Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 
K. MARKS

KIBRIS 

Alev ATEŞ

I. 

Gelin moda olduğu üzere biz de  kez daha Mustafa Kemal ‘e kulak verelim.

 

“MUSTAFA KEMAL PAŞA -  ... Misakı Millinin ne olduğunu evvela anlamalı ondan sonra mütecavizlerin kimler olduğunu meydana koymalı. Efendiler arazi meselesi ve hudut meselesi Misak-ı millinin birinci maddesinin dairei şümulündedir. Misak-ı milli şu hat bu hat diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati  ve Heyeti Celilenin isabeti hazaridir. Yoksa bu haritası mevcut bir hudut yoktur....Fakat bu gün Musul meselesini halletmek istediğiniz vakit bu meselede karşınıza yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon bütün dünyanın düşmanları vardır.....

(.......)

SIRRI BEY (İzmit) - Paşa hazretleri çok teşekkür ederim ki sözlerimi şayanı müdafaa buyurdunuz anlamadığımı söylediniz. Misakı Millinin bendeniz, mingayrı haddin muharrirlerindenim...

 

MUSTAFA KEMAL PAŞA  (devamla) - Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok bela koydunuz. Yani bugün katiyetti ihlal eden sözlerden başka bir şey yapmadınız..”

 

“Misakı Milli” ile kendini sonlandıran  Osmanlı Meclisinin bu yeminini aynen ilke kabul eden TBMM ‘de Musul meselesi görüşülürken  yapılan bu konuşmaları bir kez daha anmamın nedeni, bir ülkenin dış politikasını belirleyen ilkelerin  ulusun gücü ile doğru orantılı olarak ertelenmesi hatta değiştirilmesi gerektiğini belirtmek içindir. Ancak burada beni ilgilendiren konu “gücün” ne olduğunun doğru anlaşılması gerekliliğidir. Önce hepimizin kafasındaki soru işaretini kaldırmak için altını çizelim. Çok güçlü bir ordumuz var. Dünyanın sayılı ordularının başında geliyor. Ve kuruluşundan beri süregelen önemli bir toplumsal olgu olarak hayatımızda yer alıyor. Ama sözü çok uzatmadan konumuz açısından ilgilendirerek söyleyeyim; şöyle diyor bu konu da andığım görüşmelerde M.Kemal Paşa; “ordumuz çok güçlüdür, meclisiniz karar verirse bugün Musul’u hemencecik işgal edebilir...ama sonrası ne olacaktır ?” Yani kısaca asker olarak Mustafa Kemal Musul’u alırsa büyük bir zafer kazanmış olarak alkışlanacaktır, övülecektir. Ama onun bir siyasetçi olarak inşa etmesi gereken büyük bir gelecek vardır. O nedenle de meclisin böyle bir karar almasının akıl dışı olacağını sert bir biçimde anlatmaktadır üyelere.  Oysa  O,  P.Valery’den alıntıyla söylersek “kısa zafer anlarının raslantıyla da elde edilebileceğini ancak gerçek zaferin özden geleceğini” bilir. 

 

II. Kıbrıs konusunda sosyalistlerin görüşleri ilk kez TBMM ‘de anlatılıyor, bir de buna kulak verelim:

 

