|
|
KÜRTLER NE YAPIYOR ?
Ragıp DURAN
Kürt meselesi bu
aralar bir kez daha Türkiye, Ortadoğu ve dünyanın önemli siyasi
gündem maddelerinden biri haline geldi.
Şimdiye kadar, her halükarda esas olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin
kurulduğu dönemden bu yana, Kürtler, Ankara, Bağdat, Tahran ve Şam
yönetimlerinin baskıları ve bu baskıya karşı direnişleri sayesinde
bölgede önemli bir özne konumundaydı.
Kürtler bu kez, Amerikan işgali altındaki Irak'ta federal bir
devlet kurma planları ve söz konusu bu federal devletin Kürdistan
coğrafyası nedeniyle önplana çıkıyor.
Irak Kürdistanı'nın başkenti Hewler (Erbil) bu aralar
çok faal. Amerikalı, Kanadalı, Batılı hukukçular kalın dosyalarla,
haritalarla gelip Meclis binasında, Selahaddin'de,
Süleymaniye'de Kak'ların, Mam'ların ofisinde, Federasyon,
Federal Anayasa, Federe Devlet, özerk bölge meselelerini anlatıyor.
Her şey Federe'de
Malum Bağdat bu aralar biraz meşgul, bu nedenle merkezi devletin
planları bile federede hazırlanıyor. Arada sırada Kerkük ve
Musul'dan gelen patlama sesleri bu ciddi, siyasi ve hukuki
toplantıları bölse de, önemli değil:
Irak'taki işgale karşı Direniş, bu ofislerde "İktidarı yitiren
imtiyazlı Baasçıların can çekişmeleri" olarak yorumlanıyor.
Bomba, Hewler'deki İçişleri Bakanlığı önünde patlayınca da
"Saddam'ın casusları" deniliyor. Eskiden de öyle denirdi.
Ulus-devletsiz dört parçalı bir ulus
Kürtler, Ortadoğu'da Arap, Türk ve Farslardan sonraki en büyük ulus
olmalarına rağmen, Birinci Dünya Savaşından sonraki
ulus-devletlerini kurma fırsatını, hem Batılı galip devletler hem
dört başkentin engelleri hem de kendi siyasetleri nedeniyle
kaçırmışlardı.
Üstelik Kürtlerin binlerce yıldır yaşadığı topraklar, petrol ve su
gibi zengin doğal kaynaklara sahip olmasının yanı sıra,
Kuzey-Güney hattı üzerinde önemli bir jeo-stratejik
mevkide bulunuyor.
Nüfusu hem dört ulus-devlete dağılmış olması hem de kendi
ulus-devletlerinden yoksun olmaları nedeniyle Kürtler, dünya siyaset
tarihinde ve arenasında özel, yegâne, kuraldışı bir konumda.
Bir özellik daha var: Türkiye, Irak, İran ve Suriye'de yaşayan
Kürtler, tüm baskı ve asimilasyon çabalarına karşın, ulusal, etnik
kimliklerini şimdiye kadar büyük ölçüde korumayı başardılar ancak,
dört ülkede de özgür, huzurlu, demokratik bir yaşam çerçevesine
kavuşamadılar. Bir araya da gelemediler.
Bu durum Kürt tarihini, ulusal kimlik ve hayatta kalma savaşıyla
eşanlamlı kılmış durumda (Peşmerge!). Kapitalist pazarın
birleştirilme çabalarına karşı kâh dini kâh feodal önderliklerle de
olsa direnmiş olan Kürtler, son yüzyıl içinde, yaşadıkları yörelerin
coğrafyası itibarıyla da gerilla savaşında önemli bir deneyim ve
birikim kazandı.
Henüz 1920'lerde Şeyh Mahmud Berzenci'nin Süleymaniye
yöresinde İngiliz sömürgecilerinin havadan bombardımanlarına karşı
direnmesinden başlayarak, Irak'ta Melle Mustafa Barzani'yle
süren, İran'da ve Türkiye'de 1925 Şeyh Said İsyanıyla
başlayıp bugün farklı yöntemlerle sürdürdükleri özgürlük,
bağımsızlık, kurtuluş ve kimlik mücadelesi çok çeşitli nedenlerle
somut bir başarıyla sonuçlanamadı.
