Ver kurtul mu yoksa uzlaşma mi?
Dr.Ergun GÖKNEL
Ülkelerin ve halkların tarihinde önemli
yer tutan anlaşmalar vardır. Bu anlaşmalar her zaman tartışma konusu olmuş ve iki
ana düşünce çevresinde tartışılmıştır. Anlaşma sonunda ya “verdik” dolayısıyla “kurtulduk” tezi ile “uzlaştık” dolayısıyla “önümüz açıldı” tezleri çarpışmıştır.
Tarih insanlığın ders alışması gereken
örneklerle doludur. İnsanlığın deneyim
hazinesidir. Yalnızca ülke tarihinden değil dünya tarihinden de ders alınmalıdır.
Zaman zaman neyin yapılmayacağı öğrenildiği gibi, sırası gelince neyin nasıl
yapılacağı da öğrenilmeli ve kararlara örnek olmalıdır.
Ülkemiz ve devletimiz için son yılların
en önemli dış politika tartışmalarından biri Kıbrıs konusudur. Birkaç gün önce
bu konuda yapılacak bir anlaşma yönteminin ilk adımları atılmıştır. Şimdi
tartışılan bu bir “ver - kurtul”
anlaşması mıdır yoksa “uzlaş -önün açılsın”
anlaşması mı olacaktır?
Önce Türkiye Cumhuriyeti tarihine bakalım.
Ülkemiz 1919-1922 yılları arasında üç yıl
nerdeyse tüm dünya devletlerinin güçlerine karşı verdiği bir Kurtuluş Savaşı ile
egemenliğine sahip olmuştur. Bu savaşın son aşamasını hatırlayalım. Güçlerimiz
İzmir’de Ege kıyılarına ve Bursa/Balıkesir’de Marmara kıyılarına vardıktan
sonra Trakya ve Istanbul’a geçmeyerek durmuştur.
Bu askeri taktik aynı zamanda akıllıca bir
hamleyi de oluşturmaktaydı. Halkının son
maddi gücünü kullanarak zaferi kazanan bir ordunun ancak bir olasılıkla silah gücüyle
kazanabileceği toprakların alınmasının kısa bir süre sonra yapılacak barış
anlaşması dönemine bırakılması tercih edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu
anlaşması Lausanne’da imzalanmıştır. Bu anlaşmada da aynı taktik, bu defa
anlaşma masasında izlenmiştir. Aylar süren görüşmeler sonunda Musul/Kerkük
terkedilmiştir. Fakat bir devletin varlığını sürdürebilmesi için gerekli ve toprak kazanımından çok daha önemli konularda
istenen sonuca varılmıştır.
Biraz daha yakın tarihe gelelim. İkinci dünya
Savaşı’nın son günlerinde savaşa girilmiştir. Bu savaşa giriş kağıt
üzerindedir. Daha önce her iki tarafın da baskılarına dayanarak savaşa girmeyen Türkiye,
savaşı kimin kazanacağı belli olduktan sonra da bu konuda adım atmamıştır. Bugün
bile bu hareketi doğru bulmayan bir kesim vardır. Derler ki o yıllarda savaşa
girilseydi Ege Denizinde on iki adaya sahip olabilirdik. Karşılığında neleri
kaybedebileceğimiz üzerinde yazmak kehanete gireceği için daha ileri gitmiyorum.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında
ülkemizin ekonomik zayıflığı ve mevcut silahların eskiliği düşünülürse alınan
karar her haliyle doğrudur. Bugün, seksen yıldır barış içinde yaşayan nadir
ülkelerden biri olmamızı bu karara borçluyuz.
Bunlar Türkiye Cumhuriyeti tarihinden
birkaç örnek. Gelelim Dünya tarihinin yakın yıllarına.
1917 Devriminin arkasından Almanya ile 1918
yılında yapılan Brest-Litovsk anlaşması ve Polonya ile 1921’ de yapılan Riga
anlaşması ve diğer komşularla yapılan anlaşmalar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri
Birliği’nin sınırlarını İkinci Dünya savaşına kadar belirlemişti. Toprak kaybını göze alarak yapılan bu
anlaşmalar “uzlaş – önünü aç” anlayışının
en değerli örneklerindendir. Bu durum 1945 yılına kadar sürmüş ve savaş
sonrasında SSCB 1914 yılı sınırlarına yeniden kavuşmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Dünya
Savaşına girmemiş olmasının en büyük kazanımlarından birisi de 1920 Gümrü anlaşması
ile yeniden kazanılan Kars/Ardahan’ın kaybedilmemiş olmasıdır. Türkiye
Cumhuriyeti/SSCB sınırı 1918 sonrası belirlendiği gibi kalan tek sınır olmuştur.
Son günlerin Kıbrıs
tartışmalarına gelirsek. New York görüşmelerinde erişilen nokta ve son aşamada
gelineceği ümit edilen sonuç, bu örnekler göz önünde tutulduğunda her halde “ver - kurtul” değil “uzlaş - önünün aç” anlayışının güzel
bir örneği olacaktır.
Nasıl insanlar özel yaşamlarında
gerektiğinde diğer kişilerle uzlaşma zorunluluğunda iseler, devletler de aynı
şekilde uzlaşıcı hareket etmek zorundadırlar. Önemli olan, erişilen noktada
yaşamsal işlevlerin kaybedilmediği ve geleceğe dönük ilerlemelere açık olan bir
sonuca varılmış olmasıdır.
|