Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 
K. MARKS

 

 

SOSYALİZM VE VATAN ÜZERİNE

Alev ATEŞ


‘Sosyalist Vatan’ , ‘Sosyalistlerin Anavatanı’ gibi kavramlardan ve Nazım Hikmet’ ten yola çıkarak yazdığım yazı için bir dostum, Nazım’ ın bu söylemini övmemin ve sahip çıkılmasının gerekliliğini anlatmaya çalışmamın aslında benim bilindik düşüncelerime ters düşüp düşmediği konusunda tereddütleri olduğunu söyledi. Ona göre benim yıllardır benimsediğim “Bağımsız Türkiye Sosyalizmi” anlayışının pek yakınına denk düşmüyordu bir başka ülkeye “vatanım” demek.

Bu, bir zamanlar bizim bazı eski dostlarla da tartıştığımız bir konu olduğu halde, bazı kavramlara nasıl yaklaştığımızın bir kez daha altını çizmek gerektiğini düşünüyorum.

I.

Bağımsızlıkçı, özgürlükçü yanı hep öne çıkarılan Aybar ‘ın bu anlayışını temellendirdiği sosyalistliği hep unutturulmaya ve bir kenara itilmeye çalışılmıştır. Belli kesim aydına göre yaman bir bağımsızlık
savaşçısıdır. Ama sadece o kadar. Bu bağımsızlık anlayışı o denli ileridir ki, bırakın enternasyonalizmi, sosyalizmi bile hiçe sayar.

Bir keresinde konuşmacı olduğumuz panellerden birinde “..bazı kişilerin Aybar ve Cilas isimlerini özellikle birlikte anmaktan hoşnut kişiler olduğundan bahisle Nail Satlıgan’dan Cilas’ ı anlatması istenmişti. Sanırım amacı anlayan Satlıgan’ın yanıtı kısa ve özdü; “Aybar’ın tüm muhalefet ve
önerilerini sosyalist olarak yaptığını bilmek gerekir.” İşte bu parantez dışında bütün övgü ya da eleştirileri sosyalizm temelinden ve ana fikrinden ayrı ve ilgisiz olarak ele almak çok açıkça çirkin ve kirli bir siyasi muhasebe tutmaktır. Aybar TİP’ in başına geçmeden çok önceleri (1940 lı yıllar)
sorunun bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm olarak ortaya koymuştur. Sosyalist sözcüğünün bile yasaklandığı dönemler, çokça titizlenmenin de bir sonucu olarak bu sözcüğü kullanmadan en dolaysız yapılabilecek şekliyle sosyalist bir düzenin tanımı bütün dünya görüşünü belirlemektedir. Açıkça şunu söylemektedir:Sosyalizm olmadan ne milliyetçi olunur, ne de anti-emperyalist olunur.” İşte burada sözü edilen ‘milliyetçilik’ gibi ‘Vatan’ sözcüğü de içi sosyalizmin enternasyonal niteliği ile anlamlandırılarak kavramlaştırılmalıdır.

II.

Sosyalizm bilimsel bir doktrin olarak ilkeleri yasaları, kuralları ile bir bütündür. Sosyalizm, kapitalizmin çelişkilerinin yarattığı ve kapitalizmden sonraki aşamayı temsil eden bir üretim biçimi, sosyo-politik bir sistemdir. Olumlu bir üretim biçimi olarak öteki üretim biçimlerinden ayırt eden ilke ve kurallar dört
noktada toplanmaktadır. Bunların sosyalist olan her toplumda bulunması zorunludur. Aybar’a göre bu basit dört kural : 1) Üretim, değiş-tokuş, ulaşım, kredi araçlarının kamulaştırılması. 2) Üst-Yapıların sosyalist bir öz ve biçim kazanması. 3) İşçi sınıfının bilime dayalı öncülüğünde emekçilerin iktidar
olması, baskın ve yönetici sınıf durumuna gelmesi. 4)Anarşik Pazar ekonomisinin yerini uyumlu ve dengeli büyümeyi sağlayan planlı ekonominin alması. (1975 SDP Programı)

