BİRİNCİ
VAZİFEM,SERMAYENİN İHTİYAÇLARINI KARŞILAMAKTIR
Selim YILMAZ
Kamunun Yeniden
Yapılanması konusunda özellikle son birkaç yıldır binlerce makale,
analiz, yorum gibi yazılı çalışma yayınlandı, yüzlerce panel, söyleşi,
konferans düzenlendi ve ayrıca konu üzerine görsel ve işitsel iletişim
araçlarında da yüzlerce program yapıldı. Muhtemelen bu yazıyı okuyan
dostlarımızın bir bölümü de bu faaliyetler içinde yazar, yorumcu ve
konuşmacı olarak yer aldı. Ve yine okuyucuların büyük bir bölümü de bu
yazıların çoğunu okudular, programları izlediler ve hatta bu konudan
sıkılmış ta olabilirler. Ama Kızılcık okurları, Kapitalist sistem ve
onun Emperyalizm aşamasının son yüzyıldaki uygulamalarından dolayı dünya
halkları ve emekçilerinin büyük bedeller ödediğini, emek sömürü
oranlarının artmasının nedeninin kapitalist sistem olduğunu da çok iyi
bilmektedirler.
Kapitalist sistemin son yüzyıldaki uygulamalarının hangi amaçlara
yönelik olduğu ve bunun kimi zaman zor kullanarak kimi zaman “ikna
yöntemi” ile nasıl kabul ettirildiği dünya halkları ve emekçilerinin
büyük çoğunluğu tarafından kaba hatları ile de olsa bilinmektedir.
Bunların geniş kitleler tarafından bilinir olması sermaye
teorisyenlerini özellikle 1970’lerden itibaren yeni kavramlar üretmeye
ya da var olan kavramları yeniden tanımlamaya yöneltti.
Kapitalist-Emperyalist Sistemin sınıflı yapısını gizlemek, unutturmak ya
da bu değişimin tüm insanlık için olduğuna inandırmak için dünya
sisteminin bütününü 1980’lerde Yeni Dünya Düzeni, 1990’lardan itibaren
de Küreselleşme gibi kavramlarla ya da Neo-Liberalizm olarak tanımlamaya
başladılar. Bunun insan boyutu için “bireysel hak ve özgürlükler”,
“insan hakları”, “çevresel haklar” vb. kavramlar kullanırken,
yönetimsel alanda “katılımcılık”, “şeffaflık”, üretimde “kalite”,
“verimlilik”, “esneklik”, gibi ilk anda reddedilmesi mümkün görünmeyen
kavramlar kullanılmaya başlandı. Gerçekte amaçlanan ise kapitalist
çıkarlara uygun olarak yeniden tanımlanan ya da içleri boşaltılan bu tip
kavramların yaşamımızın bir parçası olması ustalıkla sağlanarak; emek
sömürüsünü daha da arttırmak suretiyle sermayenin içinde bulunduğu krizi
aşmak, işçi sınıfını kendi içinde kamplara bölmekti. Geç kalınmış olsa
da artık bu kavramlara Kimin için? ve Ne amaçla?
sorularını günümüzde mutlak olarak sorma zorunluluğu ortaya çıkmış
bulunmaktadır.
Yazımızın ana konusuna
dönecek olursak, Kamu Yönetimi Temel Kanununda (KYTK) birer gerekçe gibi
sunulan ve yukarıda değinilen kavramların analiz edilmesi gerekmektedir.
KYTK’nın genel gerekçe bölümünde
“dünyada yönetim
anlayışını ve yapılarını köklü bir şekilde etkileyen veya uyaran değişim
faktörleri dört ana başlık altında özetlenebilir:
·
· Ekonomi teorisinde değişim
·
· Yönetim Teorisinde değişim
·
· Özel sektörün rekabetçi yapısı ve kaydettiği ilerlemeler
·
·
Toplumsal eleştiri ve değişim talebi ile sivil toplumun gelişimi
tespitleri yapılmaktadır.
