ELENİZM’E AB DESTEĞİ
(Türk-Yunan sorunları Türk-AB
sorunu yapılmaya çalışılıyor)
Ali KÜLEBİ
1976 yılında Time
Dergisi'ne verdiği demeçte ''AB'yi yanımıza alarak Elenizm emellerimizi
gerçekleştireceğiz'' diyen Konstantin Karamanlis'in bu rüyası Türk-Yunan
ilişkilerinin son 200 yıllık seyrine bakarak ürkütücü bir noktaya geldi
galiba. 1829'da kurulmuş olan Yunanistan, o tarihten bu yana Türkiye ile
giriştiği bütün savaşları kaybetti. Hatta bu savaşların hemen hepsinde,
dönemlerinin en güçlü ülkelerini müttefik olarak arkasına almasına
karşın kaybetti. Ancak, ne acıdır ki şehit kanıyla kazandığımız bütün
savaşlara rağmen, 1829'dan bu yana hiçbir savaş kazanamayan Yunanistan,
kurulduğunda 53 bin kilometrekare olan topraklarını zaman içinde 120 bin
kilometrekareye çıkardı. Bu büyüme sürecini Avrupalı ağababalarının
himmetiyle gerçekleştirirken her zaman sahte, yumuşak diplomatik
yaklaşımlarla veya de facto (fiili) girişimlerle toprak kazanmış oldu.
MEGALİ İDEA'NIN HEDEFLERİ
Bu bağlamda son
zamanlarda yine sayısı 80 civarında olduğu söylenen birtakım küçük
adacıkların, ileride Yunanlılar'ın Ege'de karasuları ve denizaltı doğal
kaynakları üzerinde daha geniş bir alanda söz hakkına sahip
olabilmelerini sağlayabilmek amacıyla meskun hale getirilmeye
çalışıldığı ve üzerlerinde silah yığınağı, gözetleme kuleleri yapıldığı
söylenmekte. Bu adalara 2005 yılı sonuna kadar ek asker yerleştirileceği
de rastladığımız haberler arasında.
Yunanlılar yine
Elenizm emellerinin en uç noktasındaki İstanbul'u, AB'nin dayatmalarıyla
Vatikan benzeri özerk statü ile donatılmış ve eski Bizans'ı çağrıştıran
''Yeni Roma'' adıyla geri getirmeyi amaçlıyorlar. Bunda en önemli araç
olarak, dünya Hıristiyan'larının desteğini ve Türkiye üzerindeki
baskılarını arkalarına almak amacıyla Patrikhane'yi ve ekümenlik
konusunu gündeme getirerek, İstanbul'un önce dünya Ortodoksluğunun
merkezi olmasını sağlayıp, sonra da bağımsız ve daha ileri bir süreçte
Yunanistan'a bağlı hale getirmek isteyeceklerdir. Papa'nın geçtiğimiz
günlerde, yüzlerce yıl sonra Patrik ile barışması da bu planların bir
parçası olmalı. Türkiye'yi Sevr sınırlarına çektirecek ve Lozan
antlaşmasını ortadan kaldıracak girişimlere yöneldiği gözlemlenen AB'nin
iç işlerimize karışması, nereye kadar karışacağı, üniter devlet
yapımızın temeli olan Kemalizm'i ortadan kaldırma çabalarının nereye
kadar süreceği ve bizim bütün bunlara ne kadar tahammül edeceğimiz Türk
ulusunun geleceği için önemli ve yaşamsal hususlardır.
Yunanistan ve
ağababası AB'nin gözden uzak tutmaması gereken önemli nokta, Türkiye'nin
dinamik güçlerinin tarihin tekerrürüne her halde izin vermeyeceğidir.
Hatta günü gelince geçmişe dönük defterler de karıştırılacak ve oldu
bittiye getirilerek 1923 Lozan ve 1947 Paris Antlaşmalarına rağmen,
kıyılarımızdan birkaç mil ötedeki adalara yığılmış olan Yunan
askerlerinin çekilmesi bile söz konusu olabilecektir. Türkiye'nin
askeri, ekonomik, siyasal ilgi alanı olan Ege Denizi vazgeçilmeyecek
kadar önemli bir yaşam alanımızdır. Bu adaların burnumuzun dibinde her
çeşit teknolojik silah, uçak ve güdümlü füzeyle donatılmasına da her
halde bir gün dur denilir.