Sosyalizmin daha başka ilkeleri kuralları da vardır elbette. Ancak ana kurallar bunlardır ve uygulamada her toplum bunları kendi toplumsal koşullarına göre değişik ölçülerde ve değişik biçimlerde uygular.
Örneğin Türkiye de Honduras da geri bırakılmış ülkelerdir ama ekonomik sosyal yapıları arasında derin farklar vardır. Kısacası her toplumun bu ayrı, ayrı olan yapısal özellikleri ayrı çıkış noktaları yaratır. Özellikle politik gelenek ve geçmişler derin farklılıklar içeriyorsa, bu ayrılık çok daha
derinleşebilir. O nedenle hiçbir model toplumlara deli gömleği gibi tepeden giydirilmemelidir.

Çıkış noktaları farklı olunca varış noktaları da farklı olur. Ekonomik sosyal yapıları farklı, özellikleri, gelenekleri farklı toplumların daha ileri bir üretim tarzına; Örneğin sosyalizme geçmeleri halinde her birinin uygulanacağı sosyalizm biçiminin birbirinden farklı olacağı; her birinin özelliklerini taşıyan
sosyalizm “model” leri karşısında bulunulacağı kuşkusuzdur. Yarın ileri kapitalist bir ülkenin sosyalizme geçmesi halinde ise bilinenlerden çok farklı bir “model” ile karşılaşılacaktır. Türkiye’ de Sosyalistlerin kurduğu bu kendine özgü modelin adı “Türkiye’ye özgü sosyalizmdir.” Yoksa “milli
sosyalizm” diye tarih içinde ve terminolojide ne anlama geldiği açık olan söylemin Aybar’ ın yazdıkları,söyledikleriyle hiçbir ilgisi yoktur.

Enternasyonalizm anlayışı da bu bağlamda ele alınmalıdır. “Bağımsızlık içinde dayanışma ve işbirliği” emperyalizme karşı mücadele edenler arasındaki ilişkilerin temel kuralıdır. Öte yandan alıntıları yaptığım SDP programı daha önce de birkaç defa yazdığım gibi “resmen çağrılmak koşuluyla dost devletlerin müdahalesine” bile yeşil ışık yakan bir parti anlayışını çizer, yeter ki sosyalist partiler birbirine “ağabeylik” yapmayı haklı çıkartmak üzere ne teori çarpıtılsın ne de pratiğin adı olan tarih
kokuşturulsun

lll.

TÜRK BÜROKRASİSİ
Ya da
BÜROKRATİK SOL

Başlıktaki ortak sözcük olan “bürokrasi”, bizce sadece Türkiye için diğer bütün ülkelerden ayrı bir kategoride önem taşır. Bu da ,hem bir olanak ,hem bir büyük tehlikeyi içerir.

“Türk bürokrasisinin ideolojisi yüzlerce yıllık bir tarihin ürünüdür. Merkezci, tümcül, otoriter güçlü devlet fikri bu ideolojinin temel ögesidir. Bu ana fikre göre: ‘Tarihin öznesi devlettir. Aşiretleri ulus yapan, imparatorluk haline getiren odur, devlettir. Bu tarihsel görevinde Devlet buyruğuna sınır tanımaz.’
Zamanla ‘Demokratik Cumhuriyet’ biçimine gelinse de bürokrasinin devlet anlayışı aynen sürüp gitmiştir.

İkinci öge uygarcılıktır. Osmanlı bürokrasi ağır savaşlar vererek ağırlığını kabul ettirmiş olan Batı’ ya dönük yüzü ile 300 yıldır Türkiye’yi ‘çağdaş uygarlık’ düzeyine eriştirmeye çalışmaktadır. Ve bu amaca da elbette güçlü bir devletle ulaşılabilir.

