BİLGE BİR
MARKSİSTİN ARDINDAN
Korkut BORATAV
Yirminci
yüzyılın en ünlü Marksist iktisatçılarından biri olan Paul M. Sweezy, 27
Şubat 2004’te New York’ta 93 yaşında öldü. Sweezy, Türkiye’de tanınan
bir iktisatçı ve düşünürdü. On yıl önce İktisat Fakültesi Mezunları
Cemiyeti’nin yıllık toplantısının onur konuğu olarak İstanbul’da
konuştuğunda dakikalarca alkışlandığını hatırlıyorum. Yapıtlarının en
önemlileri Türkçeye çevrilmişti.
Buna
rağmen, Sweezy’nin ölümü anında Türkiye’de fazla bilindiğini sanmıyorum.
Yapıtlarının Türkçe çevirileri, otuz beş yıl öncesine aittir. Büyük bir
ihtimalle kitapçılarda yeni baskıları bulunmamaktadır. Sweezy’nin
Türkçeye kazandırıldığı yıllar sonrasında, dünyada ve Türkiye’de sosyal
bilimlerin eleştirel, düzen-dışı, Marksist akım ve temsilcilerinin
giderek “demode” sayıldığı; üniversite programlarından dışlandığı bir
dönemden geçtik. Özellikle sosyal bilim niteliği giderek
sorgulanır hale gelen iktisat disiplininde bu eğilim daha da egemen
oldu. Bu olumsuz koşullarda eleştirel çizgilerini israrla sürdüren
“aykırı” bilim insanlarının ön saflarında yer alan Paul Sweezy gibi
ender bir iktisatçının, ölümü vesilesiyle de olsa, tekrar
değerlendirilmesinde yarar olduğunu düşünüyorum.
***
Paul
Sweezy, 1910’da varlıklı bir ailenin çocuğu olarak New York’ta hayata
gözlerini açtı. Harvard Üniversitesi iktisat bölümünden 1931’de mezun
oldu. Joseph Schumpeter’in asistanı, sonra da öğretim üyesi olarak
1942’ye kadar Harvard’da çalıştı. İkinci Dünya Savaşı’na istihbaratçı
olarak ve daha sonra CIA’ya dönüşecek olan Office of Strategic Security
(OSS) içinde katıldı. Ancak, hemen açıklayalım ki, sonraki CIA’nın
aksine OSS’nin ana gündemi nazizme ve faşizme karşı verilen sıcak savaş
idi ve Amerikalı pekçok solcu aydın, örneğin bir diğer Marksist
iktisatçı olan Paul Baran savaş yıllarında OSS’de görev yaptılar.
1945’te
terhis olduğunda Harvard kendisine kadro vermeyince Sweezy akademik
mesleği (sonraki yıllarda zaman zaman “konuk öğretim üyesi” olarak
verdiği konferanslar, dersler dışında) temelli terketti. 1949’da Leo
Huberman’la birlikte Monthly Review adı altında bağımsız bir
sosyalist dergi çıkarmaya başladı. Bu tarih sola karşı McCarthy’ci baskı
ve kampanyaların başladığı dönemeçtir. Sweezy de bu ortamdan nasibini
aldı. New Hampshire üniversitesindeki “yıkıcı faaliyetler”i soruşturan
komisyona ders notlarını vermeyi reddettiği için hapisle
cezalandırıldı; ancak bu ceza daha sonra Yüksek Mahkeme tarafından
bozuldu.
Bu olayı
izleyen yarım yüzyıl içinde Paul Sweezy, kitapları, araştırmaları ile,
yirminci yüzyılın radikal, devrimci, Marksist düşünürlerinin ön planında
(ve öldüğü tarihte en kıdemlisi olarak) yer aldı. Büyük ölçüde onun
ürünü olan (ve hâlâ da yayımlanan) Monthly Review dergisi, sadece
ABD’de değil, Batı dünyasinda Marksizmi ve radikal-devrimci akımları
canlı tutan ana kaynaklardan biri olarak önem taşır.
***
Bir
iktisatçı ve sosyal bilimci olarak Paul Sweezy’nin katkıları üzerinde
neler söyleyebiliriz?
