NE İÇİN ve KİMLER
İÇİN İKTİSAT KONGRESİ?
Sinan SÖNMEZ
Yedinci gözden geçirme
bağlamında IMF’ye yönelik kaleme alınmış olan niyet mektubundan
aldığımız birkaç tümce yazımızın başlığını oluşturan sorunun yanıtını
veriyor: “Ekonomimiz, IMF destekli programımız kapsamında başarılı
makroekonomik yönetimin sağlandığı bir yılın ardından son neslin
gördüğü en güçlü konuma gelmiştir”. “2003 yılındaki kazanımların daha da
ileri götürülmesi amacıyla ekonomik reform gündemi derinleştirilmekte ve
geliştirilmektedir”. Uygulanan politikalarda ise “GSMH’nin yüzde 6.5’i
tutarındaki kamu sektörü faiz dışı fazla hedefi programın temel taşı
olmaya devam etmektedir”. DPT tarafından düzenlenmiş olan Ekonomi
Kongresi’nin ana teması, resmi söylemdeki “başarı” ve “IMF’nin
vazgeçilmezliği”. Daha kapsamlı olarak yorumlanırsa Türkiye’nin küresel
ekonomiye edilgen bir konumda eklemlenme politikalarında kararlılığın
vurgulanması Kongre’ye damgasını vurmuştur! Gerisi dolgu maddesidir...
Dolayısıyla Kongre’deki resmi söylem ulusal kalkınma ve sanayileşme
politikalarından vazgeçiş, IMF güdümündeki yapısal uyarlanmaya ve bu
bağlamda sözde reformlara kararlılıkla devam ve çözümün bu yörüngeye
oturmaktan geçtiği üzerinedir. IMF ile 18. stand-by anlaşmasının süresi
dolmadan önce, resmi otoritelerin IMF ile yeni bir anlaşma zemini
arayışı, büyük sermaye çevrelerinin, örneğin TUSİAD’ın epeydir IMF ile
yola devam edilmesi yönündeki görüşü ve IMF’nin tavrı dikkate alınınca,
kongrede mevcut politikalara “bilimsel” yaftalı, resmi bir kılıf
hazırlanmış olduğu ortaya çıkıyor. IMF, Dünya Bankası, OECD’nin en üst
yöneticilerinin tavsiye ve uyarılarda bulunduğu, yabancı özel şirket
yöneticilerinin görüş ve istemlerini açıklamanın yanısıra piyasayı
yokladığı bir ortamda, Büyük Ortadoğu Projesi ile AB’nin dolaylı ve
dolaysız olarak önerdiği “ayrıcalıklı ortak” statüsü arasında sıkışmış
bir ülkenin savrulduğu noktada çaresizliğin, teslimiyetin ve
ufuksuzluğun damgasını vurduğu bir kongre düzenleniyor. Üstelik Şubat
1923’de toplanan İktisat Kongresi’nin devamı olduğu gibi bir söylemle
sahneye çıkılıyor...
Bazı akademisyenlerin sunduğu
bilimsel nitelikteki bildiriler bir yana, kongre resmi otoritelerin
mevcut politikaları sergiledikleri arenaya döndürülmüş ve spekülatif
büyüme modelinin seçeneksizliği kamuoyuna sunulmuştur. Böylelikle
IMF’nin “iyi öğrencisi”, ödevini yaptığını, IMF, Dünya Bankası, OECD
başta olmak üzere uluslararası finans ve iş çevrelerinin oluşturduğu
sınav komitesi önünde kanıtlamış ve “yola devam” mesajını almıştır.
Kongre’nin içinden ve dışından, ama Kongre ortamında resmi ağızlardan
verilen mesajlar esas itibariyle mevcut modelin ve politikaların bir
biçimde seçeneksizliği üzerinde odaklanmaktadır. Şimdi bu mesajlardan
öne çıkanlara göz atalım:
-
“Net borç ödeyicisi olmak için IMF ile yola devam etmek
gerekiyor”.
-
“% 6.5’lık faiz dışı fazla borç stokunun düşmesi için gerekli
bir oran”.
-
“IMF ile ihtiyati stand-by anlaşması uygun düşebilir”.