Bu bürokrasi 19. Yüzyıldan beri açık bir biçimde Türkçülük ilkesini benimsemiştir. İttihat Terakki Fırkasınca benimsenen bu ilke zaman içinde en serüvenci biçimde (Enver-Talat dönemi) ya da bu serüvenci biçiminden arınmış (CHF - CHP) karaktere bürünmüştür.

İşçileri, köylüleri tüm emekçileri işe karıştırmadan yukarıdan aşağıya hizmet anlamına gelen önerilere halkın aşağıdan destek olması ve böylece bürokrasiye taban oluşturmasını sağlayacak ilkesi ise ‘Halkçılık’ olup aslında milliyetçilik ögesinin tamamlayıcı unsuru olarak ortaya çıkar.

Tarihimizin önemli bir dönüm noktası olan ‘Laiklik’ bürokratik ideolojiye son giren ilkedir. Cumhuriyet döneminde rejimin başlıca dayanağı olmuştur. Uygarcılık laiklikle tamamlanmıştır. Dinle devlet işlerinin ayrılması uygarlık düzeyine ulaşmanın vazgeçilmez koşulu sayılmıştır.

Sonuç olarak Türk bürokrasisini şöyle tanımlayabiliriz: ‘Türk bürokrasisi, merkezci, tümcül, otoriter güçlü bir devletin varlığını, Türk milliyetçiliğinden esinlenen uygarlıkçı, reformcu, halkçı ve laik bir politika izlenmesinin temel koşulu sayan ve bu politikayı uygulamak v e uygulatmakla devleti koruyup
kolladıkları inancını taşıyan kamu personelinin oluşturduğu baskın bir sosyal gruptur’. Elbette, ‘kamu personelinin’ (ordunun kast edildiği açıktır -A.A.) yanı sıra bazı teknokrat ve çeşitli mesleklerden aydınların da önemli ve etkin bir kısmı da yukarıda özetlenen ideolojisi benimsediklerinden bu grubun
içinde yer alırlar.”.

Bürokrasinin tarihin içinden gelen bu ideolojik oluşumu, devleti son tahlilde kar sağlama aracı olarak gören siyasal felsefe ile de uzlaşmaz bir çatışmanın kaynağıdır. Devletleşme olgusu insanlık tarihinin en önemli aşamasıdır. Devlet en yüce varlıktır ve hatta uluslar kişiliklerini devletleşerek bulmuşlar ve
korumuşlardır. Ancak, Batı’nın kendi sosyolojisi içinde tarihsel yerine oturttuğu bir devlet anlayışı genel olarak bürokrasiyi bir “sınıf” olarak görmediğinden bürokrasi/devlet ilişkileri bambaşka bir açıdan ele alınmıştır. Hepimizin bildiği bu konunun bizi (yani sosyalistleri) bugünlerde ilgilendiren yanı ise toplumsal profilimizde olan değişikliktir. Ve buna bağlı olarak en eski dertlerimizin nüksederek ortaya sürülmesidir.

IV
SİVİL TOPLUM MU ?
SİVİL YÖNETİM Mİ ?