Sweezy,
bir iktisatçı olarak ilk dikkati çeken katkısını, oligopol kuramına
ilişkin bir makalesi ile yapmıştı. Ben, Sweezy’nin adıyla ilk kez, kırk
küsur yıl önce, sanırım, Readings on Economic Theory başlıklı bir
derlemede “büklümlü oligopol talep eğrisi” konulu bir makalede
karşılaşmıştım. Bu yazı, Joan Robinson ve Chamberlin gibi genç kuşak
iktisatçılar tarafından neoklasik kuramın tam rekabet varsayımına dayalı
yapısını “düzeltmeyi” hedefleyen bir akımın içinde yer alır. Ne var ki,
1936’da yayımlanan Keynes’in Genel Teori’si bu akımı
sıçrayarak aştı. Neoklasik iktisat kuramını içten eleştirerek
değiştirmeye çalışan genç iktisatçıların pekçoğunun Genel Teori
sonrasında geleneksel iktisadın saplantılarından nasıl kurtulduklarını;
akademik ortamın yepyeni, özgürleştirici açılımlara kavuştuğunu, Sweezy
daha sonra açıklamıştır. Ancak, Keynes’in yörüngesi içine giren ve orada
kalan çok sayıda iktisatçının tersine, Sweezy, bu canlı ortam içinde
Marksizme yöneldi. Bunda, Keynes’ten çok Marx’a değer veren hocası
Schumpeter’in etkileri olmuştur.
1930’lu
yılların ikinci yarısında, Batı sosyal biliminde özellikle iktisat
dünyasında üçlü bir ayrışma oluşmakta idi: Tutucu neoklasik geleneğin ve
kaskatı sosyalizm düşmanlığıyla Hayek’in temsil ettiği “sağ” çizgi ile
Marksizme ve ideolojik olarak sosyalizme yakın “sol” çizgi ayrışmanın
iki ucunu oluşturuyordu. Keynes’gil iktisat ise “ortada” bir konumda
idi. Bir sınıflar savaşında “barikatlar kurulursa”, kendi yerinin
burjuvazinin saflarında olduğunu ifade eden; ancak iktisat
politikalarının temel işlevini “barikatları önlemek” olarak gören
Keynes’in takipçilerinin giderek daha sola kaymaları ise zaman
alacaktı. Bu çerçevede ilginç bir ayraç, “sosyalizmin (politik)
iktisadı” diye adlandırılan alanda meydana geldi: “Sosyalizmin iktisadi
bakımdan teorik olarak mümkün olup olmadığı veya pratikte işlerliği” sağ
ve sol iktisatçılar arasındaki ayrışmayı belirleyen bir sorunsal olarak
ortaya çıktı. Bu tartışmada “sol”un Marksist kanadında Maurice Dobb ve
(kendi anlattıklarına göre) Paul Sweezy yer almakta idi. Lange, Lerner,
Dickinson gibi bir “neoklasik sosyalistler” grubu ise tam rekabetçi
piyasaların koşullarını sosyalizmin de gerçekleştirebileceğini ve
böylece optimal kaynak tahsisine ulaşılabileceğini teorik olarak
kanıtladılar.
Sweezy,
Ahmet Tonak ve Sungur Savran’la çok daha sonra yaptığı söyleşide,
Harvard’da “sosyalizmin iktisadı” başlıklı bir ders verdiğini ve bu
dersin onu Marksizme yaklaştıran katkılarını anlatıyor. Bu dersin parlak
öğrencilerinden birinin bir hayli solcu bir konum taşıyan Robert Solow
olduğunu da ekliyor. Solow’un (ve keza o yılların solcu
iktisatçılarından Eric Roll’un) sonraki yıllarda düzen-içi akımlara
kaymalarının, kendisinin ise Marksist konumunu korumasının ardındaki
etkenleri, Sweezy çarpıcı bir bilgelik ve açık sözlülükle, sınıfsal
kökenlerine bağlı bir “şans eseri” olarak yorumluyor. Serbestçe bir
çeviriyle aktarıyorum: “(Başlangıçta) çok akıllı, parlak radikaller
olan Solow ve Roll, (zamanla) politikalarını mesleklerine intibak
ettirdiler. Bu bir tür oportünizmdir; ama, bu kişiler açısından kaba ve
habis bir oportünizm değildi. Bağımsız geçim olanakları bulunmayan
(bilim insanlarının) Amerikan toplumuna özgü baskılara karşı direnmesi
çok güçtür. Ben akademik bir maaşa bağımlı olmadığım için talihli idim;
aksi halde aynı yola gidebilirdim. Babam First National Bank’in başkan
yardımcısı idi. ABD’de entellektüel çevrede gerçekten bağımsız bir rol
oynayabilecekseniz artı değerden, biraz da olsa, pay almanız gerekiyor.
