TÜRKİYE İÇİN
İSTİHDAM VE
BÖLÜŞÜM ÖNCELİKLİ
BİR ALTERNATİF
ÖNERİ
Mustafa SÖNMEZ
Türkiye kapitalizmi , 2001’de yaşadığı tarihinin en büyük krizinden 2002
ve 2003’te yaşadığı büyüme ile çıkmaya başladı. Ancak, büyümeye geçmek,
herşeyin güllük gülistanlık olması, krizden olumsuz etkilenenlerin,
krizin yükünü sırtlananların yaralarının sarılması anlamına mı gelir?
Türkiye’yi 2001 krizine sokan programı 2000 başında yürürlüğe sokan ve
kriz sonrasında aynı programda ısrar eden IMF ve yerli partnerleri,
özellikle enflasyondaki yavaşlamayı ve dışa dönük büyümeyi işaret
ederek, programın adım adım hedefine ulaştığını, krizden çıkıldığını,
ekonomide artık “bahar havası” estiğini duyuruyorlar. Acaba öyle mi?
Enflasyon yavaşlamış olabilir, çarklar yeniden dönüyor ve büyüme
yaşanıyor olabilir. Ama bunlar, çarkları döndüren emekçilerin, iş
bekleyen milyonların durumunda bir iyileşme yarattı mı?
Dünyanın en borçlu ülkelerinden Türkiye, borçlarını sorunsuzca
çevirebilir ve borç yükünü azaltan bir yolda mı?
Kriz sonrası yaşanan büyüme ve enflasyondaki yavaşlama, tamamen faturası
emekçi sınıflara çıkarılmış politikalardır. Bunların başında iç
tüketimin, kemer sıkıcı politikalarla daraltılması geliyor. Ücretler,
maaşlar, emekli gelirleri, tarım üreticisi gelirleri ciddi ölçüde reel
kayba uğradılar. Krizde işten çıkarmalar arttı ve işinden çıkarılanlar,
kepenklerini kapatanlar yeniden iş bulamadılar. Bu sonuçlar hanelere
giren geliri azaltınca, hanehalkı harcamaları, iç talep azaldı. İç talep
bulamayan sanayiciler, can havliyle dışa yöneldiler, ihracata
yüklendiler. 2001 yılındaki yüksek devalüasyon hızla düşen reel
ücretler, tarım girdi fiyatlarındaki azalışlar ihracatçıya destek oldu
ve büyüme, bu ihracat ile azalan stoklar için yapılan üretimle
gerçekleşti. Dış pazarlarda ciddi bir rekabetle karşılaşan ihracatçı yer
yer fiyat kırarak malını satmaya çalıştığı için yoksullaştırıcı bir
ihracat yaşandı. Hazine’den her yıl ihracatçıya KDV iadesi adı altında
aktarılan teşvikler, yatırımlara ayrılan payı geçti. Aynı
yoksullaştırıcı süreç turizmde de görüldü.
Öte yandan, enflasyonu yavaşlatmak ve ihracatçıya rekabet gücü vermek
için KİT’lerin ürettiği mal ve hizmetlerin fiyatları düşük tutuluyor.
Bu, aslında ertelenmiş bir maliyet ve günün birinde faturası ödenecek.
Enflasyonu yavaşlatmanın bir yolu olarak da dövizde TL’yi değerlendiren
bir politika izlendi. 2003 yılında dolar kuru neredeyse sabit tutuldu.
Bu, ithalatı özellikle de, ithal enerji fiyatlarının teminini
ucuzlaştırdı. Ancak, kurdaki bu yaklaşımın ciddi bir cari açık yaratması
ve yeniden birçok dengeyi alt üst etmesi çok muhtemel.
Başarı gibi gösterilen uygulamalardan biri de bütçe ile ilgili. Bütçede
“faiz dışı fazla” hedefine ulaşılarak IMF’ye verilen taahhüdün tutulduğu
ve bu fazla sayesinde borçların çevrilebildiğini savunanlar, bu hedefin
faturasını da hatırlamak zorundadırlar. Bu fatura yine emekçi halka
çıkarılmıştır. Vergi yükünü ağırlıkla emekçilerin taşıdığı bütçeden,
emekçilerin yararlandığı sosyal harcamalar tırpanlanarak, yatırımlar
iyice budanarak bu hedefe ulaşıldı. Vergiler içinde çoğu emekçilerce
ödenen dolaylı vergilerin payı yüzde 70’e çıkarılırken gelir vergisinde
ücretliler yine vergi hamalı kaldı. Vergi kaçakları ise dudak uçuklatıcı
boyutlara çıktı.
