KIBRIS'IN EMPERYALİST PAYLAŞIMINA DOĞRU
Bülent TÜTMEZ
BM Genel
Sekreteri ile ABD yönetimi arasında yapılan temaslarla yeniden
başlatılmasına karar verilen Kıbrıs müzakerelerinin ön görüşmesi
NewYork'ta geçtiğimiz hafta içinde gerçekleşti. 1 Mayıs AB zirvesi
öncesinde 'baskın niteliğinde' harekete geçen Türk karar alıcıların,
AB'ye karşı ABD desteğiyle pozisyon kazanma amacıyla ortaya koydukları
performansın sonuç verdiği ve diplomatik alanda yeni bir aşamaya
geçildiği izleniyor.
Genel
Sekreter'in ismiyle anılan ve gerçekte ABD ve AB'nin beklentileriyle
oluşturulan nihai çözüm planı, detaylı bir metin olarak; adadaki toprak
paylaşımı, nüfus-yönetim yapısı ve askeri konuşlanma gibi temel
başlıklar aracılığıyla sunulmuş ve uzun süre müzakere edilmişti. Yeni
aşmada, anlaşmazlık içerecek kısımların Annan'ın inisiyatifi ile
doldulması kabul edilen 'boşluklu metnin', iki tarafın yapacağı
referandumlarla işlerlik kazanması öngörülüyor.
Kıbrıs
görüşmelerinin geldiği aşamada, Marks'ın deyişiyle "asıl planlayıcıların
perde gerisinde yer aldığı" ve tartışılan 'renkli çizgilerin' detay
olarak kaldığı bir düzey ibretle izlenmekte. Görüntünün ardındaki
gerçeği açığa çıkarabilmek için paylaşım sürecinde etkin olarak yer alan
unsurları ve pozisyonlarını değerlendirmek gerekiyor.
Perde
Gerisindekiler
11 Eylül
saldırısıyla aynı gün yayımlanan bir yazıda; "Ne yazık ki, iki tarafın
egemenlerinin pazarlıkçı manevraları ve ABD'nin herşeyden memnun tavrı
bile, Kıbrıs'ta işlerin 'emperyalistlerin istedikleri gibi' gittiğini
göstermeye yetiyor." (Eksen, Evrensel Gazetesi, 11 Eylül 2001)
değerlendirmesi yapılmış ve o günlerde sürece 'açıktan müdahil olmayan'
ABD'nin güçlü pozisyonuna dikkat çekilmişti. İzleyen günlerde, -Türk ve
Rum taraflarının anlaşmaya yanaşmadığı bir dönemde- 25 Eylül tarihinde
yazılan bir yazıda ise; "(11 Eylül sonrasında) Kıbrıs'a yönelik
öncelikli beklenti; Türkiye ve Yunanistan egemen sınıflarının -Kıbrıs
bilmecesinin çözümüne ilişkin- karşılıklı yumuşama sürecine girmelerinin
zorunlu olacağıdır." (Eksen, Evrensel) tespitinde bulunulmuştu.
Bugün
gerçekleşen öngörülerin gerisinde, ABD'nin Ortadoğu ve Avrasya'yı
istediği tarzda yapılandırma isteği yatıyor. Aslında Kıbrıs sürecinde
hep masada olmuş ABD'nin bugün doğrudan müdahil olmasının gerisinde,
'muhtemel çözümün' başarısını AB'ye kaptırmayarak, ada üzerinde 'özerk
konum kazanma isteği' bulunuyor. Nitekim yeniden görüşme sürecinin
başlamasıyla aynı günlerde ABD Güvenlik Konseyi -gayri resmi- bir
açıklama yaparak 'adada üs istediklerini' bildirmişti (NTV, 5 Şubat).
Sonrasında ABD Dışişleri Sözcüsü Richard Boucher tarafından yalanlanan
(diplomatik üslupla teyit edilen) haber, İspanya'daki ABD birliklerinin
Kıbrıs'a nakledileceğine dair haberlerle aynı dönemde basına
sızdırılmasıyla birlikte önem kazanıyordu.
Perde
gerisindeki planlayıcılardan AB'nin, Türkiye'nin üyeliğini engellemek
için kullanageldiği en önemli argümanlardan birini bugün kaybetmek üzere
olduğunu söylemek yanlış olmayacak. Bürokratik ve kontrolsüz büyüyen bir
birlik görünümündeki AB'nin ortak dış politika anlayışı
geliştirememesinin sonucu olarak 'nal topladığı' süreçte, Türkiye'nin
-ABD baskısı ve- BM karar metniyle bazı gelecek garantileri (AB
müktesabatına uymadığı gerekçe gösterilerek anlaşma metni
değiştirilemeyecek.) elde etmeyi amaçlaması şüphesiz ki birlik içinde
önemli bir politika zaafiyetine işaret ediyor. AGSP aracılığıyla Afrika
ve Ortadoğu'ya sarkmak isteyen Fransa-Almanya-Belçika kliğinin önemli
oranda mevzi kaybetmesine yol açan süreçte, adanın AGSP politikalarına
araç olması da ABD'nin baskısıyla zayıflamış görünüyor.