TİP Grupu adına Mehmet Ali Aybar  (İstanbul)-  (....)Kıbrıs davasının hepimizce bilinen bir tarihçesi var. ...Kıbrıs 1571 yılında Osmanlı Devletine ilhak edildi...300 yıl kadar uzun bir zaman Türk hakimiyeti altında yaşamış bu topraklarda ...gerek münasebetler gerekse kültürel ilintiler ve ilişkileri ile Anavatana bağlılığı şüphe ve tereddüde yol açmaz...Kıbrıs’ın milletlerarası iştihaları üstüne çekmesi 19, yüzyılın hep bildiğimiz fırtınalı ikinci yarısına rastlar....O tarihlerde Ortadoğu üzerinde bir taraftan Fransa’nın bir taraftan İngiltere’nin bir taraftan Rusya’nın ve birkaç sonra da Almanya’nın iddialı oldukları bilinmektedir. (....)1878 Türk-Rus harbinin bizim aleyhimize sonuçlanmasından istifade eden İngiliz Hükümeti Padişah ve Babıaliyi Kıbrısı kendilerine terk etmeleri hususunda sıkıştırmaya başladılar. Gerekçe Rus saldırısına karşı Osmanlıyı korumaktı. ...1878 de Ada fiilen İngiltere’nin işgali altına girdi. Emperyalist emeller için çok değerli olan bu ada 1914 yılında tek taraflı olarak İngiltere tarafından ilhak edildi. (....)Kurtuluş savaşımız sonunda Lozan anlaşması ile 1914’e raci olmak üzere yani geçmişe şamil olmak üzere İngiliz hakimiyetini tanıdık ve Kıbrıs İngiliz İmparatorluğunun bir parçası haline geldi. (....) 1954 -1955 yıllarına gelene kadar Türkiye için Kıbrıs diye mesele olmadı. Hatta Lozan anlaşması gereğince Kıbrıslılara bir seçme hakkı tanındığı için Türk vatandaşlığını seçen Kıbrıslılar adayı terk etmeye mecbur oldukları için soydaşlarımızın sayısı yavaş yavaş azalmaya başladı. Rumların sayısı ise giderek artmaya başladı. Ada daha İngilizlere terk edildiği tarihten itibaren Rum azınlığın İngiltere İmparatorluğuna karşı direnmelerine şahit oluyoruz. (...) Yunanistan’ın 19. Yüzyıl içinde Osmanlı Devletinden kopma hareketlerinin sonradan büyük Yunanistan idealini gerçekleştirmeye yönelmiş olduğunu iyice belirtmek için bunları anlatıyorum. (Özellikle Süveyş’i kaybettikten sonra İngiltere için Kıbrıs daha bir önem kazanmıştır.

(...) Fakat ikinci Dünya savaşından sonra müstemlekeciliğe karşı 40 yıl önce Türkiye’nin verdiği kurtuluş savaşını örnek alan ve zincirleme devam eden kurtuluş savaşları karşısında sömürgeci bir tezin savunulmasının imkanı kalmamıştır. İngiltere 1954 yılında Kıbrıs meselesini Birleşmiş Milletlere götürmüş, 1955 yılında da Londra konferansını tertiplemiştir. Bu konferansa Türkiye’yi de davet etmiştir.

Böylece İngiltere’nin takip ettiği politika beliriyor. Yani Türkiye’yi konferansa davet edecek, Rumların karşısına adadaki soydaşlarımızı çıkaracaktır. O zamana kadar EOKA’nın kendisine tevcih ettiği tedhiş hareketlerini Türkler üzerine çekecek ve kendisi üçüncü bir devlet, hakem durumunda Kıbrıs’taki üslerini muhafaza imkanı bulacaktır...(...) O tarihten sonra da hakikaten tedhiş hareketleri adadaki Türkleri hedef almaya başladı.

(...)Kıbrıs Cumhuriyeti doğdu ama yaşaması için gereken hukuki politik ve fiili teminat alınmadı. Nitekim daha ilk günden itibaren Rumların Kıbrıs anayasasına saygılı olmadıklarını gösterir işaretler birbirini kovalamaya başlamıştır ve 1963 yılının Aralık ayında Rumların tedhiş hareketleri bir katliam halini aldı.

Daha sonra uzun uzun emperyalizmin hukuk tanımazlığını, İngiltere ve ABD ‘nin                         taraflı politikalarının ve Türk Hükümetlerinin beceriksizliği yüzünden Makarios’un bir bağımsızlık kahramanı gibi görüldüğünü ve Türkiye’nin uluslar arası platformlarda  bu kuyrukça politikalar nedeni ile yalnız kaldığını anlatan Aybar çözümü şöyle açıklar :

(....)

Kıbrıs askeri üslerden temizlenmeli, milletlerarası garanti altında tarafsızlaştırılmalı, ve her iki cemaatin eşit haklarına dayalı federatif bir ülke haline getirilmelidir....Bu tezimizi dünya milletlerine anlattıktan sonra, Kıbrıs’taki askeri kuvvetlerimizi ve Silahlı Kuvvetlerimizi orada muhafaza edeceğimiz ve buna yapılacak silahlı saldırının bir harb sebebi, bir “casus belli” olacağını hiçbir şüpheye ve tereddüde mahal olmayacak şekilde kesinlikle ifade etmemiz halinde Kıbrıs davasının Türkiye’nin  menfaatlerine uygun bir çözüme kavuşacağı kanaatindeyiz.” 

