ÜNİVERSİTELERİMİZDE
BAŞKA SORUNLAR DA VAR
Fikret ŞENSES
Üniversitelerimize
ilişkin yasal düzenleme tartışmaları, özellikle son otuz yılda kamuoyunu en çok
meşgul eden konular arasında yer aldı. Bu tartışmalar 1981 yılındaki yasal
düzenleme sonunda üniversiter yaşamda birinci derecede söz sahibi olmaya başlayan
Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) etrafında yeniden alevlendi. Çeşitli biçimler alarak
süregelen tartışmalar bugün de hazırlanan çeşitli yasal düzenleme taslaklarına da
yansıyan derin fikir ayrılıkları çerçevesinde bütün şiddetiyle devam etmektedir.
Çoktürel (heterojen) yapılarının doğal bir sonucu olarak üniversitelerin asgari
müşterekler üzerinde uzlaşabilecekleri bir yasal düzenleme bir türlü
yapılamamaktadır.
1981 öncesinde
yüksek öğretim kurumlarının akademiler ve üniversiteler arasındaki ayrışmadan
kaynaklanan yapısı bu tarihten sonra farklı nitelik ve yapıdaki vakıf
üniversitelerinin ve belki daha önemlisi ülkenin değişik yerlerinde açılan çok
sayıdaki yeni üniversitenin katılımıyla daha da karmaşık bir görünüm içine
girdi. Üniversite sisteminin giderek artan bu farklılaşma dönemi, neoliberal ekonomi
politikalarının birçok diğer ülkeyle birlikte ülkemizde de giderek
yaygınlaştığı dönemle örtüştü. Bu politikalar sonucunda üniversitelerimizde
öğrencilere yönelik barınma, beslenme ve ulaşım gibi hizmetlerin taşeronlaştığı
ve özelleştirildiği gözlendi. Vakıf
üniversiteleri yoluyla paralı eğitim uygulaması yeniden başladı. Devlet
üniversitelerinde ise öğrenci katkı payı uygulamasıyla aynı doğrultuda önemli bir
adım atılmış oldu. Devlet üniversiteleri, derinleşen kaynak sorunları karşısında
kurdukları vakıflar aracılığıyla kendi kaynaklarını kendileri yaratmak ve bu
süreç içinde ister istemez serbest piyasa kurallarına uyum göstermek zorunda
bırakıldı.
Üniversitelere ilişkin
olarak ülkemizde süregelen tartışmaların önemini yadsımamakla birlikte bu
yazımızda bu tartışmalarda büyük ölçüde gözardı edilen kimi önemli sorunlara,
ağırlıkla sosyal bilimler çerçevesinde değinmeyi amaçlamaktayız.
Bu sorunların
başında yabancı dilde eğitim gelmektedir. Oldukça yaygın olarak ilköğretim ve
liseden sonra üniversite de süren yabancı dilde eğitimin yabancı dilin öğretim
elemanları ve öğrenciler tarafından yeterince kavranamamış olmasından kaynaklanan
güçlükler, anadilde bilim dilinin oluşamaması ve belki en önemlisi öğrencileri
yerel sorunlardan uzaklaştırma gibi çeşitli sorunlar yarattığı ve beyin göçüne
uygun koşullar hazırladığı gözardı edilmektedir. Yabancı dilde eğitim veren
yükseköğretim programlarının son on-onbeş yılda
önemli bir artış göstermesi bu kaygılarımızı artırıcı niteliktedir.
Yabancı dilde eğitim deneyimleri uzun yıllara dayanan yüksek öğretim kurumlarının
dahi bu konuda esnek bir tavır sergileyemedikleri, örneğin, Türkiye Ekonomisi,
Türkiye İktisat Tarihi, Türk Hukuk Sistemi gibi dersleri bile yabancı dilde verme
çabası içinde oldukları ve birçoğu Türkiye ile doğrudan ilgili lisansüstü
tezlerin yabancı dilde yazılmasının yarattığı sorunları görmezden geldikleri
gözlenmektedir.
Bu yazı
kapsamında değinmek istediğimiz ikinci konu, özellikle sosyal bilimlerde akademik
performans değerlendirme konusundaki gelişmelerin ülkemizdeki yansımaları ve
uygulamada gözlenen çarpıklık ve sakıncalarla ilgilidir.
Batı Avrupa ülkelerinde siyasal otoritenin
üniversiteleri denetim altına alma talepleri arttıkça, üniversiteler uluslararası
finans kuruluşlarının şartlılık kıstaslarına benzer biçimde performans
kıstaslarıyla karşı karşıya kaldılar. Bu durum karşısında üniversiteler de
öğretim elemanlarının atama ve yükseltme kıstaslarını yeniden düzenleme çabası
içine girerek kendilerini uluslararası akreditasyon ve kamu fonlarından daha büyük
pay kapma yarışı içinde buldular. Üniversitelerin performans değerlendirmelerinde
ise öğretim elemanlarının araştırma ve yayın etkinlikleri ön plana çıktı.