Masadakiler
Genel
Sekreter dışında masada, adanın iki taraf temsilcileri ve 'garantör'
sıfatıyla Yunanistan, İngiltere ve Türkiye yer almakta. Taraflardan
Yunanistan'ın tamamen AB politikalarına angaje olmuş siyasi elitinin,
Rum tarafına beklediği desteği veremediği izleniyor. Burada, Türk-Yunan
yakınlaşmasının yanı sıra, ABD'nin bu ülke üzerindeki etkisi de
(Simitis'in aksine Papandreu'nun önümüzdeki dönemde ABD ile ilişkileri
geliştirmeyi hedeflediği biliniyor.) önem taşıyor. Papadapulos'un
yeterince deneyimli olmadığı son dönem müzakerelerinde Türkiye'nin
beklenmedik ataklarla Rum tarafını iç tartışmalara yönelttiği ve
Yunanistan'dan 'beklediği keskin desteği' bulamayan Rum tarafının
'müzakerelerden kaçan taraf olmamayı' seçtiği izlendi. (Herşeye karşın
Papadapulos, "müzakerelere başlamış olmamız, anlaşmamız gerektiği anlamı
taşımaz" yorumunu yapmaktan da geri durmadı. 14 Şubat)
Masanın
'gayri meşru üyesi İngiltere ise; Lozan'la yasal zeminini elde ettiği
statüyü koruyarak, Nasır'ın Süveyş'i kamulaştırması sonrasında 'apar
topar' yerleştiği adadaki üslerinin devamlılığı amacıyla görüşmelere
katılıyor. 1960 Garantörlük Anlaşması ile adada pozisyonunu güçlendiren
İngiltere halen Agrotur ve Dikelya üslerinde askeri güç bulunduruyor. Bu
üslerde Soğuk Savaş sırasında SSSB'ye karşı dinlemeler yapan ABD ve
İngiltere'nin, halen Echelon Dinleme Sistemleri aracılığıyla Ortadoğu ve
Türkiye'nin yanı sıra Kafkasya'yı denetlediği defalarca basına
yansımıştı. Aynı üslerin Körfez Savaşı sırasında kullanıldığı ve
İsrail'in de (malum bir yerlerden sürece dahil olmasıyla ünlü devlet)
Arap dünyasına karşı bu üslerde sistemler konuşlandırdığıda
tartışılmıştı.
Masanın
'berisinde yer alan' Türk tarafının da homojen bir yapı içinde olamadığı
biliniyor. Yıllarca adada gladio merkezlerinin konuşlanmasına izin
veren, Kıbrıs'ın bir kumarhane ve kara para merkezi haline gelmesine ses
çıkarmayan Türkiye; gerçekte MGK, görüntüde hükümet politikaları ile
süreçte yer alıyor. Burada önemli olan, Tayyip Erdoğan'ın açıklama
yapmasının, olaya 'siyasi ve sivil boyut katmaktan' öte anlam
taşımamasıdır. Son dönemde ABD politikalarının doğrudan destekleyicisi
konumuna gerileyen -ve ABD tarafından yeniden yapılındırılmaya
çalışılan- Genelkurmay üst yönetiminin hoşnut olmayacağı bir devlet
politikasının Kıbrıs'ta geçerli olamayacağı herkesçe kabul edilmekte.
Buna, ABD politikalarına 'iliştirilmiş' hükümet ve tek başına politika
üretme iradesi kazanamayan Köş'ün tavrı da eklendiğinde, Türkiye'nin ABD
güdümünde bir politikaya 'angaje olmuş' ülke konumunu benisemesi
kaçınılmaz hale geldi.
Burada
geçmiş uygulamalarıyla çokça eleştirilebilecek olan Denktaş'ın bugünkü
tutumuyla eleştirilmesi yersiz görünüyor. AB'den ekonomik yardım alarak
propaganda yapan bir Başbakan ve uzun yıllar 'Ay' da yaşamış görünümü
veren bir Başbakan yardımcısıyla müzakerelere gitmek durumunda kalan
Denktaş'ın - ve de Mümtaz Soysal'ın milliyetçi görüşleri şüphesiz ki
eleştirilmek durumunda ama- 'duruşu' eleştiriye yer bırakmıyor. Buradaki
temel eksiklik, geçen süre içinde ABD ve AB'ye karşı bağımsız bir
politika anlayışı geliştirilerek, Rum tarafıyla sorunların çözümüne
ilişkin 'özel yakınlaşmanın' ortaya konulamamış olmasından (konjonktür
içinde çok zor bir gelişme olacaktı, kabul edilmeli.) kaynaklanıyor.