ADALAR
DENİZİ'NDEKİ ASKERİ YIĞINAK
Halen yanı
başımızdaki Yunan Adaları'nın çoğunda sivil halk nüfusundan çok asker
bulunmaktadır. Örneğin; Rodos Adası'nda 15.000 askerlik biri mekanize
/zırhlı iki tugay (ki bu kuvvet diğer güvenlik güçleriyle 25.000 kişiyi
bulmaktadır), İstanköy Adası'nda ikisi tank taburu, 4'ü piyade taburu ve
biri destek tabur olmak üzere bir tugay, Sisam Adas'nda bir tugay, Sakız
Adası'nda bir tugay, Midilli Adası'nda bir tümen ve Limni Adası'nda
tugay üzerinde bir kuvvet şeklinde takriben toplam 60 binin üzerinde
asker vardır. Bu söz konusu kuvvetin toplamı dünyadaki bir çok devletin
ordusundan fazladır. Kıbrıs Rum kesiminin silah altındaki asker
sayısının bile yaklaşık 12.000 olduğu düşünülürse, Adalardaki bu
kuvvetin boyutlarının ciddiyeti ortaya çıkıyor. Ayrıca, bütün bu adalar
Lozan Antlaşmasına aykırı olarak askeri amaçlara dönük havaalanlarına
sahiptir ve adalara ciddi boyutlarda yerden havaya, yerden denize ve
karaya atılabilecek füze üsleri yerleştirilmiştir. Bu füzeler, askeri
güçlerimizi tehdit ettiği gibi bütün sivil deniz ve hava ulaştırma
olanaklarımızı da sınırlamakta ve tehdit etmektedir.
Adalar Denizi'nin
kuzeyinden, Limni Adasından, başlayıp güneye giderek ülkemizin batısını
tehdit eden Limni-Girit hattının yanı sıra, Kıbrıs'ın da bundan sonra
AB'nin dayatmaları ve getirmek isteyeceği sözde çözümler sonucu giderek
Rumlaşması ve Girit örneği Yunanistan'ın burada bir nevi Enosis
gerçekleştirmesiyle güneyimizi de tehdit edebilecek Girit- Kıbrıs hattı
ortaya çıkacaktır.
KIBRIS
VAZGEÇİLMEZ PARÇAMIZDIR
Bütün bu gerçekleri
göz önünde tutarak, her türlü siyasi platformda Türkiye'ye çelme takmak
isteyen Megali İdea sevdalısı bir Yunanistan'ın Türkiye ile samimi
gayretler içinde olduğunu düşünmek saflıktır. Hele Türk düşmanlığını
yaşantılarının bir parçası haline getirmiş olan Kıbrıslı Rumların,
AB'nin dayatacağı planlarla Türkleri azınlık haline getirecekleri bir
devlet içinde Türklerle beraber barış içinde yaşayacaklarını
düşünebilmek de bu saflığın devamı olan aşırı bir iyi niyettir. Girit'te
meydana gelmiş katliamlar Kıbrıs'ta Türk toplumunun başında bir kılıç
gibi asılı duracak, iki toplumlu bir yaşantıda oluşabilecek olaylar
1960'larda yaşananları bile gölgede bırakabilecektir. Bütün bunlara
Yunanistan'ın silahlanma gayretleri olgusu da eklenirse stratejik olarak
etrafı çevrilmiş bir Türkiye görüntüsü ortaya çıkmakta ve bu ciddi bir
rahatsızlık ve tehdit söz konusu olmaktadır.