Ekonomi Teorisinde
Değişim:
Sayılan faktörlerden ilkinin adeta bir “tabiat olayı” biçiminde kabul
edilmesi dikkat çekmektedir. Kapalı ekonomi teorisi terk edilerek
liberal ekonomik sisteme geçiş sürecinin yaşandığı nesnel bir doğru
olmakla birlikte, kapitalist birikim sürecinde bu ilk kez
yaşanmamaktadır ve bugün gelinen noktada sözü edilen değişimin dayandığı
dinamikler açıklanmadığı taktirde ekonomi teorisindeki değişimin bir
doğal afetmiş gibi algılanma riski bulunmaktadır. Zira kapitalist
sistem, 1900’lerin başında emperyalizm aşamasına ulaşmasına ve dünyanın
ilk büyük yıkımının yaşandığı birinci paylaşım savaşına rağmen 1929’daki
büyük ekonomik krize kadar liberal uygulamalardaki hızını kesmemiştir.
Bu krizin nedenleri üzerine yapılan tartışma ve tespitlerden özellikle
J.M.Keynes’in “Krizin talepten kaynaklandığı ve talep eksikliğini ulus
devletlerin istihdam yaratarak çözebileceği” şeklindeki tespiti genel
kabul görmüş ve sermaye birikimi için ithal ikameci kapalı ekonomik
politikaların uygulanması ve ulusal burjuvazilerin bu yolla
güçlendirilmesi hedeflenmişti. Ancak Keynesyen ekonomik politikalar
kapitalizmin doğasına uygun değildi ve sistem 1970’lerin başında tekrar
krize girdi. Aslında bunun böyle olabileceği daha 1945’lerde
öngörülmüştü. Bir yandan keynesyen ekonomik politikalar uygulanırken bir
yandan da ikinci paylaşım savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş
Milletlerin çatısı altında da 1947 yılında GATT(Tarifeler ve Ticaret
Genel Anlaşması) imzalandı. Anlaşmanın birinci hedefi meta dolaşımının
önündeki en büyük engellerden biri olan gümrük vergilerinin kademeli
olarak azaltılması, zaman içinde de tamamen kaldırılmasıydı ve bu büyük
ölçüde de başarıldı. Ama 1970’lerde başlayan krizi aşmak için bu anlaşma
da yeterli olamadı, olamazdı da. Çünkü gümrük duvarları ile korunan ve
büyük çapta iç piyasaya dönük üretim yapan ulusal sermayelerin
teknolojik gelişmelerin de yardımıyla artan üretim hacimleri ve bunun
sonucunda da biriken stoklar kar artış oranlarındaki düşüşe neden oldu.
Kapitalizm krizini
aşmak için Kamu Yönetimi Temel Kanununda da ifadesini bulan Ekonomi
teorisinde değişimlere yönelmiştir. Bunlar, kamusal alanların sermayeye
devri, üretimin her alanında esneklik, emeğin kazanımlarının yok
edilmesi, her alanda yedek işgücünün yaratılması ya da arttırılması,
devletlerin sosyal boyutlarının terk edilmesi, gibi bir dizi değişimi
kapsamaktadır.
Yönetim Teorisinde
değişim:
Kapitalist sistem mülkiyet ve birikim sürecini korumak, gelişmesini
sağlamak, işleyişini ve varlığını sürdürmek için zorunlu olarak ulus
devlet yapılarını yarattı. Bunun doğal sonucu olarak da her ulus devlet,
kendini yaratan ulusal sermayelerinin çıkarlarını içeride başta işçiler
olmak üzere tüm emekçi sınıflara ve dışta da ticari rakiplerine karşı en
üst düzeyde korumaya çalıştı. Bunu yaparken de genellikle ve öncelikle
ulusal düzeydeki sermaye gruplarının en büyüklerinin ihtiyaçlarını ve
taleplerini karşılamayı birinci görevi olarak kabul etti ya da daha
doğru bir ifade ile zaten varlık nedeni de buydu. Ulus devletler
örgütlenmesini de her zaman buna uygun bir hale getirme çabasında oldu.