Cumhuriyet dönemi yani ulusal kuruluşun başlaması ile günümüze değin uzanan zamana dayanan süreç incelendiğinden açıkça görülür ki Türk bürokrasisi hiçbir döneminde sivil toplumdan yana olmamıştır. Yani çok partili olma denemeleri, batının bazı modellerini uygulama çabaları hiç bir şekilde
ve süreçte halkın katılımını istememiştir. Yönetime halkın doğrudan katılımı söz ve karar sahibi olması içselleşmiş bir ilke değildir. Üstelik Türk bürokrasinin Osmanlıdan tevarüs ettiği karakteri zaten halkın da katılıma çok da gönüllü olmadığına inanmasından gelmektedir. Işin özü de 600 yıllık Osmanlı toplumunda halkların kendilerini yalnızca mezhepler, tarikatlar yoluyla tanımlaması ve ifade etmesi ama bunun dışında bu dini kimliğini koruyan ve kollayan “devlet” in kendisi için her şey olduğunu içtenlikle benimsemiş olduğudur. Imparatorlukların çöküş ve ulusların oluşması süreci ile Hıristiyan tebanın teker, teker ayrılarak kendi bağımsız devletlerini oluşturmaları ile, geride kalan “Türk” unsurunun kendine yer edinebileceği maddi temeller bu büyük din /devlet birlikteliği içinde yürümüş ve Anadolu toprakları içinde kendine olabilecek en geniş sınırlar içinde “vatan” oluşturmuştur. Meclisin ilk kuruluşunda ve Ánadolu kongrelerine bakıldığında bölge ve halk temsilcisi olarak dini ulemanın bulunuşuna bu açıdan bakmak gerekir. Yani bu ulema da “devlet” i her şeyi gören ve din ile devleti özdeşleştiren ve Anadolu teşkilatlarına giderek meclise “devleti” kurtarmak için gelen kişileridir.

Mustafa Kemal’in çok partili rejim denemeleri de bu konuda bir ölçüttür. Örneğin M.Kemal tüm askerlerden ordu mu meclis mi tercihini tavizsiz bir şekilde istemiştir. Bu açık bir şekilde sivil yönetime yol açmaktır. Öte yandan mecliste yapılan ilk iş kendini çok rahatsız eden ve kullanım süresinin dolduğuna inandığı Yeşil Ordu, Halk İştirakiyun gibi oluşumlar tasfiye edilmiş, sağ muhalefette geniş bir biçimde tırpanlanmıştır. Ancak sağlıklı bir sivil topluma da sadece bu yolla ulaşılabilirdi fakat o dönem için öncelik yönetimin “sivil” bir niteliğe bürünmesindedir. Ötesi ise belki epeyce ilerilerde gerçekleşebilecek bir yönetim biçimidir ve adi da demokrasidir.

Özünü çok kısaca anlatmaya çalıştığım bu yaklaşım, hem siyasal olarak hem iktisadi olarak tam bağımsızlıkçıdır, en azından “kuramsal” olarak böyledir. Aydın bir sivil-asker bürokrasinin oluşturacağı
kadro modeli 20 yüz yıl başlarında, Sovyet devrimi ile birlikte aynı yönlere gitmeyi amaçlayan iki
modelden biridir. Bunların temel amacı bağımsız bir ülke de eşitlikçi bir toplum oluşturmaktır.

Ayrıldıkları ana konu “birey” e özgü olan “Özgürlük” anlayışının oluşturulması ve genişletilmesine yarayacak olan Devlet’ in temel nitelikleridir.
Bağımsız Türkiye Sosyalizmi tezini benimseyenlerin öncelikle üzerinde durdukları konu budur.
Osmanlı’ dan beri Türk’lerin tarihi, toplumsal yapının sınıfsal ayrışması, din olgusunun etkinliği gibi yapısal nitelikler; yukarıda sözünü ettiğimiz temel ayrımı rahatça ortadan kaldırıp, sosyalizm yerine başka bir şeyleri sosyalizm adı altında ikame etmeyi olanaklı kılmaktadır.

“Bizim bürokrasi yüzlerce yıl ekonomik sistem olarak bir çeşit (devletçi üretim) ilişkilerine dayandığı için
sosyalist ekonomiye bir bakıma yadırgamayabilir. Hele ilerde ekonomik dayanağını tümden yitirecek olursa bu yadırgamayış bir yatkınlığa bile dönüşebilir. Üstelik bürokrasi iktidarda bulunan güçlerden birisi olduğu için sosyalizme onun öncülüğünde geçmenin daha kolay olacağı düşünülebilir.Üretim araçlarının kamulaştırılmış olduğu, planlı bir ekonomi sisteminde (sosyalist sistemde) yönetimin bürokratlaşması, yeni bürokrasinin doğması bugün ciddi bir tehlike sayılmaktadır.
Bunun önlenmesi için tedbirler düşünülmesi gerekirken, sosyalizme bürokrasinin öncülüğünde geçmeyi önermek pek akıllıca iş olmaz. Sosyalizm işçilerin emekçilerin düzenidir. Sosyalizme geçiş de
onların işidir. Sosyalizmin taşıyıcısı da kurucusu da onlardır”