Bu nedenle bu insanları kişi olarak suçlamak yerine, sadece bir olguyu
açıklıyorum ve başkalarını teslim alan bu tür baskılardan kurtulduğum
için talihime şükrediyorum.”
Sweezy
Marksist iktisada ilk önemli katkısını 1942’de Kapitalist Gelişme
Kuramı başlıklı kitabı ile yaptı. (Bu yapıt, 1970’te Aslan Başer
Kafaoğlu tarafından Kapitalizm Nereye Gidiyor? adı altında
Türkçeye çevrilmişti.) Bu çalışmasında Sweezy, Marx’ın değer, bölüşüm,
kriz kuramlarını ve emperyalizm çözümlemesini Anglosakson okurlara
yeniden tanıtmayı amaçlamakta; ancak bunu hem temel Marksgil kavramları
koruyarak, hem de Batı kökenli akademik iktisatçıların kavrayabileceği
bir yapı ve biçim geliştirerek yapmakta; daha da önemlisi, emek-değer
kuramı üzerinde özgün açılımlar içermekte idi. Kapital’in birinci
cildinde, emek-değer kuramı, “değerler sistemi” diye adlandırılabilecek
bir yapı üzerine inşa edilir. Bu sistemde değişmeyen ve değişken
sermaye, içerdikleri emek miktarları (“sosyal bakımdan gerekli emek
zamanları”) ile, artı değer ise işgücünün değerinden türetilen bir
katsayı (“artı değer oranı”) ile belirlenir. Böylece elde edilen
“değerler” bütünü, Kapital’in üçüncü cildinde, “üretim fiyatları” diye
adlandırılan sistemle bağlantılıdır. Bu kez, rekabetçi piyasa
koşullarında değişken ve değişmeyen sermayenin toplamı üzerinden
hesaplanan ortalama bir kâr haddine dayalı bir “fiyatlar” sistemi söz
konusudur. Böhm-Bawerk’in Marx’a dönük eleştirisi, birinci sistemden
ikincisinin türetilip türetilemeyeceğini tartışmıştı. Sorun, sermayenin
organik bileşimi (“sermaye yoğunluğu”) farklılık gösteren sektörlerin
yanyana var olduğu bir ekonomide, sektörel üretim fiyatlarının
değerlerden sapması nedeniyle ortaya çıkar. Sweezy bu yapıtında hem
Marksist, hem de geleneksel iktisadın gündemine bu sorunu, değerlerin
fiyatlara dönüşümü başlığı altında yeni baştan getirdi. Sweezy,
ayrıca, emek-değer kuramının “dönüşüm sorunu”nun matematiksel
çözümünden bağımsız olarak geçerli olduğunu, “niteliksel-değer kuramı”
başlıklı bir ön-bölüm ile peşinen ileri sürmekteydi.
Sweezy’nin ikinci önemli yapıtı, Anglo Sakson Marksist iktisadının bir
diğer önemli temsilcisi olan Paul Baran ile birlikte kaleme aldığı
Tekelci Sermaye başlıklı kitaptır. (Bu kitap, sanırım Filiz
Onaran’ın çevirisiyle 1970’te Türkçe yayımlanmıştır.) Tekelci
Sermaye, bence üç önemli katkı içermektedir: Birinci olarak bu
kitapta, Marx’ın “artı değer” kavramıyla bağlantılı bir “artık”
kategorisi, çağdaş kapitalizmin ampirik ve istatistiksel olarak
saptanabilen bir öğesi olarak geliştirilmektedir. İkinci olarak,
Sweezy’nin 1942’de başlattığı bir çizgi bu yapıtta da izlenerek,
kapitalizmin krizleri (veya kronik olarak krizlere yatkınlığı)
eksik tüketimci kuramlara dayanılarak açıklanmaktadır. Bu yaklaşım,
geleneksel Marksist iktisadın bünyesinde yer alan (ve örneğin Rosa
Luxemburg’un temsil ettiği) bir azınlık akımı ile birleşmektedir.