Ancak gelinen süreçte sermaye, artık ulus devletin mevcut yapısının
ihtiyaçlarını karşılayamadığını, kendi gelişimine engel oluşturduğunu ve
yönetimi bizzat kendisinin üstlenmesi gereğini ortaya koydu. Bu yüzden
1980 yıllardan başlayarak özellikle de 1990’ların ikinci yarısından
sonra çıkarılan hemen hemen tüm yasalarda Yönetişim (Governence)
kurullarının oluşturulmasını ve içinde bizzat kendi temsilcilerinin
bulunmasını sağladı. Kamu Yönetimi Temel Kanunun gerekçesinde de yer
alan Yönetim Teorisinde Değişimi bu çerçevede değerlendirmek
gerekmektedir.
Özel sektörün rekabetçi
yapısı ve kaydettiği ilerlemeler:
Bu, yukarıda Ekonomi ve
Yönetim Teorilerindeki değişim üzerine yazdıklarımızın bir sentezi ya da
başka bir anlatımla doğrulandığı bir diğer ana başlık. Bu cümle ile
Sosyal Refah Devletinin (Keynesyen Modelin) bir sermaye birikim modeli
olduğu bir kez daha doğrulanmış oluyor. Gerçekten de devletlere 1929
krizi sonrası ve özellikle de İkinci Paylaşım savaşı sonrası ekonomik ve
sosyal misyonlar yüklenmesinin temel nedenlerinden biri de özel
sektörün, yani sermaye birikiminin o süreçte yeterince gelişmemiş
olmasıdır.
Toplumsal eleştiri ve
değişim talebi ile sivil toplumun gelişimi:
Toplumsal eleştirinin
ve değişim talebinin gerçekte sermayeye ait olduğunu gizlemeye ve gözden
kaçırmaya yönelik olarak KYTK’nun gerekçesinde de yer alan bir ifade
olduğu ortadadır ve bu ifade bilinçli olarak kullanılmıştır. Bu söylemle
çıkarılmaya çalışılan yasaya toplumsal destek sağlamak ve sanki
emekçilerin talebini yansıttığı izlenimi uyandırmak amaçlanıyor.
Siyasallaşamamış olsalar bile emekçiler için eleştirinin ve değişimin
temelini bugün “mevcut olan” ekonomik ve sosyal koşulların
iyileştirilmesi, siyasal, örgütlenme ve insan haklarının daha da
geliştirilmesi ve arttırılması oluşturur. Bu yüzden KYTK’daki toplumsal
eleştiri ve değişim talebini yalnızca sermayenin ihtiyaçları temelinde
bir eleştiri ve değişim talebi şeklinde okumak gerekir. Sivil toplumun
gelişimi ile kast edilen de zaten yasayı hazırlayanlar içerisinde yer
alan TUSİAD, TOBB gibi sermayenin kendi örgütleri, TESEV Vakfı ve BİLGİ
Üniversitesi gibi sermaye tarafından fonlanan vakıf statülü yapılardır.
Bu yasanın birinci dereceden muhatapları olan Kamu Emekçileri
Sendikaları, İşçi Sendikaları ve bu sendikaların üst örgütleri olan
konfederasyonlar ile TMMOB, TTB, gibi emekçi ağırlığı çok yüksek olan
Demokratik Kitle Örgütleri yasanın hazırlanmasında hiçbir şekilde
dikkate alınmamıştır. Yalnızca bu yaklaşım bile KYTK’nun Kimin için ve
Ne amaçla hazırlandığını açıkça ortaya koymaktadır.
KYTK Genel Gerekçesinde
yer alan diğer önemli konular:
Gerekçede; “Özellikle özelleştirme ve yerinden yönetimin gündeme
geldiği bir ortamda denetimin anlamı ve önemi daha da artmaktadır.
Devletin düzenleyici ve denetleyici olarak halkın yararını koruyacak bir
işlev üstlendiği günümüz dünyasında yönetimin kalitesi denetimin
kalitesi ile yakından ilişkili hale gelmektedir. Ne var ki
ülkemizde arzu edilen nitelikte bir denetim sistemi
oluşturulamamıştır.” İfadesi yer almaktadır.