Bu görüş tümüyle sınıfsal temelin üzerine oturmaktadır. Işçi sınıfının nitelikleri, özellikleri yaşanan
çağın ve üretim biçiminin düzeyine göre değişse de sorun “artı-değerin” üretilmesi ve bunun üzerindeki
tasarruf hakkıdır. Tüketimin yeniden organizasyonudur. Ve bunun bu değerlerin sahibi tarafından
bizzat yapılmasıdır. Nitekim globalizmin sözcülüğünü yapan iktisat teoricilerinin durmadan “emek en yüce değer” olmaktan çikmıştır diyerek yeni üretim teorileri üzerine kıvrak üsluplarla yaygara kopartmaları bunun iyice unutturulabilmesi içindir. Işte üretim biçiminin yeni bir şekil alması, yeni üretim ilişkilerinin doğması temel gerçek olan “işçi sınıfı” gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü yüzlerce yıllık gelişmesi ile kapitalist üretim biçiminin yarattığı dünya; sınıflar arasında, ülkeler arasında gittikçe derinleşen uçurumlar oluşturmuştur. Ne teknolojik ilerleme ne de ne de işçi sınıfının mavi yakasının gittikçe beyazlaşması “sınıf” gerçeğini değil ortadan kaldırmak gittikçe
keskinleştirmektedir bile.

İşte gelinen bu aşamada sosyalizmin çeşitli nedenlerle sınıf gerçeğinden koparılarak bürokrasinin
eliyle kurulabileceğini düşünmek sosyalizme esastan ters düşmeyi sürdürmektir. Sosyalizme geçişin
objektif bir süreç olduğu ve bu süreci oluşturan çelişkilerin bizim irademiz dışında geliştiği unutulmamalıdır. Ancak toplumun gelişme yasaları bilinirse, çelişkilerin aşılmasında taraf olanların iradesi rol oynar. Bu nedenle de tarihsel gelişmenin bu aşamasında ve irademiz dışında oluşan bu
yeni dünyanın çelişkilerini de tepeden inme buyruklarla ya da bürokratlaşmış bir sosyalizmle bir çözmek olanağı yoktur.”

Artık iyice anlaşıldığını sandığımız biçimiyle, üretim araçlarının kamulaştırması, sosyalizme geçiş için yeterli değildir. Kamulaştırmayı yapan sınıfın niteliği önemlidir. Çünkü “işçi” sınıfının kamulaştırma amacı “ücretlilik” durumunun sonu ermesini hedefler ve bu nedenle de iktidarda kendisi(yani işçiler) olmak zorundadır. Çünkü başka hiçbir sınıf bu durumu sona erdiremez, erdirmez. Üretilen malların üretim koşullarını ve tüketim biçimlerini kendisi için başkasının saptamasının yarattığı sonuçlar çok yakın tarihimizde hazin bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Çünkü tüm kamulaştırmalara rağmen bürokratik yönetimler tarafından sosyalizm daima askıya alınacaktır. Sosyalizmin asil amacı olan sosyalist demokrasi gerçekleşmeyecektir.
Mekanik bir mantıkla, alt-yapı değiştiğinde er geç üst-yapının da ona uygun biçimde değişeceği ileri sürülebilir. Ama artık üst yapının iktidar sorunu olarak önemini ve kendi bağımsız ve hatta üretim ilişkilerini belirleyen bir nitelik aldığını gözardı edebilmek olanağı yoktur.

 

 

                                                                            

 
sayfa başına dön