 

Bugün Birleşmiş Milletleri Genel Sekreterinin önerdiği çözümlerin bunların neredeyse tümünü içerdiğini söyleyebilir miyiz ?

 

Evet...

 

Öyleyse sorun nerede ?  Neden içinde benim arkadaşlarımın da bulunduğu önemli bir grup sosyalist şiddetle bu anlaşmaya karşı çıkıyor  doğrusu ben anlayamıyorum.

Galiba fazla ilgisiz yaşadığım için bu sorunun daha çok ideolojik olduğunu sanıyorum.

 

Belki bu nedenle  alıntıladığım görüşleri de temel alarak  bazı soruları yanıtlamaya çalışıyorum.

 

Halkının gücüne ve inançlarına dayanmayan bir ulus-devlet kurulabilir ve yaşabilir mi ? Elbette hayır, yani “toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” ya işte öyle. Öyleyse Kıbrıs’ta bir bağımsız Türk devleti (kimsecikler tanımasa bile) kurmak için ölümü göze alan büyük bir Türk ulusu vardır. Bundan hiç kimsenin şüphesi yok. Ama bu büyük ulus kan dökmek pahasına savunacağı toprağını, zengin Rum’a para karşılığı hemencecik satarak adadan ayrılıp gitmekte ve örneğin İngiltere’de yaşamakta tereddüt etmez. Böylece de Rumlar paralarıyla vatanları için ölecek Türkleri satın alarak sayılarını azaltıp asimile edebilirler. Aynen Yahudilerin Müslüman Osmanlıdan topraklar satın alarak, İngiliz emperyalizmine karşı da bu toprakları savunarak İsrail’i kurmaları gibi,

 Aynen bir asır önce Amerikalıların Alaska’yı Ruslardan, Californiya’yı İspanyollardan ve daha bir çok yeri satın alarak topraklarını genişletmeleri gibi. GAP Bölgesinde büyük toprakları Müslüman Türk evlatlarından satın alarak büyük İsrail projesini gerçekleştirmeyi düşünen Yahudiler gibi.

Bunların olmuşluğundan yola çıkarak Kıbrıs’ta da olabilirliğini düşünüyorsanız toprağı için ölümü göze alan her  Türk’ün aslında bir bedeli olduğunu ve bu bedel karşılığında topraklarını terk edeceğine de inanıyorsunuz demektir.  Irkçılık rahatça bu perhiz-turşu çelişkisine düşer. Yani bir yandan halk sözcüğü üzerine popülizm yaparken öte yandan tüm uygulamaları halkın zavallılığı üzerine yapılanır.  Çünkü paran kadar konuş ilkesi kapitalizmin ilkesidir ve ırkçılık denilen kanlı biçimlere hemen dönüşecek potansiyeli açığa çıkartmaktan çekinmez. Avrupa’nın göbeğinde ırkların birbirini kesmesinin daha özet açıklaması var mıdır ?

Kapitalist emperyalizmin simyacılık yapmadığı bilinir. Pazarın gücüdür esas olan. Ve esas olan da paranın simyacılığıdır. Bütün bunların doğal süreçler olarak kabul ederek yola çıkarsanız ortada güvenebileceğiniz bir halk olmadığı sonucuna rahatlıkla varırsınız. O zaman “halk” girdisinin getirisinin geçersizliğine inanarak kurtarıcı rolüne sıvanırsınız. Süreç “sağduyulu halk” yerine  “cahil ve kandırılabilir halk” girdilerinin konmasını gerektirir. Bu aşamaya gelindiğinde artık hiçbir aygıt insan için değildir. Pazarı korumak hatta geliştirmek içindir. Bu nedenle aygıt kendisi için kendini savunmalıdır.  Bu aygıtların başında gelen Devlet ise adeta insansız bir soyutlama halinde anlatılmaya başlanır.  Belli bir toprak üzerinde yaşayan ve belli bir ortak geçmişi olan insanların geleceği de birlikte kurma iradesinin aygıtı olma olmaktan çıkarılıp ne idüğü belirsiz bir ırk teması içinde, boyuna kurulabilir boyuna yıkılabilir pratiği olduğu halde “ezelden ebede” sürgit olacağı sanılan ve bunun için kendi tebasına bile kanlı düşmanlık yapacak rejimleri üreten aygıtlar olurlar. Bu tanımı benimsediniz mi  bir de ardına  “gerçek devrimcidir” sözünü takarak durumunuza meşruiyet kazandırmanızda olanaklı olur. 