Bu noktada,
Yunanlılar'ın bütün bu girişimlerini sorgulamak gerekir. Onların
uluslararası arenada çevirdikleri oyunların ve çevremizdeki
düşmanlarımızla, özellikle içimizdeki düşmanlarımızla işbirlikleri
sonucu dökülmüş olan şehit kanları her halde Türk milletince
unutulmayacaktır. PKK'ya yaptıkları aleni destekleri unutmayacak kişiler
ve kuşaklar hep olacaktır. AB kanalıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'nin
gücünün azaltılması ve Kemalizm'in kırmızı çizgilerini yok etme oyununa
dinamik güçler her halde karşı koyma durumundadır.
Yunanistan,
Ermenistan ve onlarla aynı emellerde olan bütün yabancı düşman ve
güçlerle mücadele, geçmişinde İmparatorluğun'un bizzat padişahça
yabancılara teslim edildiği bir ülkeyi, savaşarak her alanda örnek
egemen bir devlet yapan Türk milleti için sorun değildir. Yunanistan'ın
kurulduğu 1829'dan bu yana Türkiye'yle yapmış olduğu bütün savaşları
kaybetmişken, o zamandan bu yana topraklarını 7 misli büyütmüş olduğu
gerçeği, Yunanlıların batı dünyasındaki geçmişlerine dayanan
etkinliklerinden ve bizim dış politikamızı yürüten görevlilerimizin,
neme lazımcı ve tembel bir tutum içinde olmaları ve her platformda
göstermeleri gereken çabayı sağlayamamalarındandır. Küreselleşmeyi ve
iletişim araçlarının gelişmesini ve bu iletişim olanaklarının
boyutlarını iyi değerlendiren Yunan - Rum sivil toplum örgütlerince dış
dünyada sürekli Türkiye aleyhtarlığı ve Türk düşmanlığı gündemde
tutulmuş ve tutulmaktadır. ''Yumuşak güç'' olarak adlandırılan iş
çevreleri, sivil toplum örgütleri, eğitim ve araştırma kurumları
Yunanlıların dış dünyada iyi kullandıkları bir silah halindedir.
Özellikle ABD ve AB'de para gücüyle de değerlendirdikleri lobi
kuruluşları bu ''Yumuşak güç'' faktörünü güçlendirmektedir. Jeopolitik
çevresini Türkiye aleyhine döndüren ve güç kullanmaktan ziyade yumuşak
gücün gereği ikna yöntemlerini kullanan Yunanlılar, elde ettikleri
politik başarılar sonucu savaşta kaybettiklerini masada alarak
topraklarını sürekli genişletmeyi başarmışlardır. Yine son Kıbrıs
referandumunun hemen ertesinde, bir süre Rumların aleyhlerine dönmüş
gibi gözüken uluslararası eğilime karşın o günlerde bize KKTC ile ilgili
bol keseden verilen vaatlerin hepsi, Rum'ların zamanı daha iyi kullanıp,
müttefik edinme becerileriyle de şu anda boş çıkmış görünümdedir.
Hükümet politikalarımızın tutarsızlığı ve hatta uygulayıcılar arasındaki
çeşitli çelişkili beyanlar değil uzun vadeli, kısa vadeli
politikalarımızın bile yokluğunun en somut göstergesidir.
17 Aralık günü,
uğruna çoğu ağır olan her çeşit talebi özveriyle yerine getirmiş
olduğumuz AB'nin müzakere tarihi toplantısında da son dakikada çok ağır
koşulla karşımıza getirilen Güney Kıbrıs Rum Kesimi'ni tanıma dayatması
aynı politikasızlıklarımızın son ve acı örneğidir.
Türk düşmanlığını
bir yaşam tarzı haline getirmiş olan Yunan-Rum ve Ermeni işbirliğinin
diğer örnekleri, bunların özellikle ABD'deki Senato ve Temsilciler
Meclisi üzerinde yaptıkları çalışmalarla da önem kazanmaktadır. Amerikan
Ermeni Milli Komitesi ( The Armenian National Committee of America
-ANCA) ve Amerikan Elen Enstitüsü ( the American Hellenic Institute -AHI)
gerçekleştirdikleri lobicilik faaliyetleriyle, özellikle Delaware
Senatörü Joseph Biden ve Maryland Senatörü Paul Sarbanes'in yoğun
baskılarıyla Kongre'den çok çeşitli vesilelerle Türkiye aleyhine
kararlar çıkartmış ve özellikle silah alımlarında ambargo koydurmayı
başarmışlardır.
