GATS _
HİZMET TİCARETİ GENEL ANLAŞMASININ
TEKNİK BOYUTLARI VE KONUYA
TEORİK AÇIDAN BAKIŞ
Gaye YILMAZ
Türkiye’deki
reformları dünya kapitalist gelişim sürecinden bağımsız analiz etmek
mümkün değildir. Ancak, küreselleşme olarak isimlendirilen ve son
döneme damgasını vuran gelişmeler genelde, farklı kesimler
tarafından farklı biçimlerde değerlendirilmektedir. Örneğin liberal
iktisatçılara küreselleşme hakkında ne düşündükleri sorulduğunda ya
“Küreselleşmeyi çok seviyorum, bu sayede Türkiye’de üretilen
hurda otomobilleri kullanmaktan kurtuldum”[1][1]
ya da “Küreselleşme çok iyidir, çünkü bu sayede Sivas’ın
Zara’sındaki yurttaşımız Nepal’de üretilen bir ceketi satın alıp,
giyebilmektedir.”
[2][2]şeklinde
yanıtlar vermektedir.
Aynı soru AB
Ticaret Komisyoneri Pascal Lamy’e 1999 yılında Brüksel’de yapılan
bir basın toplantısında ve “Küreselleşme iyi mi yoksa kötü bir şey
midir?” biçiminde sorulmuş, Lamy bu soruya şu yanıtı vermiştir:
“Hangi coğrafyada yaşadığınıza ve hangi sosyal sınıfa mensup
olduğunuza bağlı”
Bu yanıttaki
“coğrafya” vurgusu aslında yanıtın kendi iç çelişkisini de ortaya
koymaktadır. Diyelim ki “iyi” bir coğrafyada yani Avrupa’da ya da
Amerika’da yaşıyorsunuz, fakat mensup olduğunuz sosyal sınıf,
sermaye değil işçi sınıfı... Bu durumda ne olacaktır? Söz konusu
kişi iyi bir coğrafyada yaşadığı için küreselleşmeyi desteklerken,
işçi sınıfına mensup olduğu için bu sürece karşı mı çıkacaktır? Ya
da böylesi çelişik bir tavır mümkün olabilir mi?
Şu coğrafya
meselesini biraz daha açmakta yarar vardır. Genelde pek bilinmez ama
Meksika, 1994 yılında NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret
Anlaşması)ya dahil olduğundan bu yana dünya ekonomisinde büyük
sıçrama yapmış ülkelerden biridir. Ve 2001 yılı sonu itibarıyla
Meksika ekonomik büyüklük bakımından İngiltere, İspanya, G.Kore gibi
pek çok ülkeyi geride bırakarak dünya 9.uncusu durumuna gelmiştir.
Ancak aynı süreçte Meksika’da garip bir gelişme daha olmuş ve
ülkedeki yoksul sayısı ikiye katlanarak 70 milyona yükselmiştir.[3][3]
Son dönemin en gözde ekonomisi Çin için de durum aynıdır. Köle ve
çocuk işçilik, işçi örgütlenmesinin önündeki engeller ve 1 milyarın
üzerindeki nüfusu ve yoğun işgücü bu ülkeyi dünya sermayesi
açısından bir cazibe merkezi haline getirmiş, Çin’in ekonomik durumu
parlamaya başlamış fakat bu gelişmeler Çin’li emekçi ve yoksulların
refahını arttırmamıştır. Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse,
ünlü iktisatçı Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde
dile getirdiği teori, kendisini, işçi sınıfının yoksullaşmasında
doğrular gibidir. Ve bu nedenle AB Ticaret Komisyoneri Pascal
Lamy’nin “coğrafya” konusuna yaptığı kendi içinde bile son derece
çelişik göndermeye katılmak gerçekten mümkün değildir.
Diğer yandan,
Türkiye’de sadece bir kaç ay öncesinden bu yana yoğun olarak
tartışılmaya başlanan Kamu Yönetimi Kanun tasarısını tam olarak
anlayabilmek için reformun geri planına bakmakta ve gerekçelerini
bilmekte yarar var.