Öte yanda bütçeden yapılan harcamalardan rantiyeler yüzde 40-50’lere
varan faiz payları alırlarken eğitim, sağlık, sosyal güvenlik için
yapılan harcamalar iyice budandı. yatırımların payı yüzde 5’e varan
oranlarda azaltılarak devletin istihdam yaratıcı, altyapı sağlayıcı
özellikleri de ortadan kaldırıldı. Sosyal devletin, yatırımcı devletin
rafa kaldırıldığı bir bütçe ile ancak “faiz dışı fazla” yaratıldı ve
borçlar çevrilebildi ve bu bir başarıymış gibi sunuldu.
Toplumun en önemli sorunları olan büyüyen gelir adaletsizliği ve büyüyen
işsizliğı, AKP iktidarı hiç dert etmemekte, tersine, ucuz işçilik ve
durmadan çoğalan yedek işsizler ordusunu cazibe unsurları olarak yabancı
sermayeye sunmaktadırlar. Ülkenin kamu işletmeleri haraç mezat yok
pahasına satılmaya, mafyatik gruplara pazarlanmaya çalışılmaktadır.
Emekçilerin reel gelir kayıplarının telafisi hiç dert edilmemekte, aynı
işin daha az işçi tarafından yapılmasına dayanan katmerli sömürü,
“verimlilik artışının şahlanışı” olarak alkışlanmakta, hatta teşvik
edilmektedir.
Kentlerde, eğitimli gençler arasında işsizlik oranı yüzde 32’ye çıkmış
bulunmakta ve bu genç işsizler ordusu hızla büyümektedir. Bütün
operasyonlar çalışanların hakları, gelirleri üstüne düzenlenirken iç ve
dış borçlar üstüne hiçbir düzenleme yapılmamakta, borç faizlerinin
ödenmesine birinci öncelik verilmektedir.
IMF ile birlikte yürütülen bu politikaların 2004 ve 2005 yıllarında da
sürdürülmesi gündemdedir ve bu politikalarla tek haneli enflasyona
geçilmesi ana hedef olarak belirlenmiştir. Buna göre, enflasyonu tek
haneye indirme ana hedef olacak, büyüme, yatırım, iş, istihdam, bütçenin
kaderi enflasyon hedefine tabi olacaktır. Bu, önümüzdeki iki yılın da
içeride kemer sıkıcı, dışarıya ucuza mal ve hizmet satışına dayanan
yoksullaştırıcı bir süreci empoze etmesi demektir. Bu, borç dağının
büyüyerek sırtımızda kalması ve rantiyelerin faiz alacaklarının her tür
önceliğe sahip olması demektir.
ALTERNATİF POLİTİKALAR
Türkiye ekonomisinin en büyük sorunu “iş ve aş” meselesidir. Sayıları 4
milyona yaklaşan işsizlerin iş ve eve ekmek götürme beklentisi herşeyin
önünde. Çalışanlar, işlerini kaybetme endişesinde ama kaybedilmiş alım
güçlerine de yeniden kavuşma özleminde. Dolayısıyla Türkiye’nin “iş ve
aş” meselesine öncelik veren bir politikaya ihtiyacı var. Bu ise bir
yandan gelir dağılımına biraz olsun adalet getirecek bir gelir
politikasını, bir yandan da istihdam yaratacak kalıcı, istikrarlı bir
büyüme hamlesinin gerekliliğini herşeyin önüne koyuyor.
Türkiye’nin sürekli yılda yüzde 7-8 oranlarında büyüyen bir tempo
yakalayabilmesi, bir yandan mevcut önceliklerini gözden geçirmesine, bir
yandan da bir zihniyet değişikliğine gitmesine bağlı.
