FELSEFE
VE KADIN
(8 Mart Dünya Emekçi
Kadınlar günü
üzerine felsefik bir
bakış)
DOĞAN T.KAYA
Felsefe tarihini araştıran birisi için çoğu zaman kadın filozofların
yokluğu pek dikkati çekmez.Bu anlayış genellikle kadınlarda da esas bir
problem alanı teşkil etmez. Oysa ilk çağlardan itibaren kadınların da
felsefe tarihi içerisinde olduğu halde;neden kadınların adının fazla
geçmediği çok sorgulanmaz oysa Sokrates’in bile kadın hocalarının
olduğu bilinmektedir.
“Sokrates Platon’un diyaloglarında Diotima ‘dan başka bir
kadının daha kendisinin hocası olduğunu söyler! Milet’li Aspasia (Kadın
filozoflar-Marit Rullman v.d Kabalcı Yayınları sf:43)
Bu
dönemde kadınların felsefe okulları açtığını ve zamanın ünlü
filozoflarına dersler verdiklerini de görüyoruz.
“Aspasia(İ.Ö.
460-401),Atina’da ilk defa zamanın etki sahibi erkeklerinin sonraları da
bunların eşlerinin devam ettiği ve kendi adını taşıyan bir salon
açmıştı.Sanatçılar, devlet adamları ve başkaları yanında
Anaxagoras,Archimedes,Sophokles,Sokrates gibi bir çok filozof ta buranın
sürekli konuklarıydı.Aspasia’nın etkisi bütün aydınlanma felsefesine
yeni bir hayat getirdi.(A.g.e. s:45)
Buna benzer antik çağda Hipporchia(İ.Ö360-280), Arete, Lais, Themista,
Leontion, İskenderiyeli Hypatia (370-415) gibi bir çok kadın felsefeciye
ilk çağ döneminde rastlayabiliriz.Kadınlar bu dönemde de sırf kadın
kimliklerinden dolayı toplumsal baskıları yaşamışlardır.
”Filozof
kadınların hayatları ve yapıtları üzerindeki tartışmalar,onların çok kez
cinsellikle ilgili dedikodulara karşı korunmasız olmaları yüzünden daha
da güçleşmektedir.İkinci elden literatür,onları aşağılamalarla
doludur.Aspasia’ya karşı antik komedi yazarlarının iftiraları
ile(Tanrıtanımazlık,Aracılık)başlayarak-İsotta Nogarolaya’ya yapılan
ensest karalamasından,bilimsel leydiler mizahına kadar.Onlar değişik
şek,illerde”Mavi çoraplılar,erkek kadınlar”olarak adlandırıldılar,acaip
olarak görüldüler-Zeki fakat kısır-soğuk fahişe,felaket kadınları olarak
ortaçağ boyunca da aşağılandılar.
Onlara atfedilen bu son
iki özelliğin aksine filozof kadınlar-hem de sadece mistik olanları
değil-çok kez bilinçli bir namus düşkünlüğünü ve geniş ölçüde “erkeksiz”
hayatı seçtiler.(Hypatia-Anna Von Schurmann-Sota Nogarola-Mary
Astell);onlar en azından,kadının eğitim görmesine ancak evlenmeden önce
izin veren toplum görüşüne uydular bundan başka,yeniçağın
başlangıçlarına kadar evli ve çocuklu,yani anne olan bir kadının
bilimsel çalışma yapması hemen hemen düşünülemez bir şeydi”(A.g.e.
s:17)
Kadınların felsefeye katkıları Ortaçağ,Rönesans ve
Aydınlanma döneminde de devam etmiştir. Fakat erkek egemen toplumun
tarih ve felsefe yazımındaki etkileri yüzünden her ne hikmetse isimleri
pek tarih kitaplarında geçmez.
Rönesansla başlayan aydınlanma hareketleri kadınlar için tam bir kıyıma
dönüştü.