Önce gerekçe
kısmından başlanacak olursa, kapitalizmin halen aşamadığı ve son
olarak 70’li yılların başında bir kez daha kendini ortaya koyan
aşırı üretim krizini gerekçeler listesinin en başına koymak
gerekiyor. Bu tespit, olayın politik perspektifle ele alınmasının
yanı sıra, hizmetlerin piyasanın ellerine teslim edilişine ilişkin
uluslararası düzeyde atılan ilk somut adımlarla krizin tarihlerinin
çakışması dolayısıyla da doğrulanmaktadır.
Gerçekten de
Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması GATT*’ın yapısal bir
değişikliğe uğratılması ve GATT’ın, adında geçen gümrük vergilerine
ilişkin düzenlemelerin ötesine geçerek tarım, hizmetler gibi -o
süreçte- devletlerin denetimi altındaki tüm alanları da
kapsayacağına dair ön karar, 1973-1979 tarihleri arasında yine GATT
altında toplanan Tokyo Raundu sırasında alınmıştır. Daha sonra
1986-1994 Uruguay Raundunda ise alınmış olan bu ön karar nihai
anlaşmalara dönüşmüş ve konumuzla ilgili olarak 1994 yılında
GATS*-Hizmet Ticareti Genel Anlaşması imzalanmıştır. Türkiye’nin de
taraf olduğu bu ilk çok taraflı ticaret anlaşmasına taraf olan ülke
sayısı bugün 146’ya ulaşmıştır.
GATS anlaşması ilk
imzalandığında gerek Türkiye’de fakat gerekse dünyadaki diğer
ülkelerde hiç bir muhalefetle karşılaşmamıştır. Küresel düzeydeki
ticaret ve askeri anlaşmalarda kullanılan teknik dil, anlaşmanın
özellikle de o süreçte pek iyi bilinmediğini düşündürmektedir. Fakat
bu sıkıntı bir tarafa bırakılarak GATS kendi içinde analiz
edildiğine dikkat çeken bir husus daha vardır ki o da anlaşmada
izlenen görece “demokratik” metot olarak karşımıza çıkmaktadır.
Örneğin, 1994’teki ilk metinde hiç bir şekilde kamu hizmetlerinin
özelleştirileceğinden bahsedilmemekte, yalnızca hizmetlerin
ticarileştirileceği belirtilmektedir. Ayrıca yine bu metinde, taraf
devletlere istedikleri bazı kamusal hizmet alanlarını anlaşma
kapsamı dışında tutabilme özgürlüğü ile anlaşmaya dahil etme kararı
aldıkları hizmet alanlarında belli istisnalardan yararlanma hakkı
tanınmıştır. Örneklemek gerekirse, bir üye devlet, eğitim, sağlık vb
diğer kamu hizmetlerini GATS’a dahil etmeme ya da dahil etse bile
örneğin yabancı eğitimci veya hekimleri ülkesine kabul etmeme
istisnası kullanma hakkına sahip olacaktır anlaşmaya göre.
