|
|
TÜRKİYE
SOĞUK SAVAŞIN İLERİ KARAKOLLUĞUNDAN
SICAK BARIŞIN “HİZMETÇİ” LİĞİNE
Deniz OKTAY
“Kozmopolit
sömürüyü evrensel kardeşlik diye
adlandırmak ancak burjuvazinin beyninde doğabilecek bir düşüncedir.
Sınırsız rekabetin bir ülkenin içinde ortaya çıkardığı bütün
yıkıcı olaylar, dünya pazarında daha devasa boyutlarda yinelenir.
(…)
Baylar, sanmayınız ki ticaret özgürlüğünü eleştirirken
himayecilik sistemini savunmak gibi bir niyet taşıyoruz. Kişi, eski
rejimin dostu olmadan da anayasa rejimine düşman olduğunu ilan
edebilir.”
Karl Marks, 1848, Serbest Ticaret üzerine konuşma
İkinci Dünya Savaşı sonrası koşullarda emperyalist bloğun
sosyalizme karşı ileri karakolu rolüyle konumlanmış olan Türkiye’nin
mevcut uluslararası işbölümü içindeki yeni konumunun ne olacağı
giderek belirginleşiyor. AB ile bütünleşme sürecinin daha da
netleştireceği anlaşılan bu yeni konumun dünya çapındaki
belirleyenleri kabaca şöyle özetlenebilir:
Emperyalist dünya sistemi artık geçmişte olduğu gibi her açıdan
sarsılmaz bir patronun egemenliği altındaki tek bir büyük bloktan
değil, sermayenin ve sistemin en genel çıkarları uğruna işbirliği
içinde davranan, ancak aralarındaki rekabet tehlikeli biçimde tırmanan
birden çok ve eşitsiz güçteki emperyalist egemenlik merkezinden
oluşmaktadır. Sistemin genel çıkarlarına dair sorunların çözüm
platformu, başta DTÖ olmak üzere çeşitli ekonomik ve siyasal
“ulus üstü” kurumlar haline dönüşürken, emperyalist güçler
aynı anda, dünya tarihinde ilk kez bu denli kapsamlı bir biçimde
“merkezi ve çevreyi” aynı birliğin öğeleri haline getiren
“yeni bölgecilik” biçimleri inşa etmektedirler. (1)
Başını ABD’nin çektiği bu yeni bölgecilik eğiliminin en
olgunlaşmış örneği olan ALCA (“Kuzey Amerika Serbest Ticaret
Anlaşması” NAFTA’nın genişlemiş biçimi olan ALCA:
“Amerikalar Arası Serbest Ticaret Alanı”) ve Güney Doğu
Asya’daki Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği forumu (APEC), bir
ucunda ABD, Kanada ve Japonya ve öteki ucunda Peru, Vietnam, Papua
Yeni Gine ve Meksika gibi endüstriyel gelişme düzeyleri ve ekonomik
yapıları birbirlerinden son derece farklı olan ülkeleri kapsayan
yeni bölgecilik oluşumlarıdır. Bölgesel bağımlılık ilişkilerinin
fiili düzeydeki derinleşmesini tamamlayan yasal düzenlemeler altında
biçimlenen bu bölgesel birlikler, emperyalist devletlerin egemen sınıflarına
kendi aralarındaki neo-liberal rekabet ilişkilerini düzenledikleri
başlıca platform olan DTÖ platformundan kısmi korunma alanları sağlamaktadır.
Emperyalist merkezlerin birlik üyesi (ya da çevresindeki) bağımlı
ülkelere DTÖ üstü düzenleme ölçütleri dayatmasını, bu ülkelerin
ulus devletlerinin (aşılmasını ya da aşınmasını değil), neo-liberal
yönde güçlendirilmesi hızlandıran bu süreç, emperyalist birikim
süreçlerine tabi yeni bölgesel egemen sınıf bloklarının doğuşunun
da temelini oluşturmaktadır. Gerek ticaretin ve mali ilişkilerin
serbestleşmesi, gerekse mal ve hizmet üretiminin parçalanması açısından
deniz aşırı topraklara kıyasla çok daha elverişli kıtasal
olanaklar sunan bu yeni bölgeselleşme biçimi, 1945 sonrasındaki dünyada
sermayenin tanımak zorunda kaldığı kısmi sosyal güvence ve
koruma olanaklarının tamamen ortadan kaldırılmasıyla el ele
gitmektedir. Zor aygıtları tarafından güvence altına alınmış
çıplak bir proleterleştirme zorlaması ve ilkel sermaye birikimi
talanı, yeni bölgeciliğin gerçek genişleme eksenini oluşturmaktadır.