Oysa, günümüz
dünyasında ve KYTK’nın temel çıkış noktasını oluşturan hizmetlerin
piyasalaşması sürecinde, Türkiye’nin taraf olduğu GATS Anlaşmasına göre
bu denetim, şirketlere yüklenen gereğinden fazla kısıtlayıcı yük
olarak tanımlanmakta ve yasaklanmaktadır. Yine aynı paragrafta yer alan
“Ne var ki ülkemizde arzu edilen nitelikte bir denetim sistemi
oluşturulamamıştır. Mevcut denetim sistemine bakıldığında ilk akla
gelenler -Kurallara uygunluğa ve geçmişe dönük denetim”olmaktadır”cümlesinde
“kurallara uygunluk” açık bir dille eleştirilmektedir. Bu cümleye
dayanarak yeni denetim anlayışında kurallara uygunluğun aranmayacağını
öngörmek yanlış olmayacaktır. Peki nasıl bir denetim yapılacaktır?
Sadece sermaye haklarının ihlal edilip, edilmediğine mi bakılacaktır? Bu
Uluslar arası Tahkim Davalarındaki mantığın aynısı. Çünkü bu davalarda
da “devletlerin şirketlerin haklarını ne kadar ihlal ettiği ya da
sözleşme şartlarına ne kadar uymadığı” üzerine kurulmuştur. Yine aynı
paragrafta “- Yetersiz kamuoyu denetimi” ifadesi yer almaktadır.
Sınıflı bir sistem olan kapitalizmde emekçilere sermayeyi ya da onun
devletini tam denetleme yetkisi tarihin hangi zaman diliminde
verilmiştir ki hele bugünkü gibi liberalizmin dolu dizgin gittiği bir
dönemde verilsin. Buradaki kamuoyu tanımını sermaye olarak değiştirmek
ve denetimin sermayeler arası savaşın bir aracı olarak kullanılacağını
öngörmek ise bir kehanet olmayacaktır.
KYTK Gerekçesinde:
“Merkezî birimlerin strateji geliştirme, genel koordinasyon ve
yönlendirme kapasitesi artırılırken, mahallî idarelerin inisiyatif
kullanma ve operasyonel esnekliği vurgulanmaktadır.”
Mahalli İdarelere hem inisiyatif kullanma yetkisi verilip hem de
operasyonel açıdan esnekleşmeleri sağlanırken, Merkezi İdarenin
geliştireceği stratejilerin uygulanması -üstelik kurallara uygunluğun da
aranmayacağı bir düzende- mümkün olabilir mi? Gerçekten de bu yasa ile,
yereldeki idarelere hizmetlerin piyasalaşması doğrultusunda inisiyatif
kullandırılacak ve esneklik tanınacak. Ancak bu esneklik hiçbir zaman
yasanın toplum ya da emekçiler lehine kullanılmasına izin verilmeyecek
biçimde sınırlı olacaktır.
“Değişen koşulların
gerektirdiği farklılaşma ihtiyacını giderecek esneklikler verilirken,
bütünlük içinde uyumlu çalışmanın gerektirdiği minimum genel standart
birliği de korunmaktadır.”
Değişen
koşulların gerektirdiği farklılaşma ihtiyacını kim? hangi kriterlere
göre belirleyecektir? Esnekliğin esas olduğu bir yapıda genel standart
birliğinin minimum düzeyde de olsa korunması mümkün olabilir mi? Asıl
olan kamu hizmeti ve emekçilerin çalışma koşullarının esnekleşmesidir.