Mağdurun haklı olması yetmiyor
Kürt siyasetçileri, bu konular gündeme geldiğinde genel olarak
mücadele ettikleri rakiplerin vahşetini, gücünü abartıp
çaresizliklerini sergiler. Dünyanın, medeni Batının bu "soykırıma"
sessiz kaldığını söyler.
Kendi yapılarını, yaklaşımlarını, ideolojilerini, ittifaklarını özel
olarak da önderliklerini pek eleştirmez, sorgulamazlar. Azadi
ya da Hoybun örgütünün 1925 ya da Ağrı Dağı İsyanını
neden başaramadığını inceleyen bir çalışmaya ben rastlamadım.
Daha yakın bir geçmişte Türkiye'de Kürdistan İşçi Partisi PKK'nin
1984-1999 yılları arasında yönettiği silahlı ayaklanmanın da henüz
kapsamlı bir değerlendirmesi yapılamadı.
Sorun, akademik kitaplıkta bir eksiklikten kaynaklanmıyor. Çünkü
Irak ya da İran hatta Suriye'deki Kürdistan Demokratik Partilerinin
de kendi geçmişlerine eleştirel bir şekilde yaklaştıklarını duymak
pek kolay değil.
Oysa ki söz konusu tüm bu siyasi-askeri örgütler, yeni, genç, toy
örgütler değil. Ne var ki, kutuplaşmanın keskin olduğu, üstelik
siyasetin silahlarla yapıldığı bir bölge ve dönemde, hareketlere yön
veren ideoloji, rakip devlet ve orduların ideolojilerinden daha
ileri değilse, yenilgiler dizisi biraz da kaçınılmaz oluyor.
Çünkü, uluslaşma aşamasını, işte tam da ulus-devletini kuramadığı
için, tamamlayamamış olan halkların, modern ideolojiler yerine,
coğrafyanın ve tarihin de iteklemesiyle, kolayca sarılabileceği geri
ideolojiler cazip hale geliyor.
Milliyetçilik, bugün geniş Kürt siyaset dünyasını, Amerikan işgali
gerçeğini görmezden gelmeye zorluyor. Oysa ki, ilginçtir, Şeyh
Said'in 1925'deki 11 maddelik talep bildirisi, Hilafeti ihya
etmenin dışında (ki Hilafeti de "Türk kardeşlerimizle olan manevi
bağımız" olarak tanımlıyordu) esas olarak demokrat ve
özgürlükçü bir bildiriydi.
2004'de Barzani-Talabani kutbu, 1925'deki önderlikten hem içerik hem
de biçim olarak daha geri, daha az gerçekçi bir talep listesi
sunuyor. PKK'nin de 1978'deki Parti Manifestosu ile 1999'daki İmralı
Savunması arasındaki sürece baktığımızda, sol ideolojiden
etkilendiği dönemlerde daha az milliyetçi yaklaşımlara sahip
olduğunu görüyoruz.
Ülke işgal altında sen kalkıp işgalciyle birlikte...
Irak işgalinden bu yana Kürt dostlarımla anlaşamıyorum. Mart'tan bu
yana İstanbul'da, Ankara'da, Diyarbakır'da, Stockholm'de, Paris'te
kendini PKK'ye, Kemal Burkay'a ya da Mesud Barzani'ye yakın
hissedenlerle, bağımsız Kürt aydınlarıyla konuşuyorum.
Çeşitli Kürt siyasi akımlarının yayınlarını elimden geldiğince
izlemeye çalışıyorum. Evet, anlıyorum ama kabullenemiyorum: Kürtler,
bugün Irak'taki işgali, kendi deyimleriyle "Ehmede Xani'den bu
yana düşlerinde haklı ve meşru olarak yaşattıkları idealin
gerçekleşmesi için ele bir daha kolay geçmeyecek bir fırsat"
olarak görüyor.