Yeni egemenlik bölgeleri, birden çok emperyalist merkeze doğru akan
emperyalist sermaye birikiminin önemli sıçrama tahtaları haline dönüşmekte,
emperyalist sistemin yeni oluşumu bu katmanlaşmış ve kısmen
birbirinin içine geçmiş olan egemenlik alanları üzerinde biçimlenmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının çift-kutuplu dünyası koşullarında
oluşmuş katı bir kurumsal yapı, “sosyal korumacılığa iliştirilmiş”
liberalizm ve gümrük himayeciliği ilkeleri üzerine inşa edilmiş
olan Avrupa da bu süreçte, eski tür bölgecilikten (AET) yeni tür
bölgeciliğe (AB) doğru evrimleşmiştir. 1990’ların ikinci yarısı
ile birlikte, bir yandan Doğu Avrupa’nın geçiş ekonomileri ile
Akdeniz havzası ülkelerini kendi yarı-çevresi haline dönüştüren,
öte yandan topluluk mevzuatında bu gelişmenin sonuçlarını da
kapsayan dönüşümler gerçekleştiren AB, parçalanmış üretim
zincirlerini bu çekirdek egemenlik alanından aldığı güçle
Hindistan ve Uzakdoğu’ya dek uzatabilmiştir.
Doğu Avrupa ülkeleri bu sürece, “Avrupa anlaşmaları” adı
verilen ve AB’nin bu ülkelerle, daha DTÖ kararlarının yürürlüğe
konulmasından 10 yıl önce sınırsız serbest ticaret ve yatırım
ilişkileri kurmasının önünü açan “serbest ticaret ve yatırım
anlaşmaları” temelinde katıldılar. Başını Almanya, Hollanda
ve Danimarka tekellerinin çektiği üretimin uluslararası taşeronlaştırılması
eğiliminin Doğu Avrupa ülkelerine doğru akmasını sağlayan bu
serbest ticaret anlaşmaları, doğal olarak, taşeronlaştırma
zincirinin bu dış halkalarında üretilen malların, AB pazarına
yeniden ihraç edilmesinin üzerindeki tüm engelleri kaldıran
topluluk düzenlemeleriyle tamamlandı. (2) Meksika-AB sınırındaki
ve Karayipler’deki maquila sanayilerinin yeniden ihracat-merkezli üretim,
düşük vasıflı-düşük ücretli emek kullanımı, yabancı
girdilere yüksek bağımlılık ve dengesiz bölgesel yoğunlaşma
gibi tipik özelliklerini sergileyen bu sanayiler, Doğu Avrupa ülkelerinin
AB’ye katılmaları ile birlikte artık birliğin kendi içine taşınmış
oldu. Öte yandan AB, Barselona süreci ile birlikte 2010’dan
itibaren Tunus, Fas, Cezayir, Mısır, Lübnan, İsrail, Ürdün, Türkiye,
Kıbrıs, Malta, Suriye ve Filistin Otoritesi’nden oluşan bir
Avrupa-Akdeniz serbest ticaret alanı oluşturarak yeni bir yarı-çevre
halkası daha yaratmaya yönelmiştir. AB’nin “doğal”
avantajlara sahip olduğuna inandığı bu bölgeye dayatmayı planladığı
yeni serbest ticaret anlaşmaları ise, uluslararası taşeronlaştırmanın
Latin Amerika ve Doğu Avrupa bölgelerinde ortaya çıkan tipik özelliklerini
daha da ağırlaştırmaya adaydır.
Türkiye sermayesinin derdi nedir?
Türkiye egemen sınıflarının AB ile hızla bütünleşme
isteklerinin altında yatan gerçek saikleri anlamak için TOBB başkanı
Hisarcıklıoğlu’nun son Rusya gezisindeki, “40 milyar dolarlık
ihracat yaptığınız AB 'yok' dese alternatifiniz kalmayacaktı” sözleri
son derece aydınlatıcıdır. Hisarcıklıoğlu’nun ne kastettiğini
anlamak içinse, Türkiye’nin AB ile bugüne kadarki bütünleşmesinin,
AB’nin bu yeni bölgeselleşme biçiminin temellerini oluşturan
serbest ticaret anlaşmaları ile değil, eski bölgeselleşme biçiminden
miras kalan antika ve melez Gümrük Birliği anlaşması üzerinden
gerçekleştiği göz önünde tutulmalıdır. Türkiye’nin AB Tek
Pazarı ile bütünleşmesi sürecinin ilk adımını oluşturan, ülkenin
dış ticaret hacmini bir bütün olarak artıran GB anlaşması, Türkiye’nin
AB pazarındaki payını artırmamış, tersine AB ile olan dış
ticaret açığını büyütmüştür. Ancak daha da önemlisi Türkiye’nin
1995’den bu yana GB nedeniyle AB ile aynı serbestlik koşulları
altında ticaret yapmak zorunda kaldığı Doğu Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin
dış ticaret açığı içindeki payları 1997’de yüzde 3’den
2001’de yüzde 9’a yükselmiştir. Türkiye’nin düşük ücretli
taşeron emeğine dayalı sanayisi, mevcut GB koşulları altında,
AB’nin uluslararası taşeronlaştırma ağlarında üretilen düşük
ücretli mallar karşısındaki rekabet gücünü hızla yitirmektedir.