KYTK amaç maddesinde
yer alan kavramlara gelince;
“Katılımcılık” Kavramı;
Halkları
ve emekçileri en çok etkileyen ve onlara yönetimde söz sahibi oldukları
hissini veren bir kavramdır. Oysa sınıflı bir sistem olan kapitalizmde
egemen sınıfın kısa, orta ya da uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmeyen
yasal bir düzenlemenin yapılması mümkün değildir. Hele günümüzdeki
sınıflar arası güç dengelerinin tarihin hemen hemen hiçbir döneminde
olmadığı kadar emekçi sınıfların aleyhine olduğu bir dönemde ise bunun
gerçekleşmesi imkansızdır. Zaten KYTK taslağı bir bütün halinde
incelendiğinde hazırlanış biçimi, hazırlanışına katkı koyanlar, genel
gerekçesi ve madde gerekçeleri, bu kavramın aslında emekçilerin ve
halkların algıladığı biçimde kullanılmadığını açıkça ortaya
koymaktadır.Yasada söz edilen katılımcılıktan,
Devlet Bürokrasisi
(en üst Sivil ve Asker Bürokrasi) + Üretici Güç olarak
Sermaye
+ Sermayenin kendi örgütleri ile destek verdiği
STK’ların
katılımını anlamak gerekmektedir. Bu yeni yapılanmada ne emekçiler
(ASIL ÜRETİCİ GÜÇ)
ne de onların örgütleri olan Sendikalara ya da oluşturdukları Demokratik
Kitle Örgütlerine yer yoktur. Aslında oluşturulan yeni yapı tam
anlamıyla bir Sermaye Sınıfı Diktatörlüğüdür. Öte yandan, KYTK ile
getirilen bir diğer “yenilik” te Ombudsman müessesesidir ve halkın
denetiminin Ombudsman üzerinden sağlanacağı iddia edilmektedir. Halk
arasında yaygın olarak bilinen meşhur “Marko Paşa”yı aratmayacak olan bu
yapı aslında gerçekten bir ağlama duvarından farklı değildir. Avrupa
Birliği’nden bir örnekleme yapacak olursak, Brüksel’deki Ombudsman’ın
çıkan sorunlar karşısındaki bütün yetkisi AB bürokrasisine hak ihlali
kapsamına giren uygulamalar konusunda bazı “ricalarda” bulunmakla
sınırlıdır. Başka bir deyişle, Ombudsman müessesesi kurulmak suretiyle
Avrupa yurttaşlarına konuşma, şikayet etme hakkı verilmiştir ama AB
bürokratlarına bu şikayetlere uygun çözüm üretme gibi bir sorumluluk
yüklenmediği için bu kurum adeta bir ağlama duvarına dönüşmüş
durumdadır.
“Saydamlık” Kavramı;
Devletin
şeffaf olması ve devlet sırrı kavramının ortadan kalkması olarak
açıklanmaktadır. Saydamlık ile hedeflenen, Devlete ait sırların toplum
tarafından değil, burjuvazi tarafından bilinir hale gelmesidir. Diğer
yandan yasada sözü edilen saydamlık yalnızca devlet için bir koşul
olarak getirilmekte ama sermaye için gizlilik ve mahremiyet kavramları
yasalarla korunmaya devam etmektedir. Bu anlamda KYTK sonucunda kamusal
alanlar burjuvaziye devredilince eskiden devlet sırrı olarak gizlenen
her şey bu kez şirketler için sır olacak ve şirketler kendi aralarındaki
rekabetten dolayı sır kabul ettikleri hiçbir şeyi açıklamak zorunda
olmayacaklardır.
“Hesap verebilirlik”:
Bir an için bu kavramın saydamlık kavramındaki sorunları çözeceğini ve
açıkları kapatacağını düşünelim. Hesabı kim, kime verecek? Diyelim ki
hesap devlete verilecek. Yeni devlet yapılanmasındaki ağırlıklı güç
katılımcılık kavramına göre kimde olacak: sermaye sınıfında. Peki
hesabı veren ile hesap soran aynı sınıf olmayacak mı? Ayrıca bu yasaya
göre esas denetim, kurum içi denetimle sağlanmayacak mı?
Kurum içinden
görevlendirilecek personelin performans kriterlerine göre iş
sözleşmesini fesh etme yetkisi olan amirinin yaptığı usulsüz işlemlerini
denetlemesi mümkün olabilir mi? Bu anlayış kamu emekçilerinin bir birini
ihbar etmelerinin ve bazı emekçilerin ihbarcı olmalarının yolunu
açmayacak mı? Ayrıca yasaya göre denetimler Ulusal ve uluslar arası
denetim firmalarına yaptırılabilecektir. Denetim firmaları, diğer
şirketler gibi kar amaçlı olduklarına göre, sermayenin sermayeyi kamu
adına denetlemesi mümkün olabilir mi?