Bu nedenle de özellikle Irak Kürdistanı'ndaki gelişmeleri büyük bir
mutlulukla karşılıyor. Yine de belirtmekte yarar var, Kürt siyaset
dünyası içinde, 1960'ların Amerikan emperyalizmine karşı mücadele
geleneğinden gelen şahsiyetlerle özellikle Diyarbakır'da yerel
yönetimlerde sorumluluk taşıyan siyasetçiler, en temkinli tahlilleri
yapan insanlar olarak temayüz ediyor.
Öcalan'ın son açıklamalarının bazı bölümlerinde, ABD-İsrail
ilişkilerine ve ilkel milliyetçiliğe dikkat çekmesi de manidar.
Irak Kürdistanı 1991'den bu yana, Çekiç Güç'ün de yardımıyla
olağanüstü bir gelişme gösterdi. Sadece bayındırlık alanında değil,
ekonomi, demokrasi, kültür, sanat alanlarında da Iraklı Kürtler
büyük ilerleme kaydettiler. Amerikan işgali öncesinde özellikle
Barzani, biraz da ticari çıkarları gereği, ama esas olarak siyasi
düzeyde, Saddam rejimiyle ilişkilerini sürdürdü.
İşgal öncesinde de Iraklı Kürtlerin Federasyon plan ve projeleri
vardı. Irak Amerikan işgaline uğramasaydı, Saddam rejimi iç
dinamikler sonucu yıkılsaydı, Arap ve güneydeki Şiilerin de
uzlaşmasıyla Federal Devlet planları yapılsaydı, hukuki bakımdan
yasal, siyasal açıdan da meşruluk sorunu herhalde olmayacaktı.
Oysa ki halen Kürtler, Amerikan işgali altındaki bir ülkede, Federal
Devleti gündeme getirirken, "Tarihi haklar", "manevi
değerler" gibi öznel yargılarla haritalar oluşturuyorlar.
Ülkenin dörtte üçünün işgalciye karşı direndiği bir ortam ve
dönemde, Kürtler, kısa ve uzun vade tüm planlarını işgal güçleri ve
ABD üzerine kuruyor. Ne var ki son haberlere göre, Irak'taki Kürt
önderliğinin planları, işgal valisi Bremer'i bile rahatsız etmiş
durumda. Hatta işgal makamları Kerkük'te KDP ve KYB'lileri gözaltına
aldı.
Gelişme Türk basınında, Vilayet temelinde Federasyon / Coğrafi
temelde Federasyon çelişmesi olarak sunuluyor. Ve sanki tek sorun,
Irak petrolünün yüzde 40'ını barındıran Kerkük'ün kimin yönetiminde
olacağı gibi takdim ediliyor.
Bir ulusun binlerce yıl elini kolunu bağlayıp dilini kesip köylerini
yakarsanız, mağdurlar, sadece bölge açısından değil bütün dünya
açısından en büyük ve en tehlikeli demokrasi düşmanı bir gücün
gerçek niteliğini kavramayabilir.
Ya da bu devletin gücünü kendi çıkarları için kullanabileceğini
sanır. Kiminle dans ettiğinin pek farkına varamadan... PKK'nin üst
düzey bir yetkilisi, ABD'nin Irak'taki "Şok ve Dehşet"
Operasyonunu "Demokratik İşgal" deyimiyle nitelemişti.
Bir başka PKK'linin Financial Times'ın birinci sayfasından
yayınladığı röportajında, "Ortadoğu'nun yeni haritasını ABD'nin
Kürtlerle birlikte çizmesi gerektiğini" savunmuştu. Irak'taki
Amerikalı yetkililerin (Garner ve Bremer) Kürt köylerinde kahraman
ve kurtarıcı gibi karşılanması da aslında çok trajik sahnelerdir.
Bir başka garip nokta da, bugün PKK'den Barzani'ye, Burkay'dan en
köklü PKK karşıtlarına kadar geniş bir Kürt kamuoyu, ABD işgalini ve
saldırganlığını bir şekilde onaylar hatta destekler bir konumda.
Çünkü onlar ormanı görmeden ağaca bakmaya çalışıyor.