Tekelci Sermaye, üçüncü olarak, tekelci kapitalizminin işleyiş
mekanizmalarını, “artık”ın yükselme eğilimi ile “massedilmesi” (“realizasyonu”)
arasındaki gerilime bağlayarak açıklar. Böylece, “eksik tüketimci” kriz
çözümlemesi, dev şirketlerin egemenliği, israfçı kaynak kullanımı ve
savaş ekonomisi ile bağlantılar kurularak yeniden geliştirilmektedir.
Ortodoks Marksistler, bu yaklaşımı “Keynes’gil” olarak yaftalayarak
eleştirmişler ve örneğin Sovyet iktisatçıları Sweezy ve Baran’ın
katkılarını Marksist okulun içinde kabul etmemişlerdir. Sweezy’nin
Baran’la birlikte kuramsal bir çerçeveye oturttuğu kapitalizm
eleştirisi, daha sonra Monthly Review dergisinde belli ölçülerde
“Üçüncü Dünyacı” bir platforma evrilmiş; derginin yazı ailesini
oluşturan çok sayıda düşünür tarafından Amerikan kapitalizmine,
emperyalizme ve azgelişmişliğe ilişkin eleştirel incelemelerde
geliştirilmiştir.
Diğer
önemli katkılardan biri, Sweezy’nin “feodalizmden kapitalizme geçiş”
sorunsalı üzerinde başka Marksist iktisatçı ve tarihçilerle yaptığı bir
polemikte yer alır. Bu polemik, Sweezy kuşağından İngiliz Marksist
iktisatçılarından Maurice Dobb’un Studies in the Development of
Capitalism başlıklı kitabının, kapitalizmin gelişiminde dış ticaret
etkeninin rolünü ihmal etmesi nedeniyle Sweezy tarafından
eleştirilmesiyle başlamış; İngiltere ve Japonya’dan diğer tarihçilerin
de katkılarıyla zenginleşmiştir. Bu tartışmada Dobb’un üretim
biçimindeki dönüşümlere dayalı çözümlemesinin, Marksist gelenek ile daha
uyumlu olduğunu kabul etmemiz gerekir. Buna karşılık, emperyalizme
dayalı bir kapitalizm eleştirisine kendisini bağlamış olan Sweezy bu
tartışmada, kapitalizmin gelişimini biçimlendiren belirleyici etkeni,
adeta, “erken bir ticari emperyalizm” öğesinde arar gibidir.
Son
olarak ele alabileceğimiz katkılar, Sweezy’nin 1930’lu yılların
ortalarında Harvard’da ele aldığı “sosyalizmin politik iktisadı” alanına
otuz yıl ara ile tekrar dönmesi sonunda geliştirdiği savlarda yer alır.
Bu kez, kuramsal değil, Monthly Review’da olgular üzerine
dayalı çözümlemeler ağır basar. Ve uluslararası komünist harekette
1960’lı yılların ortalarında patlak veren Çin-Sovyet çatışmasında,
derginin, “sosyalizmin kapitalizme dönüşmesinin mümkün olduğu”nu ileri
süren Çin tezlerine yakın bir tavır alması biçiminde ortaya çıkar.
Monthly Review, bu tartışmada, Sweezy’nin yanı sıra Fransa’dan
Charles Bettelheim gibi iktisatçıların da katkısıyla,
Sovyet-tipi ekonomilerde piyasa ilişkilerinin kâr güdülenmesine öncelik
verilerek geliştirilmesinin, sosyalizmin temel ilişkilerini çözücü
katkıları üzerinde durmakta idiler.