Bugün, kaynaklar öncelikle borç ödemelerine ayrılmakta, borç
yükümlülükleri, kamunun borçlanma ihtiyacını, dolayısıyla faiz
oranlarının seviyesini belirlemektedir. Borç takvimi, ağır bir takvimdir
ve bu konuyu masaya yatırma konusuna ne AKP iktidarı ne de önceki
hükümet cesaret edebilmiştir. Bu konuda ancak IMF-Dünya Bankası gibi
kuruluşlar inisyatif kullanmakta, fakat, onur kırıcı bazı siyasi
beklentilerle -Irak işgaline yardım vaadi almak gibi- borç takvimini
yumuşatıcı müdahaleler yapmaktadırlar. Borçlu Türkiye, kendi başına bir
takvim belirleyememekte ya da alacaklılarla bu konuyu müzakere etmekten
kaçınmaktadır.
Böyle olunca, borçların çevrilmesine bağımlı bir iktisadi çizgi,
herşeyin önüne geçmektedir ve bu borç yükünün ağırlığı, geriye “iş ve
aş”önceliğini düşünecek fazla bir hamle alanı da bırakmamaktadır.
Dolayısıyla “borçta nefes öncelikli” bir hedef ön plana çıkarılmak
durumunda. Borçta “bir nefes penceresi” aralayabilmek ise, öncelikle
sermaye hareketlerinde yapılacak düzenlemeden geçmektedir.
SERMAYE HAREKETLERİNE
KONTROL
Sermaye giriş çıkışlarına kontrol getirilmesi “alternatif
politika”demetinde atılması gereken ilk adım. 1989’da sıcak para gelsin
diye getirilen 32 sayılı kararın mutlaka gözden geçirilmesi gerekli.
Sermaye giriş çıkışı belli kurallara bağlanmalı. Bu, hem yeniden tehlike
arzetmeye başlayan sıcak para hareketinin yaratabileceği olası krizleri
önlemek için gerekli, hem de borçlar başta olmak üzere başka alanlarda
alınacak kamusal önlemler için zorunlu.
Borsa’da spekülasyona meydan vermeyecek düzenlemeler de şart. Kağıt
alana, o kağıdı belli bir süre tutma mecburiyeti getirilebilmeli. Borsa
kazançlarını gelir vergisi kapsamına almak gerekli. Dövizi bugün olduğu
gibi, baskı altında tutmak büyük risk almak demek. Bugünkü politika
yerine TEFE’ye endekslemek, bunu da zamana yayarak yapmak daha doğru.
Burada ana fikir, sermaye kaçışları ile ekonominin kan kaybına
uğramasını önlemektir...
Sermayeyi kontrol edecek önlemlerin akabinde borçları masaya yatırıp
oradan bir “nefes penceresi” açmak gerekecektir.
BORÇLARI YENİDEN
YAPILANDIRMA
Borçların reddi değil ama yeniden-yapılandırılması, yeni bir takvime
bağlanması gereklidir. Birincisi, vadesi gelen devlet kağıtları (DİBS)
uzun vadeli, enflasyona endeksli kağıtlarla değiştirilebilir. Bu işlem,
vade uyumsuzluğu nedeniyle bazı bankaları sarsacak gibi olursa, o zaman
da, vadesi gelen senetler, Merkez Bankası kaynaklarıyla, yeni borç
ihaleleri açmadan, ödenir.
İkincisi devlet kağıtlarının faiz gelirlerini etkili bir biçimde
vergilemek gerekir. Reel faizler hala yüksek ve yüzde 20’lerin üstünde.
Bu vergileme ile hem Hazine’ye para girer, bu sayede de borçlanma
ihtiyacı azalır hem de reel faiz düşer, yatırım iklimi için zemin
hazırlanır.
Devlet kağıtlarına yatırım yapmış “piyasalar”a bir kereye mahsus bir
servet vergisi uygulanmalı ve buradan elde edilecek vergi hasılatı da
borç ödemede kullanılmalıdır. Benzeri bir uygulama 1994’te Net Aktif
Vergisi adıyla yapılmıştı.
Bu
iç borç operasyonları parasal genişlemeye yol açar, mevduat ve kredi
faizlerini aşağıya çeker, böylece talep canlanır, boş kapasiteler
kullanılır, üretim genişler. Çarklar döner, işsizlere iş imkanı çıkar.
Büyüme hızlanır.
İç borçların yanında dış borçlara el atmak gerekir.