Kıbrıs’la ilgili bir yazıda bu söylediklerimi bağdaştırmak sizin basiretinize kalmış bir şey. Ama özeti şu; Kıbrıs’ta gerçekten çözüm aslında ABD egemenliğinin bu adada kırılmasından  geçer. Benim için sorun  adayı Türkiye’ye bağlasak bile bunun Türkiye ve Kıbrıs’lı halk için ne yararı olacaktır. ABD Türkiye sayesinde adada kalıcı bir uçak gemisine kavuşacaktır. Ve öte yandan yıllık geliri 2000 dolar olan Türklerin sayısı birkaç bin kişi artacaktır.    

Iraklı ve Suriyeli Araplar M.Kemal’e birlikte bir federasyon kurmayı önerdiklerinde, Mustafa Kemal onlara “siz önce anti-emperyalist savaşınızı verin ve başarıya ulaştırın ondan sonra bunu düşünürüz” diyordu, birincil olarak bunu  akılda tutarsak , bu günkü çözümle oluşacak “Birleşik Kıbrıs” Türkiye için sorun olmaktan çıkarak, Türkiye’nin gelecekteki projeleri için çok daha iyi bir ülke olacaktır. 

İki;  sosyalist ideolojinin benim geldiğim rahlesinde “hümanist devrimci” özü olmayan bir sosyalizmin olamayacağını  anlatan Marksistlerin kitapları vardı ve mekanik hiçbir çözümün bu öğretiye uymayacağını insanı hangi gerekçeyle olursa olsun dışlayan bir ideolojinin de böyle yutturulmaması gerektiğini öğretiyordu.

Özetçesi , bu iki görüşü (emperyalizme karşı çıkan ve özgür insan motifi)  birbirine bağlayan “ulusalcılık anlayışı”  tek çıkar yoldur. Bağımsız bir vatan ve özgür/özgürlükçü bir insan anlayışı ile oluşturulacak olan devletlerin  kurulmasının yolundaki tek engel kapitalizmin ırkçı böl-yönet politikasıdır. Günümüz insanin geldiği noktada başka saiklerle oluşturulacak devletler kendini yaşatacak insani gücü de oluşturamayacaklardır.

“Gerçekçilik”  diyerek insanı dünyanın nesnesi olarak tutmaya dayanarak  yapılan politikaların artık hiç de gerçekçi olmadığı ise yakın tarih hatta şu anda yaşadıklarımızla bellidir. Bosna’da daha çok kan akacaktır zira halklar birbirine düşman edilmiştir, Filistin’de çözüm üretilemeyecektir zira Filistinli savaşçı halk anti-emperyalizm mihrakının dışına çıkarılıp adeta  emperyalizmden koparılıp  dini içeriği ağırlık kazanmış anti-siyonizm  çerçevesine hapsedilmiş ve mücadele dini motifler üzerine oturtulmuştur. Kıbrıs’ta da ırkçı-milliyetçi söylemlerle Enosis’çi faşist güçlere karşı Anadolu’dan sevk edilen ülkü ocaklı para militerler üzerinden hesaplar yapılması işi çok kanlı ve çözümsüz noktalara götürecektir. 

Ama gene de Kıbrıs için 40 yıl önce sosyalistlerin söylediklerinin tek gerçek çözüm olduğunun bugün ancak anlaşılmasının adını “o zaman erkendi şimdi vaktidir” diyerek geçiştiren kapitalizmin gazete, TV köşelerine yerleştirilmiş  silahşörlerine inat ille de tersini söyleme çabasına girmek, bizi  geri bir politik söylem üretmeye götürmemelidir.

Bu nedenlerle attığımız taşın istediğimiz kuşu vurduğunu bilerek, Marx’ ın söylediği gibi “Kim ne derse desin bildiğimiz yolda ilerlemeliyiz”.

YAYIN YÖNETMENİN NOTU :

Sayın Alev Ateş’in Yazısıyla ilgili düşüncelerimi kendi yerimde bulabilirsiniz.

 

sayfa başına dön