Kürtler, Irak'ta Saddam rejiminin yıkılmasıyla doğan siyasal
boşluğu, ABD'nin onayı ya da göz yummasıyla doldurabileceklerine
inanıyor. Hatırlanırsa, Bağdat düştükten hemen sonra Barzani ve
Talabani, Irak başkentine gidip bürolar açmış, Reis imzalı posterler
asmışlardı.
Federal bir yapıda bile diğer ortakların kolay kolay
kabullenemeyeceği bir girişimdi bu, zaten ABD'nin de frenlemesiyle
atıl kaldı bu egemenlik kurma arzusu.
Özgürlük ve kurtuluş başkalarına bırakılmayacak kadar değerlidir.
Üstelik 1991 Körfez Savaşında Kürtler, Amerikan kışkırtmasına
kapılıp yine ağır darbeler yemişlerdi. Ağrı Dağı İsyanının İran'ın
yardımıyla, Mehabat Cumhuriyetinin de Sovyetlerin
suskunluğuyla sona erdiğini herhalde her Kürt hatırlar değil mi?
Benzeri bir ittifak Melle Mustafa Barzani ile zamanın İsrail
Başbakanı Golda Meir arasında da kurulmuştu. Bütün bu
deneyler bana Kürtlerin küçük atölyelerde çalışan genç işçi
adaylarının başdüşman olarak ustabaşını görmelerini hatırlatır.
Saddam'a karşı savaşırken İsrail ile mi ittifak yapacaksın? ABD ile
ittifak yaptığında doğal olarak karşında Arapları, Şiileri
bulacaksın. Bağdat, Ankara, Tahran ve Şam'a karşı çıkarken arkanda
ve yanında ABD mi olacak?
Melle Mustafa ile Golda Meir'in ruhları
Devlet deneyimi olmayan Kürt siyasetçilerinin büyük bir ihtimalle
henüz pek benimsemedikleri ya da fiiliyata geçiremedikleri önemli
bir kavram da "Raison d'Etat"dır. ( Bizim siyasal bilimciler
bu kavramı "Devlet Aklı" diye tercüme ediyorlar, oysa ki eski
Türkçe'deki karşılığı olan "Hikmet-i Hükümet" daha doğru bir
ifade olsa gerek).
Bugün Irak'ta bataklığa saplanmakta olan Amerikan devleti, Türkiye
Cumhuriyeti ile Irak'taki tek destekçisi olan Kürtler arasında
taktik bir tercih yapmış olabilir.
Ne var ki, orta ve uzun vadede, özellikle de sınırların değişmesi
söz konusu olduğunda ayrıca bir dizi jeo-stratejik ve ekonomik
gerekçeyi de hesaba kattığınızda, "Raison d'Etat" ağır basabilir.
Maalesef...
Kürtlerin hesaba katmadığı bir başka olasılık da Bush yönetiminin
önümüzdeki seçimlerde Beyaz Saray'dan alaşağı edilmesi....
Iraklı Kürtlerin siyasal girişimleri 2003 sonundan itibaren kan
dökülmesine neden oldu. Kürt-Arap, Kürt-Türk, Kürt-Şii, Kürt-Fars
ilişkilerini büyük ölçüde zedelemeye başladı.
Mevcut gelişmelerin kökenlerine baktığımızda tabi ki sadece Kürt
önderliklerini eleştirmek doğru olamayacaktır. Kürtleri bugün
işgalci ABD'nin yanına iten güçlerin, yani Saddam rejiminin yani
Ankara'nın da, sorumluluğu vardır.
Ama Saddam'a karşı mücadeleden ABD yanlısı cepheye geçmek de pek
kolay hazmedilir bir tutum değil, üstelik kalıcılığı,
sürdürülebilirliği çok tartışmalı. Hele bölgede barış ve istikrara
katkısı herhalde tartışma konusu değil.
ABD'ye yaslanarak özgürlük, kurtuluş, demokrasi, barış, huzur
olsaydı, federal ya da federe devlet hatta özerk bölge kurulsaydı,
bugün dünyanın en güzel, en rahat ülkesi İsrail olurdu!