ŞİMDİ
DE PONTUS'CULUK
Kıbrıs, Ege,
İstanbul'da Patrikhane sorunlarının ötesinde yine son günlerde Megali
İdea'ları çerçevesinde Türkiye'nin batısını ve İstanbul'u topraklarına
katmak isteyen ve hatta Karadeniz'de Pontus'culuk özlemleri taşıyan
Yunanlılar, bu emellerini her seferinde çeşitli vesilelerle ortaya
çıkarıyorlar. Yunan Kültür Bakanı Melina Mercouri'nin önderliğinde
1982'de sözde ''Anavatanları Kurtarma Dünya Komitesi'' ve bununla ilgili
yayınladıkları harita, Anadolu'yu, Rum, Pontus, Ermenistan, Suriye ve
sözde Kürt devleti arasında paylaştıran çeşitli harita örneklerinden
sadece biridir. Bu örneklerin daha güncel olanlarına internetteki Türk
düşmanlığına odaklanmış Yunan sitelerinde rastlamak artık çok olağan
hale gelmiştir. Zaman zaman yayın organlarımızda, Yunanistan'ın Pontus
Dernekleri aracılığıyla Doğu Karadeniz'de yaptığı faaliyetler, gündeme
getirildi. Buna göre; bölgedeki faaliyetlerin yürütülmesi için dünyada
11 federasyon ve 200 dernek faaliyet gösteriyor. Başkanlığını Stefanos
Tanimanidis'in yaptığı Dünya Pontus Hellenizmi Kurulu bunlar içinde en
aktif olan örgütlenmedir. Bütün bu örgütler yayınladıkları kitap ve
propaganda malzemelerinde Karadeniz'i Pontus Devleti olarak
gösteriyorlar. Bu faaliyetleri yaparken Ermeniler ve Yunanistan'daki PKK
ve DHKP-C kalıntısı unsurlar ile işbirliği yapılıyor.
Temelde, bütün bu
paylaştırma girişim ve emellerinin öncüsü ve organizatörlerinin Yunan
-Rum kuruluşları olduğunu görüyoruz. Türkiye'nin AB'ye girmesinin söz
konusu olduğu geçtiğimiz günler öncesinde Yunanistan tarafından sahneye
sürülmüş ve Kıbrıs Rumları'nın önderliğindeki Ermeni ve Kürt
kuruluşlarının Avrupa'daki sistematik ve yoğun karalama çabaları
herkesin malumudur. Tarihin tekerrürü maalesef Türk-Yunan ilişkilerinde
çok olağan hale gelmiştir ve bundan böyle de bugünkü tepkisiz siyasal
yaklaşımlarımızla daha da süreceğe benzemektedir.
DIŞ
TEHDİT UNSURU YUNANİSTAN
Bu bağlamda,
üzerinde serbest uçma hakkımız olan Ege Hava Sahasındaki her hareketimiz
anında Yunan uçakları tarafından engellenmeye çalışılırken, bu kon u
Yunan basınında her seferinde büyük gürültülerle, aynı gün, hatta birkaç
saat içinde gündeme getirilirken Yunan halkının ve AB kamuoyunun da
Adalar Denizi'nin yakın gelecekte tamamen Yunanistan'ın kontrolüne
geçmesi konusunun fikren hazırlandığını söylemek gerekir. Türkiye
şimdiye kadar, Ege sorununa AB veya üçüncü bir tarafın müdahil olmasını
ve Lahey Adalet Divanına da gidilmesini istemezken, Dışişleri'mizin son
zamanlarda kapalı kapılar ardında konu üzerinde sürdürdüğüne dair sözü
edilen görüşmeler merak konusudur. Basın ve medyamızda bu konuda da
maalesef aynı tepkisizlik söz konusudur.