Bir kere, sermaye kontrolünü getirip, sonra da iç borçta gerekli
operasyonlar yapılırsa, IMF’nin “yüzde 6.5 faiz dışı fazla” diye
tutturduğu hedef, halka zulmedilmeden gerçekleştirilir. Bunları yapınca
artık, evinin içini düzene sokmuş bir ülke olarak dış borç operasyonunun
düğmesine de basılabilir.
Önce kamuya ait dış borçla ilgili anapara ödemeleri durdurulur; özel
kredilerle ilgili yükümlülükler ise, sermaye hareketlerini kontrol
altına alınınca, zaten fiilen “askıya alınmış”olur. Bu önlemleri
aldıktan sonra iç borcunu çevirebilen ve iç borç yükünü hafifletmiş bir
ülke olarak dış alacaklılar yeni bir anlaşma için müzakereye davet
edilir. Dünyada birçok ülke bunu yaptı ve kıyamet kopmadı. Bu Türkiye
için de mümkün.
VERGİ YÜKÜNDE ADALET İÇİN
YENİDEN DÜZENLEME
Bugün, ulaşılmış görünen ihracat artışının, iki yıldır yaşanan büyüme
sürecinin altında, esas olarak reel gelirlere aşırı baskı var. İç talebe
göz açtırmama, ücretleri düşük tutma, sürekli büyüyen yedek işsiz
ordusunu kullanma, bu politikanın temel payandaları.
Sadece 2003 yılında bütçenin yüzde 3,5’una ulaşan vergi iadesi adı
altındaki devlet sübvansiyonlarının, toplam yatırımların yüzde 70’ine
ulaşması da devletin kayırmacı karakterini ortaya koymaktadır. İşgücüne
bu kadar abanmak, bütçeyi bu kadar kayırmacı kullanmak doğru değildir.
Bu, sürdürülebilir bir politika olamaz.
Sürekli düşürülen reel ücret ve iş yükünü artırmaya dayanan iş
düzenlemelerine dayanan bir sistem, bütçeyi bir emme basma tulumbası
gibi sermaye lehine kullanma politikası sürdürülebilir bir sistem
olamaz.
Bunun pek mümkün ve pek doğru olmadığını söylemeliyiz. Birkaç nedenle,
-
Birincisi, 70 milyon nüfuslu bir ülkede, çarkları sadece dış talebe göre
düzenlemek hem mümkün değil hem gerekli de değil. Hep iç talebi
daraltarak bir ekonomiyi yeniden üretmek, büyütmek mümkün değildir. Bunu
özellikle kamu harcamalarını azaltarak, sosyal devlet yatırımlarını,
harcamaları askıya alınarak yapılıyorsa, bunun sürdürülme şansı iyice az
demektir.
-
İkincisi, 200 milyar dolar mlli gelir üreten bir ülkenin bütün üretim
dinamikleri dış taleple beslenemez, iç talebe bağlı bir dizi sanayi,
hizmet sektörü de içeriden beslenmek zorundadır. Bir dengeye ihtiyaç
vardır. İç ve dıştan birine aşırı yüklenme sorun yaratır ve
yaratmaktadır.
-
Üçüncüsü, Türkiye gibi, iyi-kötü bir demokratik geleneği, parlamenter
demokrasisi olan bir ülkede sonsuza kadar işgücüne abanmak mümkün değil.
Bu politikanın, sonunda sosyal patlamalarla dikişi bir yerlerden atar.
Gerilimler büyür ve bundan tüm toplum zarar görür.
Bunun yerine, izlenecek politika ne olmalıdır?
Burada hükümetlerin yeterince kullanmadıkları önemli bir araç vardır:
Maliye politikaları.
İşgücüne aşırı abanmalar yerine, vergi ve harcamalarda izlenecek daha
sıhhatli bir politika ile, yatırım ortamını iyileştirme yolunda önemli
bir adım atılabilir.
Daha ilk elde, ücret üzerindeki vergi ve SSK prim yükünü azaltarak bunu
yapmak mümkün. Ücret üzerindeki vergi ve prim yükü, işçinin eline geçen
miktarın ortalama yüzde 70-80’i arasında değişmektedir. Bu denli ağır
yük, işverenleri kaçak işçi çalıştırmaya yönlendirmekte, istihdamdan
uzaklaştırmaktadır. Bugün 3.3 milyon kayıtsız işçi çalıştırılmakta ve bu
sayı her geçen gün artmakta, yabancı kaçak işçi istihdamıyla sorun iyice
tırmanmaktadır. Kaçak istihdam, toplamı 10 milyonu aşan
ücretli-yevmiyelilerin yarısından fazladır.