Ancak, sayılan bu
görece “demokratik” hükümler, son derece önemli genel hükümlerin pek
çok demokratik örgüt tarafından gözden kaçırılmasında bir perde
vazifesi görmüş gibidir. Gerçekten de anlaşmanın genel hükümleri
arasına serpiştirilen “Stand Still” ilkesine bağlı olarak üye
devletlerin verdikleri taahhütlerden geri dönmeleri olasılığı
tamamen ortadan kaldırılmış; “Built In” ilkesi ise -özellikle stand
still ilkesi ile birlikte düşünüldüğünde- anlaşmanın belli
periyotlarla yeniden dizayn edilmesi, dolayısıyla da
piyasalaştırılacak hiç bir kamusal alan kalmayıncaya dek bu turların
devam ettirilmesine[4][4]
olanak sağlamıştır. Buna göre, 1994 yılında örneğin eğitim, sağlık
gibi en yaşamsal kamu hizmetlerini bile GATS’a dahil eden ülkeler bu
taahhütlerinden vaz geçme hakkını kaybederken, belli kamu
hizmetlerini o tarihte korumayı başarmış ülkelerin de bu korumayı
uzun yıllar sürdürmesinin önüne geçilmiştir. GATS anlaşmasına göre,
sektör bazında alınan istisnalar da ancak 10 yıl süre ile
korunabilecektir. Yani, örneğin 1994 yılında yabancı eğitimci ve
doktor girişini yasaklayan ülkeler 2004 yılında bu yasaktan vaz
geçmek zorundadır. 2004 tarihi burada tesadüfen verilen bir tarih
değildir, zira GATS anlaşması genel hükümleri uyarınca Ocak 2000
tarihinden bu yana yeniden dizayn edilmek üzere müzakere
edilmektedir ve bu müzakerelerin planlanan bitiş tarihi Aralık
2004’tür.
GATS’da geçen
“ticarileştirme” gereğini de biraz açmak ve örneklemekte yarar
vardır. Burada amaç, bir kamusal hizmetin kamu eliyle verilse bile
piyasadaki rekabet koşullarına zarar vermeden icra edilmesini
güvence altına almaktır. Başka deyişle, hizmetler kamu eliyle
verilse bile kullanıcılara cari piyasa fiyatlarıyla satılacak,
piyasada benzer hizmetleri vermek üzere faaliyette bulunan özel
şirketlerin istihdam biçimlerini (esnek, kalite normlarına uygun,
performansa dayalı ücret ve istihdam sağlanan, verimlilik esasına
göre çalışan vb)aynen uygulayacak ve örneğin şimdiye kadar
olduğu gibi iş güvencesi sağlamayacaktır.
GATS anlaşması
yalnız kamu hizmetlerini kapsamakla kalmamakta, kamunun, belli
hizmet sağlayıcılarını fakat esas olarak toplum sağlığını ve
toplumsal refahı sağlamak amacıyla devletler tarafından getirilmiş
düzenlemeleri de tehdit etmektedir. Buna göre, örneğin kimyevi madde
üreten firmaların belli sayıda kimya mühendisi ve kimyager istihdam
etmesi ya da 50 kişiden fazla işçi çalıştıran işyerlerinde bir
hemşire ve işyeri hekimi istihdam edilmesi ve bunun gibi daha pek
çok düzenleme bir yandan toplum sağlığını nispeten güvence altına
alırken bir yandan da mühendis ve doktorlara iş alanı yaratmaktadır.
Oysa aynı düzenlemeler, GATS tarafından “gereğinden fazla
kısıtlayıcı ve serbest rekabeti önleyici düzenlemeler”[5][5]
biçiminde yorumlanıp ve yasaklanabilecektir. Zira bir düzenlemenin
“gereğinden fazla kısıtlayıcı” olarak kabul edilmesi, bu gereğin
nasıl, kimler tarafından belirleneceğine ya da kısıtlayıcı olma
fiilinin hangi sosyal sınıfa göre belirleneceğine ilişkin hiç bir
kriterin verilmemiş olması dolayısıyla son derece kolaydır. Örneğin
iş yeri hekimliği meselesi, o işyerinde çalışan işçiler ve onların
sağlığından sorumlu tıp emekçileri için son derece yaşamsal ve
gerekli iken, bir maliyet unsuru olması dolayısıyla aynı işyerinin
işvereni tarafından kısıtlayıcı olarak görülebilecektir. En azından
GATS anlaşma metni böylesi bir yoruma açık tutulmuştur.