“ Cadı takipleri adı verilen davalar yüzünden bir milyondan
fazla kadın işkenceye uğradı ve yakıldı. Kilise ve gerçek inanç adına
cadılar hakkındaki son davaya ‘aydınlanmış’ 18. yüzyılda bakıldı. 1728’
de Berlin’de ve Kempten’ de” (adı geçen eser sf:130-132)
Rönesans kadınların düşünce yaşamını katılım açısından
oldukça geri olan ortaçağın değerlerini de kısmen korudu. Cadı takibatı
korkusundan kadınlar tamamen toplumsal yaşam ve felsefik düşüncenin
gerisinde kaldılar. Bu dönem kadın düşmanı düşüncelerinin de Rönesans’ı
olmuştur.
Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yazılarında Horkheimer ve Adorno bu
konuda şunları söylüyorlar:
“ Kadın özne değildir... Erkek tarafından zorlandığı iş
bölümü ona pek uygun değildi. O, biyolojik işlevin bedenselleşmesi
olarak görüldü ve baskı altına alınması bu uygarlığın ününün başlığı
olan doğanın imgesi yapıldı. Sınır tanımadan doğaya egemen olma, kosmosu
bir avlanma alanına çevirme, bin yılların hayaliydi...Cadı davalarının
terörü... aynı zamanda erkek egemenliğinin ilk çağlardaki anaerkil ve
taklitçi gelişme basamağına karşı kazandığı zaferin tescil edilmesi,
kutlanmasıdır. ( aktaran a.g.e: sf:135)
Aydınlanma kadınlara eşitlik ve ilerleme getirmesi
iddiasına rağmen baskıları kaldırmaya yetmiyordu. Kadın yine yaşamın
ikincil konumunu yani toplumsal yaşamdan uzaklaştırılmaya, evine mahkum
edilmeye hazırlanıyordu.
“
Kadının idam sehpasına çıkma hakkı var; aynı şekilde bir konuşma
kürsüsüne çıkma hakkı da verilmeli ona...” diyordu. Olympe de Gauges’
in Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirisinin X. Maddesinde “eşitlik ve
özgürlüğü ‘kız kardeşler’ içinde istemek ölçüsüzlüğünden dolayı 4 Kasım
1793’ de başı kesilerek idam edildi.” (a.g.e sf:199)
Aydınlanma ilk dönemler kadın haklarının savunusu anlamında bir çok
düşünceyi doğurmuştu. Ama zamanla dönemsel koşulların etkisiyle kadın
hakları yine durağanlaşmaya dönecekti.
“ Buna göre bu yüzyılın (19 yy) ilk otuz yıllarında –Flora
Triston Harriet Taylor – Mill gibi kendini kadının eşitliği
sorununa vermiş birkaç bilgin kadın,kadının aile içinde ve toplumdaki
yerinin eşitliği için kamu önüne çıktığı halde 1840 ile 1890 yılları
arasında ne eşitlik isteyen nede bilim alanında çalışan kadın vardı.”
(a.g.e. sf:211)
Kadının toplumsal alandaki yetersizliği binlerce yıldan beri gelen
ataerkil toplumun bir yansımasıdır. Kadınlar düşünce yaşamında adeta
körelmiş bu alanda sınırlı anlamda üretimde bulunanlarda kendisini ifade
etme olanağından yoksun bırakılmıştır. Kadının toplumsal yaşama katılımı
bilinçli bir şekilde engellenmiş, erkeğin güçlü olduğu, düşünsel yaşama
katkısının gücünden dolayı etkili olabileceği var sayılmıştır. Kadınlar
yaşamın her alanında bunun mücadelesini vermek zorundadırlar. Bunun en
uygun zeminlerinden birisi özgür düşüncenin öncelikle özümsendiği
felsefe alanıdır.Felsefe alanında eleştirel düşünceyi yaşamın her
alanına yansıtmak kadını zamanla özgürleşmesinin de anahtarıdır. Kadın
bu anlamda sorumluluklarını omuzlamak zorundadır. Toplumda cins
ayrımcılığına karşı her alanda kendisini ifade etmeli, özellikle
Demokratik Kitle Örgütleri onun için yaşamsal bir alan özelliği
taşımalıdır. Bulunduğu her kurumda yönetim kademelerinin zorlanması ve
yönetimin her alanında kendisini ifade edebilecek zeminleri yaratması
kendini özgürleştirmesinin temel adımlarındandır.