Hem genel ekonomi politikalarda işgücüne aşırı abanmanın yarattığı
gerilimi ve yaratacağı başka problemleri aşmak, hem de daha adil ve
kalıcı bir çalışma ortamı yaratmak açısından vergi yükü ile ilgili
değişiklikleri ön plana almak gerekiyor.
Vergi yükünü ücretlinin sırtına yıkma kolaycılığına göz yuman
iktidarlar, hem istihdamın artmasını önlüyor hem de kayıt dışı istihdama
gözyummakla sağlıklı bir gelir politikasından ülkeyi mahrum ediyorlar.
Yapılması gereken şey, asgari ücret kadar ücreti vergi dışı bırakmak,
böylece istihdamın, büyümenin, kalıcı ve istikrarlı büyümenin önünü
açmaktır.
Buradan uğranılacak vergi kaybını ise, ücretlinin yarısı kadar vergi
ödemeyen kesimlerin üstüne giderek sağlamak gerekir. Hem kalıcı ve
istikrarlı bir büyüme, istikrarlı ihracata dönük büyümenin hem de daha
gerilimsiz ve adil, daha sosyal bir toplumsal yapıya ulaşmanın yolu
buradan geçiyor.
YOLSUZLUKLA MÜCADELE
VE
YARGI REFORMU
Toplumu çürüten ve içten içe kemiren yolsuzluk salgını ve yargının etkin
bir şekilde çalışmaması, büyük vurgunları, soygunları yapanların yanına
kar bırakmaktadır. Bu tablo, hem kamu vicdanını yaralamakta hem de
toplumsal gelişmede kullanılacabilecek milyarlarca dolarlık kaynağın
toplum adına tahsilini geciktirmektedir. Hortumlanan 21 bankanın topluma
maliyeti 77 milyar doları aşarken bu meblağın milli gelirin yüzde 40’ına
ulaştığını ve kişi başına 1070, aile başına 4800 doların gasbedildiğini
hatırlatmak gerekir.
Bütün açıklığı ile ortaya çıkan bu örgütlü soygun için beklenen adalet
henüz gerçekleşmemiş, topluma ödetilen 77 milyar doların gaspçılardan
tahsili ve ekonomik gelişmeye kanalize edilmesi gerçekleşememiştir.
Adalet Bakanlığı bütçeden binde 7 pay almaktadır. Yargılama sürecinin
yavaş işlemesi, hukuk kurallarının oluşturulmasında çağdaş gelişmelerin
yeterince takip edilememesi, yargı personelinin çalışma koşullarının ve
özlük haklarının yetersiz kalması ve teknik-fiziki alt yapı
eksikliklerinin giderilememiş olması, yargının etkin bir şekilde
işlemesini aksatmaktadır.
Yargı sistemindeki eksiklikler ve aksaklıklar nedeniyle davaların
zamanında çözüme kavuşturulamaması, yargıda iş yükünün sürekli artmasına
yol açmakta, rüşvetin yargıya da bulaştığı gerçeği ayyuka çıkmaktadır.
Mağdur haklarının korunmasında istenen seviyeye gelinememiştir.
Avrupa Birliği normlarına uymak amacıyla yapılan düzenlemelere rağmen,
adil yargıya ulaşmak, insan haklarına saygıyı tam olarak gerçekleştirmek
ve hukukun üstünlüğünü yaşama geçirebilmek için atılması gereken çok
adım bulunmaktadır.
Kişilere sağlanan yasal güvenceler zedelenmeden gerçek adalete ulaşmak
temel hedefi doğrultusunda, yargının bağımsızlığını güçlendirecek ve
adalet sisteminin hızlı işlemesini sağlayacak şekilde bir yargı reformu
gereklidir.
Hukukun üstünlüğü ilkesi bütün kurallarıyla hayata geçirilmelidir.
Yargı sisteminin modern araç ve gereçler ile takviyesine devam edilerek
adalet hizmetlerinin sunumunda teknolojik ilerlemelerden azami ölçüde
yararlanılmalıdır.
