı. Birincisi, Irak sürecinde Almanya ve Fransa birlikte davrandılar; yanlarına Rusya'yı da alarak, ABD'nin inisiyatifini durdurmaya çalıştılar. Durduramadılar, ama olayların yönü bu ittifakı haklı çıkarmaya başlayınca, Fransa-Almanya ekseninin uluslararası saygınlığı ( ''yumuşak gücü'' ) arttı. Neoconların ileri sürdükleri, (örneğin, ABD'de Kagan' ın ''Paradise and Power'' , İngiltere'de Cooper' in ''The Breaking of Nations'' ) ''Postmodern'' Avrupa zayıf, bu yüzden diplomasiye ve pazarlığa daha çok önem veriyor, hâlâ ''modern'' Amerika ise güçlü ve istediğini yapıyor " tezi de, birçok ülkenin, dayatmacı emperyalist karşısında, pazarlığı tercih eden bir blokun yanında yer almasını hızlandırdı. İkincisi, Fransa ve Almanya, bir Fransa-Almanya birliği projesi doğrultusunda adımlar atmaya başladılar (Son durumun ayrıntılarını 14 Kasım tarihli Cumhuriyet'te aktarmıştık). Birlik projesinin ivedilik kazanmasının arkasında AB'nin 25 üyeye genişledikten sonra, birlik sürecinin aksamaya başlaması olasılığı yatıyor. Aktarmıştık: Fransa Başkanı, Raffarin ''Eğer 25 üyeli Avrupa Birliği başarısız olursa, Fransa'ya, bir Fransız-Alman yakınlaşmasından başka ne seçenek kalıyor'' diyordu. Fransa'nın Avrupa Birliği temsilcisi Pascal Lamy de ''Avrupa'nın bütünleşmeye devam edeceğinden emin değiliz. Bu yüzden bir Fransa-Almanya birliğinin iyi bir antidot olduğunu'' düşünüyordu. Kısacası, Fransa ve Almanya siyasi, ekonomik, kültürel, kurumsal, ama en önemlisi dış politika ve savunma alanlarında hızla birbirlerine yaklaşmaya, birbirleri adına konuşmaya başlıyorlar. Bu süreç ilerledikçe AB içinde siyasi ekonomik disiplini kuracak güçte bir iktidarın da oluşması olanaklı. Bu da Euro'yu, Avrupa'nın daha ileri bir siyasi birliğe geçmesine gerek kalmadan yaşatmaya yeter diye düşünüyorum.

Ulus devletin geleceği açısından da...

1990'ların başında, küreselleşmeci söylemle birlikte güçlenen ''ulus devletler ortadan kalkma sürecine girdi'' ya da ''ekonomik ve toplumsal yaşamın düzenlenmesinde ulus devletin etkisi hızla ortadan kayboluyor'' tezlerinin abartılı olduğunu hep vurguladık. Hem ulus devletin, özellikle kimi ulus devletlerin zayıflamak yerine güçlenmekte olduğuna, emperyalist reflekslerin sıklaştığına hem de emperyalist güçler ve uluslararası mali sermaye karşısında zayıflayan kimi ulus devletlerin, kendi halkları karşısında baskıcı özelliklerinin artmakta olduğuna dikkat çekmeye çalıştık. Ancak 1990'lar boyunca, ''küreselleşme'' ve ekonomik büyüme devam ederken Avrupa Birliği süreci, ulus devletlerin ortadan kalkmakta olduğuna ilişkin tezleri güçlendirir bir yönde ilerledi.

Ancak 11 Eylül günü, 1990'lara damgasını vuran tarihin sonu fantezisi büyük bir patlamayla çöktü. Patlama, bir ulus devlet olarak ABD'yi imparatorluk kurma fazına sokarken diğer ulus devletlerdeki egemen sınıfların, savunma iç güdüsüyle, ellerindeki en etkin araç ulus devlete sarılma eğilimini güçlendirdi. Bunun birçok örneği var: Almanya-Fransa yaklaşımı, Rusya'nın Putin yönetiminde restorasyonu, Çin'in yerel bir hegemonyacı güç olarak yükselmeye başlaması, kimi gelişmekte olan ülkelerin Doha ve Cancun 'da adeta bir blok oluşturarak ticaretin ve yatırımların daha fazla serbestleştirilmesini (ulus devletin denetiminin sınırlanması sürecini) bloke ettiklerini gördük. Aynı anda küreselleşme anlaşmalarını by-pass eden ikili anlaşmaların hızla yayılmakta olduğuna ilişkin gözlemler ortaya dökülmeye başladı. Nihayet geçen haftalarda, dikkatler ABD-Avrupa-Çin-Japonya arasındaki ticari anlaşmazlıklara ve korumacılık (ulus devletin iradesine ilişkin bir başka gösterge) eğilimleri üzerinde yoğunlaşmaya başladı.

Bir süredir, neoconların duayenlerinden Kagan ve Tony Blair 'in en çok dinlediği dış politika uzmanı ve diplomat Robert Cooper bu yeni durumu ve tabii ki kendi ulus devletlerinin konumunu açıklamak için yeni bir tezle savunmaya çalışıyorlar. Bu teze göre dünya üçe ayrılıyor: Postmodern, modern ve premodern. Postmodern dünya aralarında savaşmamaya karar vermiş, insan haklarını ulusların haklarının önüne koymuş, barışçıl bir karşılıklı bağımlılık içinde yaşayan ülkelerden oluşuyor. Bu postmodern dünyanın en iyi örneği Avrupa Birliği. İkinci dünyada ise geleneksel, hegemonya/imparatorluk, güçler dengesi kurallarına göre hareket eden ulusal egemenliklerine büyük önem veren ülkeler var. Amerika ve İngiltere, Çin, Hindistan, Rusya en göze çarpan örnekler. Bir de premodern ülkeler var. Bunları dağılan, başarısız ve hatta halklarının ulusal kimliğinin ifadesi olmaktan çıkmaya başlayan (buna dikkat!) devletler oluşturuyor. Son iki yıldır bu üç taraflı satranç oyununun nasıl gelişmekte olduğunu görüyoruz.

Ancak, 25 Kasım'da İstikrar Paktının başına gelenler, Avrupa'nın, ''modern'' takılan devletlerden çok farklı bir dünyada yaşamadığını, böyle emperyalist müdahalelere kılıf hazırlamak için üretilen (zorla modernleştirmeci) tezlerin de içinin gerçekten boş olduğunu bir kez daha gösterdi.

Cumhuriyet’ ten alınmıştır.

 

.

 

sayfa başına dön