Son zamanlarda
basınımızda gündeme getirilip, üzerinde güncel bazı değişiklik yapıldığı
ifade edilen Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi'nde (MGSB), Yunanistan'ın
yüksek düzeyde dış tehdit kapsamında değerlendirilmesinin devamının
gereği, Yunanistan ile sıcak gelişmelere neden olabilecek;
- Güney Kıbrıs Rum
Kesimi'nin tanınması zorlamaları,
- Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin Ada'dan çıkarılması talepleri,
- Adalar
Denizi'ndeki sorunlar,
- FIR hattı,
- Kıta sahanlığı ve
karasuları üzerindeki anlaşmazlıklar ve bu bağlamda adacıkların geleceği
gibi olgular göz önüne alındığında kaçınılmazdır.
Ayrıca,
Yunanistan'ın Batı Trakya Türk'lerine uygulamaya devam ettiği bariz
ayrımcılık da aramızdaki ilişkiler açısından kabul edilemez ve kanayan
bir yara olarak devam edecektir. AB üyesi olarak, AB normlarından söz
eden Yunanistan, ''Türk'' lafından bile duyduğu alerjiyi, Batı Trakya'da
yaşayan soydaşlarımıza ''Müslüman Yunanlılar'' diyerek göstermeye devam
ediyor. Yıllardır Türklerin üniversiteye girmesini bile zorlaştırmışken,
Türk toplumunun seçmiş olduğu Müftü'yü tanımayıp kendi keyfi ne göre
müftü atayarak haksızlıklar dizisini de sürdürmektedir. Ne yazık ki her
konuda iç işlerimize karışan AB, Yunanistan'ın bu uygulamalarını
görmezden gelmektedir.
İstanbul'un
Bizanslaşması, İstanbul içinde Vatikan örneği bir Patrikhane,
güneyimizde Girit örneği giderek Rumlaşacak bir Kıbrıs hatta ve hatta
gündeme getirmek için sırasını bekledikleri Pontusçuluk ve bütün bunları
bize giderek dayatacak bir AB gerçeği, bizi çok geç olmadan silkinip
kendimize getirmelidir. Yunanistan'ın Türkiye ile olan sorunlarını
AB-Türkiye sorunları haline getirme tuzağına düşmememiz ve AB'yi müdahil
olarak tanımamamız gerekmekte olduğu açık bir şekilde ortadadır.
DİPLOMASİDE
GÜÇ KULLANMA DESTEĞİ
Masa başı
diplomasisinde Atatürk sonrasında gösterememiş olduğumuz başarıyı, güç
kullanma desteğini de kullanarak denemeyi de artık gündeme almalıyız.
Atatürk, özellikle Hatay konusunda ve İtalyanlar'ın Antalya üzerindeki
talepleri üzerine anında güç kullanma seçeneği ile cevap vermiştir. O
günlerin savaşlardan çıkmış zayıf Türkiye'si bunu göze alabildiğine
göre, bugünün çok güçlü bir orduya sahip Türkiye'nin bu seçeneği
kullanabilme olanağı çok daha fazladır. Kaldı ki, Suriye'ye karşı
Abdullah Öcalan'ın teslim edilmesi için verilen süre ve bunu takip eden
gelişmeler güç kullanma yaklaşımının yararlarını açık bir şekilde ortaya
koymuştur. Bu günkü dünya güçlünün haklı olduğu bir dünyadır.
Çevremizde, güç kullanarak isteklerini dikte ettiren ve bunda salt
diplomasiyi göz önüne almayan, haklılığını silah gücüyle kabul ettirme
yöntemi kullanan bir ABD gerçeği varken, diplomaside güç desteğini
yanına alarak silah olarak kullanmak önem kazanıyor. Esasen günümüz
dünyasında güç faktörünü hesaba katmayan ve yanına almayan diplomasi ve
uluslararası ilişkiler başarısızlığa mahkum gibi gözükecektir. Bizim de
artık en iyi olduğumuz yönümüzü, gücümüzü değerlendirmemiz ve
diplomasimizi bununla desteklememiz gerekir. *
Cumhuriyet
Strateji’den alınmıştır
|