Çeştili kuruluşların bu temelde yaptıkları sıralamalar yüksek öğretim
kurumlarının kalitesinin temel göstergesi olarak alınmaya başlandı ve birçoğu
paralı eğitim veren bu kuruluşlar, serbest piyasa koşullarında biribirleriyle
yarışmaya başladı. Araştırma ve yayın etkinlikleriyle ön plana çıkan öğretim
elemanları ise, sporcu transfer piyasasındakine benzer bir biçimde değişik
kurumlardan yüksek meblağlar karşılığında bir kurumdan diğerine transfer
edilebilen üretim faktörlerine dönüştü.
Türkiye’de de
siyasal otoritenin son dönemde üniversiteye ilişkin yasal düzenleme istekleri ve bazı
üniversitelerin de, benzer bir çaba içine girmeleri yukarıdaki sürecin bir
yansıması olarak değerlendirilebilir. Türkiye’de de çeşitli üniversiteler, başta
akademik atama ve yükseltmelere ilişkin kararları olmak üzere akademik performans
değerlendirmelerinde temel kıstas olarak araştırma ve yayın etkinliklerini
benimserken yurtdışında yapılan yayınlara ağırlık verme yolunu seçtiler.
Özellikle Social Science Citation Index (SSCI) gibi uluslararası atıf endekslerince
taranan dergilerde yayınlanan makalelere ve uluslararası yayınevlerince yayınlanan
kitaplara ve bu kitaplar içinde yayınlanan bölümlere yurtiçi dergilerde anadilde
yayınlanan çalışmalarla kıyaslanamayacak derecede büyük bir önem verilmeye başlandı. Merkezî doçentlik sınavlarında da
yurtdışı yayınlara ağırlık veren bir yanlılık gözlendi. Kimi üniversiteler ve
Türkiye Bilimler Akademisi gibi kuruluşlar yurtdışındaki yayın organlarında
yayınlanan çalışmaları çeşitli biçimlerde ödüllendirmeye başladı.
Bu değerlendirme
sürecinin ortaya çıkardığı aksaklık ve sakıncaların büyük ölçüde gözardı
edildiği söylenebilir. Bunların başında bir öğretim üyesinin etkinlikleri içinde
çok önemli bir yer tutması gereken eğitim etkinliklerinin bu değerlendirme sürecinin
hemen hemen tümüyle dışında tutulması gelmektedir. Başta SSCI kapsamındaki
dergiler olmak üzere yurtdışındaki yayın organlarının yerel yayın organlarına
kıyasla çeşitli üstünlükleri olduğu söylenebilir. Bunların başında bu yayın
organlarında yayınlanan çalışmaların genellikle yayın öncesinde sıkı bir
değerlendirme sürecinden geçmiş olması gelmektedir. Öte yandan, mevcut performans
değerlendirmelerinin yurtdışı yayınlara ağırlık vererek araştırmacıları,
birçoğu Anglo-Amerikan kökenli yurtdışı dergilerinin gündemine yönlendirdiği ve
yabancı dilde eğitime benzer bir biçimde yerel sorunlardan uzaklaştırdığı
söylenebilir. Bu tür bir yönelim, yerel araştırma fonlarının cılızlığı ve
uluslararası kuruluşların destekledikleri yerel araştırmalarda araştırma
fonlarını kendi gündemlerinde ön plana çıkan konulara tahsis etme eğilimleri
karşısında kuşkusuz daha da pekişmektedir.
Son yıllarda
ardarda gelen ekonomik kriz ve büyük depremlerin Türkiye’de ortaya çıkardığı
derin sosyal ve ekonomik bunalımda sosyal bilim araştırmalarının yeni bir ivme
kazanamamış olmasının nedenlerini bir ölçüde bu çarpık değerlendirme
kıstaslarında aramak gerekmekedir. Araştırma ve yayın etkinliklerinin kalitesini
artırmayı amaçlayan bu değerlendirme sürecinin yayın sayılarını ön planda
tutarken yayın kalitesini de gözardı ettiği gözlenmektedir. Oysa, yurtdışında
yapılan bir yayının yurtiçinde anadilde yapılan bir yayından bizatihi daha kaliteli
olduğunu söylemek güçtür. Bir çalışmanın SSCI kapsamında bir dergide
yayınlanmış olmasının her zaman iyi bir kalite ölçütü oluşturduğunu söylemek
de güçtür. Örneğin, SSCI kapsamındaki dergilerde 1996 yayınlanan iktisat
makalelerinin %26’sının yayın tarihinden sonra geçen ilk beş yılda hiç atıf
almadıkları , %85’inin ise aynı sürede 10 veya daha az atıf aldığı gözlenmiş
ve toplumsal yararlarının da sorgulanmasına neden olmuştur.