Sahi,
sayın Talat'a değinmeden de geçmemek gerekiyor. Adanın parlayan yıldızı
Talat, ülkemizdeki liberal demokratlar ve bazı solcularca baştacı
edilmiş ve Radikal Gazetesi 'nde yazdığı makalelerle (Talat'ın görüşleri
muhtelif defa eleştirilmişti. Bknz. Eksen, Evrensel, 25 Şubat :
"Annan'ın Nihai Çözüm Belgesi") de bizlere "Kıbrıs Sorununu" anlatarak
öğretmen! vazifesi de üstlenmişti. Seçimlerde önce sayın Talat'ın
partisiyle -ada halkı madem böyle istiyor, bizim de AB sürecini
destekleyen partilerle işbirliği yapmamız gerekiyor diyerek- ittifak
yapıp Kıbrıs'taki 'kırıntı halinde ayakta kalmaya çalışan devrimci
muhalefeti kurda kuşa yem eden' adadaki solcuların ve Türkiye 'deki -AB
karşıtı olduklarını her daim ilan eden- destekleyicilerinin çıkıp
'müzakerelerin neresinde olduklarını' izah etmeleri gerekmiyor mu bugün?
Adanın anti emperyalist geleneği, 'bir kozmetik figürün' New York'ta
televizyon karşısında zaman öldürmesi için mi pazarlanmıştır?
Emperyalist bölümüşümün bir yerlerine 'politikasızlığı ortadan kaldırmak
söylemiyle' dahil olup popülizm yapanların, İngiltere'nin adada
kalıcılık sağlamasında ve ABD'nin mevzi kazanmasında 'küçümsenemeyecek
veballeri' olduğu yadsınabilr mi? Tüm bunlar açıklamaya muhtaç sorular.
Neler
olabilir, ne yapmalı?
Adadaki
müzakerelerde, masada oturanların fazlaca inisiyatif alamayacakları
açık. Adadaki asker sayısının artırılmasıyla Türk tarafının, AB
sürecinde elde edeceği prestijle de Rum tarafının ikna olacağı
görülüyor. Referandum (AB yanlılarının kazanması kuvvetli beklenti) ve
TBMM oylaması (Kıbrıs'ı yalnızca haber bültenlerinden izleyen
milletvekillerinin Erdoğan-Gül merkezli, ABD ve Genelkurmay destekli bir
sürece olumsuz bakamayacakları biliniyor) dışında elindeki bütün
silahları alınmış Denktaş'ın, sürpriz bir gelişme süreci yaşanmaması
durumunda imza atabileceği görülüyor.
Gelişmeler, ABD'nin dünyayı yapılandırma planlarının 'stratejik
ayaklarından birinin' gerçekleşeceğini göstermekte. Başta Ortadoğu
halkları olmak üzere, Türkiye ve komşularının aleyhine ilerleyen
süreçte, ABD'nin 'barış götüren' dünya politikalarının teyit edilmesi ve
Anglo Sakson çetenin önemli mevziler elde etmesi sağlanacak anlaşmayla.
Burjuva
diplomasisinin bu oyununu bozacak olan, 'ada halklarının bağımsızlıkçı
tutumu' olacak hiç şüphesiz. Geçmiş 1 Mayıs'larda ortak eylem
gerçekleştiren ada üzerindeki bağımsızlıkçı unsurlar bu 1 Mayıs'a
emperyalistlerden farklı renk taşıyarak bütün dünyaya mesaj vermeli.
Türkiye ve Kuzey Kıbrıs'lı emek örgütlerinin, sendikacıların ve
aydınların 'kısa sürede bir ortak projeyle' harekete geçerek tepkilerini
yükseltmeleri gerekiyor. Adadaki memnuniyetsizliklerini AB'ye girerek
gidereceklerini düşünen ada çoğunluğuna, aslında adanın emperyalizmin
'yasal' üssü haline getirilmekte olduğunu gösterecek teşhirler ve
çalışmalar yapılması gerekiyor.
Yüzyıllar
boyu, ada dışındaki belirleyicilerin konrolünde çatışmalara sürüklenen
Kıbrıs'ın, "Bağımsız ve Demokratik Barış Adası" haline gelmesi için çaba
harcanması gerekiyor. 1960 yıllarda AKEL'in (Kıbrıs Halkının İlerici
Partisi) güçlenmesine karşı komplolar düzenleyenlerle, 90'lı yıllarda
Kutlu Adalı'yı katleden güçlerin bugün BM şemsiyesi altında adaya 'uzun
erimli yerleşme' çabalarının başarıya ulaşma aşamasında olduğunun
bilincine varmak gerekiyor. Kıbrıs halklarının mücadele geçmişine
bakıldığında, müzakereler sırasında ve sonrasında emperyalist işgale
karşı müdahil olma iradesinin gösterilebileceği kolayca görülebiliyor.
. |