-
“Yüksek faiz dışı fazla büyümeye engel değildir”.
Yukarıdaki mesajlar verilirken Başbakan’ın % 6.5 oranındaki faiz dışı
fazlanın
sürdürülmesinden yana olmadığı yönündeki
ifadesi ve Devlet Bakanı Babacan’ın 18. stand-by anlaşması sonrasında
IMF ile ilişkilerde üç düzenleme seçeneğinin olduğu yönündeki beyanı
popülist olduğu kadar magazinsel nitelikte gözükmektedir. Nitekim
toplantı sürecinde söz konusu faiz dışı fazlanın borç indirimi için
gerekli olduğu gerek resmi yetkililer gerekse IMF Başkan Yardımcısı
Kruger tarafından özenle vurgulanmıştır. Kaldı ki, geçtiğimiz günlerde
hükümet mali disiplin konusundaki kararlılığını dile getirmiş ve yüksek
faiz dışı fazlaya endeksli politikaların sürdürüleceği yolunda açık
sinyaller vermiştir. IMF ile ilişkilerde Devlet Bakanı’nın dile
getirdiği üç seçenekten ilki, kendi deyimiyle “IMF’den ayrılmayı”
öngördüğü için seçenek bile kabul edilemez. Geriye kalan iki seçenekten
ilki yeni bir. stand-by anlaşmasını imzalamak, ikincisi ise ihtiyati bir
anlaşma ile yakın izleme anlaşması arasında bir tercih yapmaktır.
Anlaşmanın türü ne olursa olsun, yüksek faiz dışı fazlaya dayalı
politikanın sürdürüleceği, ekonominin reform perdesi altında daha çok
piyasa güçlerine, bu bağlamda yabancı sermayeye açılacağı, küresel
yönetişim –isterseniz buna iyi yönetişim de diyebilirsiniz-
doğrultusunda neo-liberal kriterlerin baş tacı edileceği, kalkınmacı ve
eşitlikçi perspektifin bir kenara bırakılacağı aşikardır.
Faiz dışı fazlanın ekonomik
büyümeyi engellemediği savını ise, bir başka açıdan değerlendirmek veya
tersinden okumak gerekiyor. Yüksek faiz dışı fazlanın 2002 ve 2003’de
ekonomik büyümeyi engellemediği rakamsal olarak doğrudur. Ancak büyüme
dinamikleri, büyümenin kaynakları ve özellikleri farklı boyutları
gözler önüne sermektedir. Öncelikle büyüme rakamlarını sorgulamak
gerekiyor. Çünkü DİE halen 1996 girdi-çıktı matrisine dayalı hesaplama
yapıyor ve sektörlerin büyümedeki ağırlıklarında 1996 yılı dikkate
alınıyor. Dünya literatürüne geçecek biçimde 2002 yılına ilişkin %
7.8’lik büyümenin 7 puanı, 2003’e ilişkin % 5.8’lik büyümenin de 3
puanı stok artışına atfediliyor! DİE’nin saptamaları seçim anketleri
yapan şirketlerin tahminlerini anımsattığı için bu veriler temelinde
sağlıklı tanıda bulunmak da güç hale geliyor. İyimser bir yorumla bu
rakamların doğru olduğunu varsayalım. Bu durumda ise büyüme
dinamiklerini esas itibariyle kısa vadeli sermaye girişi (sıcak para)
oluşturduğu için büyüme ve spekülatif ve kırılgan bir nitelik kazanıyor
ve sürdürebilirliği konusunda soru işaretleri giderek artıyor. Daha
geniş kapsamlı olarak iktisat politikaları kısa vadeli sermaye girişi ve
aşırı değerli TL/baskılanmış kur temelinde şekillendiriliyor. Şöyle ki,
belirli bir düşmeye karşın gerek enflasyona, gerekse uluslararası
piyasalardaki oranlara göre yüksek düzeyde tutulan reel faiz ve düşük
kur kısa vadeli sermaye veya döviz girişini hızlandırıyor. Böylece kur
bastırılıyor, döviz girişi karşılığında TL cinsinden likidite artıyor ve
faizin aşağı çekilmesi için gerekli koşul yaratılmış oluyor. Artan döviz
rezervi hızla yükselen ithalat faturasını (veya dış ticaret açığını)
finanse edebiliyor. Diğer yandan bastırılmış kur ithalatı cazip hale
getiriyor, sanayiciler ara girdi ihtiyaçlarını ucuz ithalatla karşılıyor
ve aynı zamanda üretim maliyetinin aşağı çekilmesi sağlanıyor. Artan
ithalatla birlikte piyasaya mal arzı artıyor ve enflasyonist baskı
hafifletiliyor. Bu model dışarıdan kaynak girişi sürdüğü ve yüksek reel
faiz-bastırılmış kur politikası korunduğu ölçüde sürdürülebiliyor.