Bir gözlemcinin çok çarpıcı bir biçimde belirttiği gibi, “bir bilim insanının
yayın yapması, ne kadar yayın yaptığı ve özellikle nerede yayın yaptığı ne
yayınladığından çok daha önemli hale gelmiştir.” Türk sosyal bilimcilerin SSCI kapsamındaki
dergilerdeki yayınlarının önemli bir kısmının başlığında Türkiye veya Türk
gibi ibarelerin geçiyor olması bunların bir bölümünün evrensel bilime katkıdan
çok Türkiye’de olup biteni uluslararası kamuoyuna ana hatlarıyla aktarma işlevi
gördüğü ve/veya mevcut analitik birikimin yerel bir uyarlaması olduğu kuşkusunu
yaratmaktadır. Yurtdışı yayınları özendiren bir değerlendirme süreci yabancı
dilde eğitim veren kurumlar ve eğitimlerini yurtdışında yapmış öğretim
elemanları lehine bir ortam oluşturmakta ve kütüphane/internet erişimi gibi temel
eğitim araç gereçlerden yoksun kesimlerin durumunu gözardı ederek kendi içinde
etkileşen bir akademik topluluğun oluşmasını engelleyici unsurlar taşımaktadır.
Bu kısa yazı
çerçevesinde ana hatlarıyla değindiğimiz yabancı dilde eğitim ve akademik
performansın değerlendirilmesi konuları teknik birer sorun olmanın çok ötesinde
sonuçları olan konular olarak üniversitelere yönelik yeni düzenleme ve planlama
çalışmalarında da dikkate alınmalıdır. Üniversitelerin yabancı dil öğrenimine
ağırlık vermeleri ve ders programlarının yabancı dilde yazılmış kaynaklarla
desteklenmesi özendirilirken yabancı dilde eğitimin yukarıda belirtilen sakıncaları
asla gözardı edilmemelidir. Bu yöndeki uygulamaların yaygınlaşmasına son verilmeli
ve yabancı dilde eğitim veren programların yeniden gözden geçirilmesi ve bu konuda
daha deneyimli konumdaki kurumların uygulamalarının daha esnek bir yapıya
kavuşturulması sağlanmalıdır. Ara çözüm olarak da, yabancı dilde eğitim veren
yüksek öğretim kurumlarında güçlü yerel unsurlar taşıyan dersler anadilde
verilmeli, lisansüstü tezler mutlaka anadilde yazılmalıdır.Yerel unsur ve sorunları
ön plana çıkaran ders programlarının oluşturulması ve bunlara yönelik ders kitaplarının grup çalışması bazında
örgütlenerek yazılması özendirilmelidir.
Bunun gibi, sosyal
bilimlerde akademik performans değerlendirme kıstasları yeniden gözden geçirilerek
eğitim performansına değerlendirmelerde dahafazla ağırlık verilmesi
sağlanmalıdır. Öte yandan, araştırma ve yayın etkinliklerinin değerlendirilmesinde
yabancı dilde yapılan yayınlara özel ağırlık verilmesi uygulamasına son verilmeli,
bu yayınlara öncelik verilmesi durumunda ise, kuramsal katkı içerenlere ve çok
disiplinli ve başka ülkelerle kıyaslamalı çalışmalarla, çok sayıda atıf alabilen
yayınlara önem verilmelidir. Performans ölçütlerinin oluşturulmasında toplumsal
gündeme ve mevcut sorunların çözümüne yönelik çalışmalara ağırlık verilmeli
ve kendi içinde etkileşebilen canlı bir akademik topluluğun oluşması amacı ön
planda tutulmalıdır. Yine bu amaca yönelik olarak öğretim elemanlarının
gönüllülük esasına dayalı olarak yükseköğretim kurumları arasında kısa süreli
dolaşımı özendirilmelidir.
Üniversitelerimize
ilişkin yasal düzenlemelerin eğitim sürecini daha önceki kademeleriyle bir bütün
olarak ele alan ve üniversiteler arasındaki kuruluş yılları ve buna bağlı olarak
gelişmişlik düzeyi açısından varolan çeşitliliği gözönüne alan bir anlayış
içinde yapılması gereklidir. Başta fırsat eşitsizliği olmak üzere, eğitimin daha
önceki kademelerinde gözlenen çeşitli olumsuzlukların yüksek eğitim kurumlarına
taşındığı gözardı edilmemelidir. Fırsat eşitsizliğine kısa erimli bir çözüm
olarak daha önce
eki eğitim
kademelerinde de burs programları ve yoksul ailelere yönelik olarak “parasız
yatılı” uygulaması yaygınlaştırılmalıdır. Bu amaçlar doğrultusunda, başta
ABD olmak üzere kimi sanayileşmiş ülkelerde uygulanan ve dezavantajlı kesimlere
belirli kotalar ayıran uygulamalara (affirmative action) benzer düzenlemelerin
üniversite giriş sınavlarında toplumsal cinsiyet ve bölgesel öncelikleri yansıtacak
biçimde yapılması düşünülmelidir.
Bkz. Laband,
D.L. and Tollison, R.D (2003), “Dry Holes in Economic Research”, Kyklos, 56, (2),
161-174.
Holub, H.W., Tappeiner, G. and Eberharter,
V. (1991), “The Iron Law of Important Articles”, Southern Economic Journal, 58,
s.326..B
bağımsızsosyalbilimciler.org
sitesinden alınmıştır. |