“Adil”
kavramı, yasanın
Madde gerekçelerinde
“kamu hizmetlerinin
onlardan yararlanan sosyal kesimlerin ihtiyaçları ve durumları dikkate
alınarak, tarafsız ve eşit olarak sunulması”
şeklinde tanımlanmıştır.
Oysa, kamusal
hizmetlerin verilmesinde devletin "taraf" olması gerekmez mi? Ancak bu
taktirde yararlanan sosyal kesimlerin durumları dikkate alınmış olmaz
mı? Yoksa elindeki para kadar adil olursun ya da başka bir ifade ile az
parayla az hizmet, çok parayla çok hizmet ya da paran yoksa kamusal
hizmet alma hakkında yok demektir. İşte KYTK’nun en sosyal kavramının
açılımı budur. Bu kavram, sosyal bir boyut gibi görünmesine karşın,
eşitsizlikler üzerine kurulmuş bir sistem olan kapitalizmde, devletin
tarafsızlığı, tıpkı bugüne kadar olduğu gibi otomatikman güçlüden yana
tavır almak anlamına gelmeyecek mi?
“Kalite”:
kavramı yasanın amaç
maddesi dışındaki bir çok maddesinde de çeşitli biçimlerde yer almakta
ve hizmetlerin kalitesinin artacağı önemle vurgulanmaktadır. Bu kavramın
özünü emek üzerindeki denetimin yoğunlaştırılması, performansın
ölçülmesi, hizmet çalışanları arasına rekabet tohumlarının atılması ve
bunun üzerinden emek sömürünün arttırılması ya da daha doğru bir tanımla
hizmet üreten emekçilerin artı değerinin daha fazlasına el koymak
oluşturmaktadır. Yasadaki kalite kavramından, emekçilerin ve halkın
çoğunun anladığı biçimdeki hizmet kalitesinin artacağı anlamını çıkarmak
ise büyük yanılgı olacaktır. Elbette kapitalist sistemde bir kalite
kavramı vardır ve olmak zorundadır. Ancak kalite kavramı asla bizlere
dikte ettirildiği gibi değildir. Kapitalist sistemde, her miktar paraya,
her keseye, her sosyal sınıfa ya da her çeşit mal ve hizmet talebini
karşılayacak şekilde farklı farklı kalite düzeyleri vardır ve sistemin
işleyinde de çok önemlidir. Çünkü bu sistem eşitsizlikler üzerinde
yükselir. Bunu sağlayan en önemli etkenlerin başında da rekabet
gelmektedir. Pazardan pay kapma savaşı olan rekabetin birinci koşulu,
üretilen mal ya da hizmet, hangi kalite düzeyinde olursa olsun, onu en
ucuz maliyetle üretebilmektir. Bu yüzden yasadaki kalite kavramını böyle
okumak zorundayız.
Verimlilik:
kavramı, “mallar,
hizmetler ve diğer sonuçlar (çıktılar) ile bunların üretiminde
kullanılan kaynaklar (girdiler) arasındaki ilişkiyi; aynı girdi ile en
çok çıktının elde edilmesi veya aynı çıktının en az girdi ile uygun
kalite dikkate alınarak sağlanmasını” ifade etmektedir.
Aynı girdi ile en çok çıktıya ulaşma hedefi, kalite olarak
tanımlanan ve çağdaş standartlara, hizmetten yararlananların beklenti
ve ihtiyaçlarına uygun niteliklerde hizmet verilmesi ilkesiyle
çatışır. En düşük girdi ile en yüksek çıktıya ulaşılacak olursa ortada
ürün kalitesi diye bir şey kalmaz, hizmet kalitesizleşir. Ama zaten
kalite kavramıyla da kast edilen hizmet ya da ürünün kalitesi değil,
işçi ve emekçilerin üretim süreçlerindeki kalite yani yoğunluk, dikkat
ve titizliğin artmasıdır. Gerçekten yasaya göre de verimlilik ile bir
emekçiden maksimum seviyesini aşan düzeyde çıktı elde etmek
hedeflenecektir.