Ancak madalyonun diğer yüzünde ise bu çarkın döndürülmesi için
uygulamaya konulan yüksek faiz dışı fazlaya dayalı düzenleme yer alıyor.
Yüksek faiz dışı fazla ise vergi ödeyen kesimin vergi yükünü artırdığı
gibi istihdam üzerindeki yükü artırıyor, yatırımları caydırdığı ölçüde
işsizliği artırıyor ve yoksulluğu yaygınlaştırıyor. Bu süreçte yüksek
bütçe ve kamu açığı süregeliyor, net borç ödeyicisi olduğu vurgulanan
kamunun iç ve dış borç stokunda artış sürüyor ve cari hesaplardaki açık
genişliyor. Son günlerde ekonomide ortaya çıkan dalgalanma ise modelin
sağlıksızlığını ve finansal kırılganlığı somut olarak gözler önüne
seriyor.
“Ekonominin son neslin gördüğü
en başarılı konumu”nu değerlendirebilmek ve kalıcı bir kazanımın ne
ölçüde elde edildiğini ölçebilmek için şu soruların yanıtlanması
gerekmektedir: Büyümenin kısa vadeli sermaye girişlerine bağımlılığı
kaldırılmış mıdır? İktisadi faaliyetlerin spekülatif hareketler
tarafından yönlendirilmesi ve biçimlendirilmesi, bağlı olarak bölüşümün
giderek spekülatif kazanç sağlayanlar lehine gelişmesi sona erdirilmiş
midir? Finans sektörü ile reel sektör arasındaki kopukluk kalıcı bir
biçimde giderilmiş midir? Kamu maliyesindeki dengesizlik ortadan
kaldırılmış mıdır? Kısa vadeli sermaye hareketlerine bağımlı olarak
şekillendirilen iktisat politikalarındaki deformasyon düzeltilmiş midir?
Tüm soruların yanıtları tek sözcükle HAYIR’dır. Finansal kırılganlığın
devam ettiği, 1987 sabit fiyatlarıyla gayrisafi sabit yatırımların altı
yıl öncesinin altında kaldığı, işsizliğin ve yoksulluğun arttığı bir
ekonomik yapıda borçlanmanın çevrilebilmesi için topluma dar olduğu
kadar kriz virüsü taşıyan bir giysi giydirilmektedir. Bu giysinin de
topluma uygun olduğu trilyonlarca lira harcanarak gerçekleştirilen bir
kongrede tescil edilmeye çalışılmıştır.
SON SÖZ: Şimdi mevcut politikalara karşı çıkanları acil bir
görev beklemektedir. Trilyonlarca liranın harcanmayacağı, mütevazi
koşullarda gerçekleştirilecek alternatif bir iktisat kongresinin
İzmir’de toplanmasını sağlamak öncelik taşımaktadır. IMF, Dünya Bankası,
OECD ve çok uluslu şirket temsilcilerinin yer almayacağı, buna karşın
ulusal iktisat politikaları ile sosyal politikaları kucaklayan tüm
kesim ve grupların yer alacağı bir toplantıyı düzenlemek gerekmektedir.
Bu kongrede yalnızca mevcut iktisat politikalarının analizi ve
eleştirisi ile yetinilmemesi, seçeneklerin ortaya konulması,
değerlendirilmesi ve asgari bir paydada birleşilmesi yaşamsal bir önem
taşımaktadır.
Bağımsızsosyalbilimciler’den alınmıştır