Tüm bu
hedeflerinden de anlaşılacağı gibi GATS anlaşmasının asıl hedefi,
meta üretiminden farklı olarak genelde stoklanamayan ve anında
tüketilen, yani süratle para sermayeye dönüştürülebilen hizmet
üretimini de kapitalist çevrime dahil ederek sistemin krizini
aşabilmesidir. Bir başka deyişle anlaşmanın hedef kitlesi hizmet
emekçileridir. Oysa özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ya da
diğer az gelişmiş ülkelerdeki -yoğun ideolojik bombardımanın da
etkisiyle- yaygın kanı, kamuda hiç bir değer üretilmediği ve hatta
kamunun üretici olmaktan ziyade tüketici bir yapıya sahip olduğu
biçimindedir. Konuya teorik yaklaşıldığında kamu emekçilerinin bu
güne kadar da bir kullanım değeri ürettikleri, reformların
yasalaşmasıyla birlikte ise bu kullanım değerlerinin artık bir
değişim değerine dönüşmesi suretiyle ortaya çıkacak artı değere
kapitalistlerin ya da kapitalist devletin el koyacağı
anlaşılmaktadır. Gerçekten de bu güne kadar Devlet, iş gücü
piyasalarından temin ettiği hizmet emekçilerine maaş ödemesi yaparak
belli hizmetler ürettirmiş, üretilen bu hizmetler toplum tarafından
tüketilmiştir. Bu tespit karşısında “Devlet bundan önce kapitalist
değil miydi?” sorusu sorulabilir. Kuşkusuz Devlet bundan önce de
kapitalist yapıdaydı ve bu yapısını işçi sınıfından sermaye sınıfına
vergi, teşvikler, fonlar, faiz vb çok çeşitli araçlar üzerinden
kaynak aktararak sürdürmekteydi. Ancak kamu hizmetlerinin üretimi
sırasında doğrudan bir artı değer yaratılmamaktaydı çünkü üretilen
kullanım değerleri toplum tarafından tüketilmekte ve değişim
değerine dönüşmemekteydi, yani üretilen hizmet, devlet tarafından
pazarda satışa sunulmamakta doğrudan toplumsal tüketime konu
olmaktaydı.
Bu farklılığa
rağmen, hizmetler, kamu tarafından verildiği sırada da bugün reform
tasarıları ve esas olarak GATS anlaşmasında gördüğümüz pek çok
vurgunun fiili olarak uygulandığını biliyoruz. Örneğin kalite
normları ve verimlilik esasına göre çalışma vurgularını ele alacak
olursak , 20 yıl öncesine kadar belediye otobüslerine arka kapıdan
binildiği ve arkada oturan biletçiden bilet alındıktan sonra ön
kapıdan inildiğini unutmamak gerekiyor. Bu uygulama sırasında bir
otobüste biri biletçi diğeri de şoför olmak üzere 2 kişi istihdam
edilmekteydi. Fakat gün geldi, biletçinin işi de şoföre yüklendi ve
istihdam edilen işçi sayısı 1’e indirildi. Böylece iş, “daha
kaliteli” hale getirilmiş, şoförlerin verimliliği de arttırılmış
oldu. Gerçekten de kalite anlayışının temelinde emekçilerin
verimlerinin arttırılması vardır.