KYT Kanunun temel
ilkelerinin yer aldığı 5.maddedeki bentlerden biri
“hizmetten yararlananların ihtiyacına ve hizmetlerin sonucuna
odaklılık esastır”
hükmü yer almaktadır. Bu hükme göre, artık devlet bir şirket ve
yurttaşları da müşteridir. Bir diğer husus ise gerek yasanın bütününde
gerekse bu hükümde çalışanların durumunun hiç dikkate alınmamıştır.
5. maddenin bir
başka bendinde de
“Kamu kurum ve kuruluşları, kanunla kendilerine açıkça görev
olarak verilmeyen ve kuruluşun amacıyla doğrudan ilgili olmayan
alanlarda işletme kuramaz, mal ve hizmet üretimi yapamaz, bu amaçla
personel, bina, araç, gereç ve kaynak tahsis edemez.”
hükmü yer almaktadır. Bu hüküm ile sermayeye, kamunun tüm mal ve hizmet
üretiminden tamamıyla çekileceği ve terk edilen alanlarda tekrar
faaliyete geçilmeyeceğinin garantisi verilmektedir. Bu maddenin bütünü
ile ilgili olarak Madde Gerekçesinde ise
“Kamu kurum ve
kuruluşları, kamu hizmetlerini yerine getirirken, durağan bir yapıda
kalmayacak, aksine kamu yönetimi anlayışında zamanla meydana gelen
değişimlere uyum sağlamak için kendilerini sürekli yenileyecektir.”
açıklama yer almaktadır. Bunun anlamı Kamu Yönetimi Temel Kanununun tıpkı
GATS Anlaşmasındaki Built-in hükmü gibi sürekli yapılandırmaya açık
olacağı ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda sürekli olarak
değiştirileceğidir. Kısacası kamunun liberalize edilmesinde bu yalnızca
ilk önemli adımlardan biridir.
Ayrıca KYT Kanunun
11.maddesinde yer alan
Kamu hizmetlerinin gördürülmesinde:
“...merkezî idare veya mahallî idarelere ait hizmetlerden
kanunlarda öngörülenlerin gerektiğinde üniversitelere, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarına, hizmet birliklerine, özel sektöre ve
alanında uzmanlaşmış sivil toplum örgütlerine gördürülebilmesine imkan
tanınmaktadır.)
bu
hükmünde de merkezi ve yerel yönetim ayrımı yapılmadan kamusal
hizmetlerin tamamının sermayeye devredilebileceği açıkça ifade
edilmektedir. Örneğin yasanın ilk taslağında taşra teşkilatı
kuramayacağı belirtilen Milli Eğitim Bakanlığının, daha sonra TBMM’ye
gönderilen yasa tasarısında merkezi idarede bırakılmasının bu maddeye
göre farklılığı ne olabilir? Ya da yasa tasarısında merkezi idareye
bırakılan Maliye Bakanlığının bu maddeye göre hizmetlerinin büyük
bölümünün özel sektöre devredilmesi mümkün hale gelmiş olmayacak mıdır?
Sonuç Yerine
KYT Kanunun Madde
Gerekçeleri başlığı altındaki 2. maddede kanun kapsamının anlamı
“Bu anlamda,
herhangi bir şekilde kamu kaynağı veya kamu gücünü kullanan hiçbir kurum
veya kuruluş bu kanunun kapsamı dışında bulunmamaktadır.”şeklinde
açıklanmaktadır. Bu maddenin, Merkez’de bırakılacak kamu hizmetlerinin
emekçilerinin de kanunda yer alan esnek, kuralsız, kalite ve performansa
dayalı, iş güvencesinden yoksun kalarak çalışacağı biçiminde okunması
gerekmektedir. Bu madde, ulusal mı yoksa yerel mi tartışmalarına da
nokta koyacak kadar önemlidir. Zira, kapitalist sistemde hem Merkez’in
daha sosyal olmadığını hem de yerelin iddia edildiği gibi demokratik
olamayacağını, KYTK’nın temel hedefinin hizmet çalışanların emekleri
üzerinden artı değer elde etmek olduğunu tüm açıklığıyla ortaya
koymaktadır.