Ankara'nın da sorumluluğu var tabi ki...
Ankara, neredeyse 1925'den bu yana inkarcı ve baskıcı politika ve
uygulamalarıyla, şekavet yaklaşımı ile kendi yurttaşlarının
neredeyse dörtte birini bölücü, terörist olarak damgaladı.
Üstelik Türkiye Kürtlerinin Ortadoğu'da, diğer ülkelerdeki Kürtlere
oranla önemli bir kaç özelliği var:
Dünyada en büyük Kürt nüfusu Türkiye'de yaşıyor.
Dünyanın en büyük Kürt kenti Hewler ya da Mehabat değildir,
İstanbul'dur (Yaklaşık 3 milyon). Türkiye, Kürtlerin yoğun olarak
yaşadığı diğer üç ülkeye (Irak, İran ve Suriye) oranla ekonomik
olarak en gelişmiş, demokratik olarak en olgun, kültürel olarak da
Batı Avrupa'ya en yakın olanıdır.
Türkiye Kürtleri, Irak, İran ve Suriye Kürtlerine oranla,
yaşadıkları ülkenin egemen ulusuyla, yani Türklerle en çok kaynaşmış
olanıdır.
Irak, İran ve Suriye'deki Kürtlerin çok büyük çoğunluğu kuzeydeki
Kürdistan bölgelerinde yaşarken, Türkiye Kürtlerinin yarısından
fazlası Doğu ve Güney Doğu Anadolu'nun dışında, Orta, Güney ve Batı
Anadolu ile Marmara'nın metropollerinde yaşıyor.
Karma evlilikler, Türk-Kürt siyasal, sosyal ve kültürel
birliktelikleri de diğer üç ülkedeki Kürtlerin egemen uluslarla olan
bağlarından çok daha kuvvetlidir. Sadece bu demografik ve sosyolojik
gerçekler bile, Ankara'nın kendi Kürtlerine en demokratik ortamı
sağlaması için yeterli nedendir.
Ne var ki, bugün Kürtlerin siyasal alandaki cazibe merkezi Türkiye
değil Irak'tır. Çoğu uygulanmayan AB reformlarına rağmen, bugün
Ortadoğulu herhangi bir Kürt, Diyarbakır'da değil Hewler'de yaşamayı
tercih ediyor.
Ankara, aslında hala kırmızı çizgiler teorisine bağlı. Türkiye'yi
yönetenler ve onların medyadaki sözcüleri, soruna, yani Irak'taki
gelişmelere sözümona Türkmen azınlığın hakları açısından bakıyormuş
gibi yapıyor.
Kendi Kürtlerinin haklarını sürekli olarak ihlal eden bir yönetimin
bu milliyetçi yaklaşımına karşı da, Irak'ta Sünni Araplarla Şii'ler
de yine milliyetçi ya da etnik temelli yanıtlar oluşturuyor.
Oysa ki Türk ya da Kürt milliyetçiliğinin panzehiri Arap
milliyetçiliği ya da Şii mezhepçiliği olamaz ki!
Geçen gün Hak-Par'ın Ankara'da yapılan Kongresinde "Kürtçe
konuşulması", "Kürtçenin bazı bölgelerde resmi dil olarak talep
edilmesi" ve "Federasyon talebinin tartışmaya açılması" resmi
ideoloji taraftarlarınca kınandı. Bence bu üç siyasi tutumun
özgürlük ve demokrasiye aykırı bir yönü yok.
Ne var ki, siyasi olarak Iraklı Kürtlerin, kıblelerini
Washington'a çevirdiği bir dönemde, Türkiye'deki bir siyasal
partinin de taktik-strateji ve tahlillerini esas olarak Barzani
temeline oturtması garip karşılanabilir.
Olası dört tehlike
Kürt dünyasında esen Amerikan rüzgarlarının bir kaç olumsuz etkisi
daha var:
* Aslında yıllardır özgürlük ve demokrasi için savaş vermiş
olan Kürtler, Ankara tarafından kolaylıkla 'Yabancı güçlerin maşası'
olarak suçlanabiliyor.