Kısa adıyla TKY ya
da Toplam Kalite Yönetimi anlayışı ile ilgili olarak, paylaşmakta
yarar gördüğüm bir anekdotu da aktarmak isterim. 2000 yılında MESS
tarafından İstanbul’da düzenlenen bir panelin konusu TKY idi ve MESS
üyesi şirketlerin yöneticileri tarafından panel kapsamında çeşitli
sunular yapıldı. Son sunuş, Artema Şirketine ayrılmıştı fakat
şirketin İnsan Kaynakları Müdürü, konuyla ilgili süreci kendisi
anlatmak yerine olayın öznesi konumunda olan arkadaşları tarafından
anlatılacağını belirtti. Salonun ışıkları karartıldı, kulisin
arkasından asker adımlarını çağrıştıran rap rap sesleri duyulmaya
başlandı. Bütün salon olarak merakla nasıl bir tabloyla
karşılaşacağımızı bekliyorduk ki sahneye, dizlerine kadar uzanan
mavi iş gömlekleriyle 6 Artema işçisi çıktı ve kendilerini tanıtmaya
başladılar: “Ben Artema ailesinin 6 yıllık üyesi Ahmet,..... Ben
Artema ailesinin 8 yıllık üyesi Mehmet......vb” Bu tanıtımların
ardından işçi arkadaşlarımız tepegöz kullanmak suretiyle ve birer
mühendis olduklarını düşündürecek kadar yüksek nitelikli
sunuşlarının arkasından, bir yıl süren geceli gündüzlü, hafta
sonlarını bile kapsayan son derece yoğun bir çalışmayla sıfır hatalı
armatür üretimi hedefine ulaştıklarını belirttiler. Sunuşun
bitiminde ise, salondan sorulabilecek soruları yanıtlamaya hazır
olduklarını belirttiler. İlk soru bir öğretim üyesi tarafından
soruldu: “İşinizi bütün teknik detayları da dahil olmak üzere çok
iyi bildiğiniz görülüyor. TKY’nin gereklerinden biri de çalışanların
şirketle ilgili bütün bilgilere sahip olmasıdır. Buna göre, Artema
şirketinin en son kapanış bilançosundaki kar, borçluluk ve satış
hasılatı gibi oranları söylermisiniz?” İşçilerin yanıtı, “Bu
soruyu İnsan Kaynakları Müdürümüzün yanıtlaması gerekiyor”
şeklinde oldu ve Müdürün yanıtı ise “Bu tip bilgileri
çalışanlarımızla paylaşmak gibi bir zorunluluğumuz yoktur”du.
İkinci soru şöyleydi: “Sıfır hatalı üretim yapmak, çok büyük bir
değer yaratmak anlamına gelir. Yarattığınız bu değerin sizlere
yansıması ne şekilde oldu?” İşçilerin yanıtı yine aynıydı : “Bu
soruyu İnsan Kaynakları Müdürümüzün yanıtlaması gerekiyor”...
Müdürün yanıtı ise çok daha çarpıcıydı: “Başarılı elemanlarımızı
yılın elemanı ya da ayın elemanı seçmek ve fotoğraflarını fabrikanın
çeşitli yerlerine asmak suretiyle ödüllendiriyoruz...”
Verimlilik
meselesine gelince, bilindiği gibi verimlilik artışı bugün yalnız
kamu reformu tartışmalarıyla sınırlı değildir ve istisnasız bütün
sanayi sektörlerinde de öncelikli hedeftir. Peki verimlilik artışı
kapitalistler için neden bu kadar önemlidir?
Tüm sektörlerde
verimlilik artışı üzerinden sağlanacak üretim artışı, meta ve hizmet
fiyatlarını toptan ucuzlatacak son derece önemli bir adımdır. Mal ve
hizmet fiyatlarının üretim miktarındaki artışa bağlı olarak da olsa
ucuzlaması ilk anda kapitalistin kar hedefine aykırı imiş gibi
görünebilir. Ancak, işçi ücreti ya da emek gücünün genel değeri, bu
gücün her gün yeniden üretilmesi için gerekli geçim araçlarının
toplamına eşittir. Günümüzde bu teoriye aykırı bazı gelişmeler
olduğu, örneğin buna göre bütün emekçilerin ücretlerinin aynı olması
gerektiği oysa böyle bir şeyin söz konusu olmadığı ileri
sürülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, her emek gücünün yeniden
üretimi için gerekli tüketim malları da farklılık arz edecektir.
Örneğin bir finans uzmanının artan bir performansla her gün üretim
yapabilmesini sağlayacak tüketim malları elbette bir düz işçinin
ihtiyaç duyacağı tüketim mallarından farklı olacaktır. Birincisinin
ücretinden giyim eşyasına ayıracağı pay, kuşkusuz diğerinden kat be
kat fazla olacak, bu kişi entelektüel gelişimi için de bütçesinden
önemli bir pay ayırmak zorunda olacaktır. Kaldı ki içinde
bulunduğumuz süreç, bu iki farklı emek gücü değerleri arasındaki
farkları da gitgide küçültmektedir. Örneğin eğitim alanına
baktığımızda üniversitelerin kontenjanlarının her yıl sistemin
ihtiyaçları doğrultusunda kontenjan attırdığını söyleyebiliriz.