Bu
tartışmanın başladığı 1964-1966 yıllarında ben Cambridge
Üniversitesi’nde Maurice Dobb’un yanında çalışmakta idim. Dobb, İngiliz
Komünist Partisi üyesi idi ve Sovyet sosyalizminin ekonomik
sorunlarının, piyasaya dönük reformların katkısıyla aşılabileceğini
düşünmekte ve savunmakta idi. Bir iktisatçı olarak Dobb’tan çok şeyler
öğrendim. Benim nazarımda o da, kişiliği, olağanüstü derin ve yaygın
iktisat bilgisini şaşırtıcı bir alçakgönüllükle birleştiren
nitelikleriyle “bilgeler katı”na ulaşmış bir bilim insanı idi. Sovyet
ekonomisi ve sosyalist planlama üzerindeki bilgileri, Monthly Review’dakilerden
çok daha zengin ve derindi. Ne var ki, Sovyet-tipi sosyalizmin “gidişatı
ve geleceği” üzerindeki değerlendirmeler, salt iktisat terimleriyle
sürdürüldükçe, eksik kalıyordu. Monthly Review’daki katkılar,
polemiği bu sınırların dışına taşıdığı için ilginç ve anlamlı boyutlar
kazanıyordu. Ben de, o yıllardaki çalışmalarımın ürünü olarak daha sonra
Sosyalist Planlamada Gelişmeler olarak yayımladığım yapıtın sonuç
kesiminde, Sweezy’nin temsil ettiği çizgiye daha yakın bir konuma
ulaşacaktım.
Bu
tartışmada, sonunda, Sweezy haklı çıktı. Maurice Dobb 1976’da öldü. İyi
ki, Sovyet-tipi sosyalizmin büyük ölçüde tarihe karışmasını görmedi.
Sweezy’yi tanıyan ve izleyen herkes, reel sosyalizmin çökmesinin onu,
“haklı” çıkmasına rağmen, mutlu kılmadığını bilmektedirler. Sweezy,
hiçbir zaman, ABD’nin egemen güçlerince beslenen anti-Sovyetizme
sürüklenmedi. Burjuva demokrasinin normlarına uyum, onun için hiçbir
zaman sosyalizmin edinimlerini değerlendirme ölçütlerinden biri olmadı.
Bu nedenle, devrimci ve sosyalist Küba’yı daima savundu.
***
20. yüzyıl Marksizmi,
Bauer, Bukanin, Hilferding, Lenin, Lukaç, Luxemburg, Troçki gibi adlarla
parlak bir başlangıç yaptı. Sovyet devrimi, yukarıki adların yanı sıra,
Preobrajenski, Strumilin, Nemçinov gibi yeni adların katkılarıyla,
Marksist iktisadın, özellikle de “sosyalizmin politik iktisadı”nın
geleceğine ilişkin beklentilerin yeşermesine yol açtı. Ne var
ki, 1930’lu yılların ortalarından sonra Sovyet Marksizmi dondu. Sovyet
ekonomisinin pratiğe dönük sorunlarının tartışılması elbette sürdü.
Ancak, iktisat teorisine, kapitalist ekonomilerin ampirik çözümlenmesine
ilişkin olarak Sovyet Marksizminin katkıları da giderek kurudu. Bu
dönemde, Sovyet şablonunu izleyen “ekonomi-politik” kitapları, seri
imalat özellikleri taşırlar; ruhsuz, donuk, ölü metinlerdir.
İşte bu yıllarda,
Marksist iktisadı, Batıda bir avuç bilim insanı ayakta tuttu.
İngiltere’den Dobb, Meek, Hill, hatta heterodoks özelliklerine rağmen
(İtalya ve Polonya kökenleriyle) Sraffa ve Kalecki; Frankofon Avrupa’dan
Bettelheim ve Mandel; ABD’den ise (Polonya kökeni ve sonraki yıllardaki
gelişimi ile) Lange, ve kanımca saf kan Marksistler olan Baran ve Sweezy
bu listenin önde gelen adlarıdır.
Paul Sweezy’yi, bu
nedenle, saygıyla analım. O ve yukarıda adlarını saydığım Marksistler
olmasa idi, 21. yüzyıla Marksist iktisadı, “Sovyet Marksizmi”nin
cenazesi mi taşıyacaktı? Sweezy ve çağdaşlarının katkıları sayesinde,
Marksizm dünyayı eleştirel bir perspektifle tanımamıza imkân veren
canlı bir kuramsal araç olarak yaşamaktadır. Emekçi insanların kendi
kaderlerine egemen olarak dünyalarını dönüştürebilmeleri gündeme
geldiğinde de, “bir eylem rehberi” olarak yeniden hayati bir önem
kazanacaktır.
Toprağı bol olsun.
Bağımsızsosyalbilimciler’den alınmıştır