Türk Ticaret Kanunu, Borçlar Kanunu gibi temel kanunların yenilenmesi
çalışmaları sonuçlandırılmalı. Mağdur haklarını koruyacak yasal
düzenlemeler yapılmalıdır.
Yolsuzlukla etkin mücadele amacıyla bazı kanunlar yürürlüğe girmiştir.
Ama yolsuzluk hala kol gezmektedir. Kamu görevlilerinin görevlerini
yerine getirirken ayrımcılık yapmaması, saydamlığın sağlanması,
vatandaşların beklentilerinin ve memnuniyetinin esas alınması gibi
ilkeler getiren, kamu görevlilerinin uyacakları mesleki ve etik
kuralları belirleyen kanun tasarısı henüz yasalaşmamıştır.
Yolsuzlukla mücadelede münferit olaylar ve yasal düzenlemelerle
yetinilmeyip, konu sistemli bir şekilde geniş çapta ele alınmalı;
yolsuzlukla mücadelede ilgili tüm tarafların işbirliği sağlanmalı,
toplumun tüm kesimleri bu konuda bilinçlendirilmelidir. Ayrıca,
yolsuzluk yapanlara karşı verilen cezaların caydırıcı niteliğinin
artırılması sağlanmalıdır.
KALICI VE
SÜREKLİ BÜYÜME
Yukarıda sıralanan, sermaye hareketlerinin denetiminden başlayıp
borçların yeniden yapılandırılmasına uzanan ve vergi yükü
düzenlemeleriyle, yargı reformuyla devam eden değişim zinciri sonucunda
Türkiye çok elverişli bir büyüme ve yatırım ortamına kavuşabilir. Bir
yandan düşen faizler ve azalan risklerle birlikte rantçı ikilimin yerine
üretim iklimi, istihdam yaratacak, reel gelişmeyi hızlandıracak bir
sürece geçilir, bir yandan da devlet, yatırımcı ve sosyal karakterine
yeniden kavuşma şansı yakalar. Bütçenin yarısını bloke eden faiz
giderlerinden yapılacak tasarrufun yanısıra vergi kaçıran ve vergiden
kaçınma ile yükün altına girmeyenlerden sağlanacak vergi artışları,
hortumlanmış kaynakların tahsili, devlete hem yatırım harcamalarını hem
de sosyal harcamaları artırma imkanı sağlar. Devlet, bütçenin yüzde
5’ine kadar gerilemiş yatırımları yeniden canladırarak bütün sektörlere
de canlılık sinyalleri gönderebilir. Tükenen, yıpranan altyapı
yatırımlarından başlanarak önemli bir kamu proje stoku yaşama
geçirilebilir. Özellikle ulaştırma-haberleşme, sulama ve gerice yörelere
dönük her tür yatırım projeleri ile kamu kesimine yatırımcı karakteri
geri kazandırılabilir. Özelleştirme teranesi ile heyecanı tüketilmiş
KİT’leri rehabilite edici çalışmalar yeniden başlatılabilir. Özel
sektörün riskli gördüğü teknoloji yoğun projelerde bizzat KİT’ler
görevlendirilebilir.
Özel sektörün rantiyeci kimliğinden sıyrılıp üretici kimliğine dönmesi
için de bir dizi önlem geliştirilebilir. İstihdama, bölgesel dengeye ve
döviz kazandırmaya katkıda bulunan sektörlere selektif krediler, enerji
desteği, turizmde uygun kamusal arazi tahsisleri ile özel yatırımların
teşvikine hız verilebilir. Böylesi bir yatırım ortamı doğrudan yabancı
sermaye yatırımları için de uygun ikilimi yaratır.
Devlet yatırımcı karakterinin yanında “sosyal” niteliğine de yeniden
kavuşturulmalıdır. Rantiyelerin hizmetindeki devletin faiz giderlerinin
azaltılması ile ihmal edilen eğitime, sağlığa ve adalete daha çok bütçe
ayrılmalı; asker-polis bütçelerinden sosyal bütçelere aktarmalar
yapılmalıdır.
Sosyal güvenlik kuruluşlarının gelirlerini artırmak için kayıtlı
çalışmanın sıkı takipçisi olunmalı ve sosyal güvenlik kuruluşlarının
gelirlerini en etkin bir biçimde değerlendirmelerini sağlayıcı
düzenlemeler yapılmalıdır.