Artan kontenjanlar üzerinden verilen mezun sayılarındaki artış,
piyasalara eleman açığı hissedilen sektörlerde yedek iş gücü
oluşması biçiminde yansımakta, bu da söz konusu sektördeki işgücünün
ucuzlamasını beraberinde getirmektedir. Bu nedenle “yükselen
meslekler” denen bir kategori ortaya çıkmış, bu nedenle bu
kategorideki meslekler neredeyse birkaç yılda bir değişmeye
başlamıştır. Gençler, üniversiteye başlarken bu kategoriye göre
tercihte bulunurken, onlar üniversiteyi bitirdiklerinde tercih
yaptıkları meslek çoktan alt sıralara gerilemiş olmaktadır.
Özetlemek gerekirse, bütün sektörlerde yaşanacak bir üretim
artışının getireceği fiyat düşüşleri, işçinin kendi ücreti için
çalışmak zorunda olduğu süreyi kısaltacağı için yaratacağı artı
değer miktarı otomatikman büyüyecektir. Ayrıca kapitalistin pazara
egemen olabilmesi de ancak daha fazla dolayısıyla daha ucuz üretimle
mümkündür. Buna göre her kapitalist, emeğin üretkenliğini arttırmak
yoluyla metalarının fiyatlarını ucuzlatma eğilimindedir[6][6]
.
Hizmetleri
piyasalaştırmanın emek perspektifinden bir diğer gerekçesi de tıpkı
sanayide yapıldığı gibi hizmet alanında da bir yedek iş gücü ordusu
yaratmak ve bu yolla, özel sektörde istihdam edilen hizmet
emekçilerinin kazanımları geriletilerek yaratılan değerin daha büyük
bir bölümüne kapitalist tarafından el konmasıdır. Gerçekten de
hizmet çalışanları özellikle niteliği yüksek doktor, mühendis,
hukukçu, finans uzmanları vb -en azından kapitalizmin krizinin dünya
çapında derinleştiği son bir kaç yıla kadar- sanayi işçilerine göre
emek gücünün genel değeri daha yüksek olan, elit diye
tanımlanabilecek ve piyasada kolaylıkla bulunmayan kadrolardı. Bu
görece yüksek refah, kapitalist açısından ise daha yüksek bir
işçilik maliyeti anlamına gelmekteydi ve bu sistem içinde ilelebet
sürdürülmesi mümkün olamazdı.
Kaldığımız yerden
tekrar GATS anlaşmasına daha doğrusu anlaşmanın yeni sürecine geri
dönecek olursak önemli bir değişiklikten bahsetmemiz gerekiyor. 1994
yılı versiyonunda sınıflandırma (classification) olarak geçen ve her
bir ana sektör altında onunla bağlantılı alt sektörlerin
belirlendiği anlayışa, yeni müzakereler sırasında farklı bir anlayış
daha eklenmiştir: Salkımlandırma anlayışı(clustering approach).
Bugün itibarıyla turizm, posta ve lojistik hizmetlerinde benimsenmiş
olan bu yeni anlayışı turizm sektöründen bir örnekle açmak gerekirse
anlayış şöyle işletilmektedir: Bilindiği gibi bu sektörün öznesi
turist olan insandır.“Turist bir ülkeye nasıl gider” sorusu
sorulmakta ve vize işlemlerinden uluslararası hava, kara, deniz ve
tren yolu ulaşımlarına kadar piyasalaştırılması öngörülmektedir.
Ardından turistin ziyaret ettiği ülkede tükettiği gıda, su, belediye
hizmetleri, enerji, ulaşım, telekomünikasyon, sağlık hizmetleri de
dahil olmak üzere bir insan için ihtiyaç olarak tanımlanabilecek tüm
-kamusal- alanların piyasalaştırılması talep edilmektedir.