1925'den bu yana resmi propagandanın önemli bir unsuru olan bu
suçlama bugün bir nebze de olsa, özellikle resmi propagandanın
etkisindeki kamuoyunda belirli bir meşruluk kazanıyor.
* Kürtler, Türkiye'de başta sol ve İslamcılar olmak üzere,
egemen ulus-devlete karşı eskiden birlikte muhalefet ettikleri
geleneksel müttefiklerinden uzaklaşıyor.
Çünkü Türkiye'de sol da İslamcılar da, farklı şekillerde ifade
etseler de, küreselleşen siyasal evrende, ABD saldırganlığına karşı
çıkmadan herhangi bir özgürlük ya da demokrasi mücadelesi
verilemeyeceğini çok iyi biliyor. Özel olarak da Irak'ta!
* Kürtlerin bugünkü Amerikan yanlısı politika ve uygulamaları
çok kısa vadeli bir bakış açısından kaynaklanıyor olsa gerek. ABD
yarın-öbürgün Irak'tan geri çekilmek zorunda kalınca, kendi gücüne
değil, işgalcinin varlığına dayanan herhangi bir yapı ne kadar
yaşayabilir?
Üstelik bu yapının resmiyet kazanmasının ardından ülkede ve bölgede
yaratacağı, güçlendireceği nefretin sadece siyasal düzeyde kalmama
tehlikesi de mevcut.
Ulusal ya da etnik boğazlaşmanın tohumları Ortadoğu'da çok kolay
atılıyor. Kürtlerin bu konuda Barzani-Talabani iç savaşından (Kardeş
Kavgasından) edindiği önemli dersler vardır mutlaka.
* "Amerikancı", "Amerikan yanlısı" hatta "Amerikan uşağı"
gibi sıfat ve suçlamaları bence kesinlikle hak etmeyen mazlum bir
ulusun bazı siyasetçileri son dönemlerde, köylü kurnazlığı ile
küreselleşme ve neo-liberalizm gibi yaklaşımları, üzerlerinde yama
gibi dursa da benimsemeye başlamış durumda.
Özellikle ABD ve Batı Avrupa'daki Kürt diasporasında böylesine sahte
ve gerici bir modernleşme dalgası, modası görülüyor. Bu konum Kürt
ulusunun mazlum, mağdur dolayısıyla muhalif ve savaşçı niteliklerine
hatta özüne gölge düşürüyor.
Dünya ve bölge çapındaki saflaşmada Kürtleri, sağcı, gerici,
saldırgan kutba yaklaştırıyor. Mesud Barzani, ünlü makalesinde,
"Biz onlarca yıldır savaşıyoruz, binlerce şehit verdik, çok acı
çektik, bunu da vilayet temelli bir federasyon için yapmadık"
diyor ama bunca mücadele, bunca kayıp da herhalde emperyalist
ABD'nin safına geçip bölgeden tecrit olmak ve yeni düşmanlar edinmek
için verilmedi.
Milliyetçiliğin ilkeli de mikrosu da makrosu da bugün somut olarak
en saldırgan güç olan ABD'ye hizmet ediyor. ABD saldırganlığına,
emperyalizmine karşı çıkmadan dünyanın hiç bir bölgesinde barış ve
demokrasi için adım atılamaz.
Biliyorum Kürt dostlarım şimdi "E ne yapalım yani? Biz kendi
ulus-devletimizi kuramayacak mıyız?" diyor. Ulusların kendi
kaderlerini tayin hakkı herkesin saygı göstermesi gereken bir
ilkedir.
Ne var ki bu kaderi, ulusların "kendisi", "özgür" bir ortamda
belirler. İşgal altındaki bir ülkede yabancı bir devlet değil!
Ayrıca üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir başka boyut da,
21. yüzyılda ulus-devlet modelinin içerik ve yapı olarak vardığı
aşama olsa gerek.
Hangi Kürt ciddi bir şekilde şu soruyu sorup yanıt aradı: Bush,
Kürtleri neden seviyor?
|
|
|