Böylelikle, yalnızca turizm sektörünü bile GATS’a dahil etmiş bir
ülke otomatik olarak tüm diğer hizmet alanlarını da açmak zorunda
bırakılacaktır.
GATS’ın
prensiplerini kullanarak Türkiye’deki yeni reformları
değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan bir diğer kavram da “performans
kriterlerine uygun ücret ve istihdam”dır. Verimlilik anlayışının
uygulanacağı bir üretim tarzında, çalışanların performanslarına göre
ücretlendirilmesi ve yine bu performansın düzeyine göre işe devamı
ya da işine son verilmesi öngörülmektedir. Olayın daha kolay
canlandırılabilmesi bakımından, halen mavi yakalı işçileri kapsayan
yeni İş Güvencesi Yasasına Bilim Kurulunca hazırlanan Eklerde yer
verilen fakat iş yerlerinde yoğun olarak uygulanmaya başlanan “Fesih
İçin Geçerli Nedenler” başlığı altında ele alınan performans
kriterlerini hatırlamakta yarar var:
1-
1- İşçinin yeterliliğinden kaynaklanan nedenler
Ortalama olarak benzer işi görenlerden daha az verimli çalışma
Gösterdiği niteliklerden beklenenden daha düşük performansa sahip
olma
İşe yoğunlaşmanın giderek azalması
İşe yatkın olmama
Öğrenme ve kendini yetiştirme yetersizliği
Sık sık hastalanma
Uyum yeterliğinin azlığı
Çalışamaz duruma getirmemekle birlikte işini gerektiği şekilde
yapmasını devamlı olarak etkileyen hastalık
2-
2- İşçinin davranışlarından kaynaklanan nedenler
İşverene zarar vermek ya da zararın tekrarı tedirginliğini yaratmak
İşyerinde rahatsızlık yaratacak şekilde çalışma arkadaşlarından borç
para istemek
Arkadaşlarını işverene karşı kışkırtmak
İşini uyarılara rağmen eksik, kötü veya yetersiz olarak yapmak
İş akışını ve iş ortamını olumsuz etkileyecek bir biçimde diğer
kişilerle ilişkilere girmek
İşin akışını durduracak şekilde uzun telefon görüşmeleri yapmak
Sık sık işe geç gelmek
İşini aksatarak iş yerinde dolaşmak
Yukarıda sayılan
performans kriterleriyle bir yandan çalışanların daha yüksek tempoda
ve daha verimli çalışması hedeflenirken bir yandan da çalışanların
örgütlenme girişimlerine set çekilmektedir. Ancak hepsinden daha
önemlisi gerek kalite anlayışı gerekse performansa dayalı
değerlendirme sistemlerinde çalışanların birbirleriyle yarışa ve
rekabete zorlanması, işçi sınıfı arasındaki dayanışma, kolektivizm
ve kardeşliğin yerini düşmanlığa bırakmasının koşullarının
hazırlanıyor olmasıdır.
Bu süreçte
çalışanların önündeki en önemli fırsat ise, işçi, memur ya da mavi
yakalı, beyaz yakalı ayrımı yapmadan top yekun örgütlenmektir. Bu
anlamda işçi sınıfının ekonomik alandaki tek mücadele aracı olan
emek örgütlerine çok önemli bir görev düşmektedir.
*GATT: General Agreement on Trade and Tariffs
*GATS: General Agreement on Trade of Services
[7][1]<![endif]>
Prof.Dr. Eser Karakaş
[8][2]
Gazeteci Yazar Cüneyt Ülsever
[9][3]
Meksika Devlet Başkanı Vincente Fox tarafından yapılan açıklamadan
alınmıştır.
[10][4]
TC Hazine Müsteşarlığı Web Sitesi / GATS Anlaşması
[11][5]
2000 yılında başlayan müzakereler sırasında belirlenmiş bir
hükümdür, bu alıntı orijinal taslak metinlerden yapılmıştır.
[12][6]
K.Marx, Kapital 1. Cilt, S.308
|