Bu durumun nedeni, GB Anlaşmasının Doğu’nun bütünleşmesinin
temelini oluşturan Avrupa Anlaşmaları’ndan önemli farklara sahip
olan 1964 Ankara Anlaşmasına dayanmasıdır. Bu ülkelerin bütünleşme
sürecinin hızlandığı ve sürecin biçiminin de tamamıyla değiştiği
yıllarda AB ile ilişkileri askıda olan Türkiye egemen sınıfları,
1995’de trene yeniden atlamaya çalışırken, aslında yanlış
vagona atlamışlardır. Bu “yanlışlığın” nedeni, Türkiye
egemen sınıflarının 1990’ların politik koşullarında, serbest
ticaret anlaşmalarının gündeme sokulması gibi büyük bir kırılmanın
yaratacağı politik bedelleri göze alamamış olmalarıdır. (3) Bu
durumda süreç, eski ve yeni bütünleşme biçimlerinin
melezlenmesinden oluşan, mal ticaretine getirdiği önemli
serbestlikler bir yana, hizmetler ve tarım alanını dışarıda bırakıp,
entelektüel mülkiyet hakları açısından sınırlılıklar taşıyan,
üstelik AB ile Türkiye arasındaki serbest mal ticaretinin damping
ve kriz koşullarında sınırlandırılmasını öngören bir zeminde
sürdürülmüştür. Türkiye’nin politik imajını fazla
sarsmamakla birlikte, ucuz emek sanayisinin taşeron Doğu sanayileri
ile rekabetini olumsuz etkileyen bu durum, uluslararası rekabetin yoğunlaşması
ile birlikte Türkiye egemenleri açısından daha da zorlayıcı hale
gelmektedir. Yabancı yatırımlar açısından serbest ticaret anlaşmalarına
göre daha sınırlandırıcı olan GB anlaşması AB’nin
uluslararası taşeronluk birimlerini Türkiye’ye doludizgin aktarma
isteğini sınırlandırmakta; AB, Türkiye pazarını kendi Doğu ve
Uzakdoğu taşeronlarının ucuz emek ürünleri ile doldururken, Türkiye
mallarına kayıt dışılık gerekçesiyle sınırlandırma
getirebilmektedir. Bugüne kadar bu tür anti-damping uygulamaları
nedeniyle 70 milyon dolarlık ticaret kaybına uğrayan Türkiye, düşük
emek rakiplerinin arttığı bir ortamda mevcut bütünleşme biçimini
korumakta giderek daha da zorlanmaktadır. GB’ne rağmen AB’nin
birinci, resmi taşeronluk kolunun bir parçası haline gelemeyen ve
bu yüzden de yaygın ucuz emek istihdamının bile hayrını görmeyen
Türkiye egemen sınıfları, AB sürecini “herkesi şaşırtan bir
tempoyla” hızlandırarak, yanlış vagondan doğru vagona atlamaya
çalışmaktadırlar. Bu atılım hamlesini mümkün kılan gerçek
temelse, hem ülkedeki politik mücadele koşulları ile sınıflar
arası güçler dengesinin, bütünleşme biçimindeki derin kırılmayı
1990’lara göre daha göze alınabilir hale getirmiş olmasıdır.
“AB ile uyum” sürecini hızlandırdıklarını ilan eden egemen sınıflar,
aslında Türkiye’nin AB ile bütünleşme biçimini, Doğu’nun
serbest ticaret anlaşmalarına dayalı bütünleşme biçimi ile
uyumlulaştırmakta ve yeni sistemin resmi yarı-çevresi konumuna
kabul edilmeyi talep etmektedirler.
Ucuz emeğin hayrını görmek: Hizmetlerin taşeronlaştırılması
Buradan çıkan sonuç, Türkiye’nin mevcut GB anlaşması ile tanımlanan
konumu ile, hızlandırılmış bir AB sürecinde yerleşeceği konum
arasında hiçbir farkın olmayacağı kanısının, yaygın ancak
yanlış bir kanı olduğudur. Öte yandan Türkiye egemen sınıflarının
karşı karşıya oldukları durum, “ulusal kapitalizmi” korumak
ya da terk etmek arasında bir tercihte bulunma durumu da değildir. Türkiye
sömürge kapitalizmi, 1945 sonrasından bu yana, “emperyalizmle bütünleşmiş
olarak doğan bir yerli tekelci burjuvaziye” yaslanan ve
“emperyalist üretim ilişkilerinin içsel bir olgu haline dönüştüğü”
bir kapitalizmdir. (4) 1980’lerin büyük dönüşümü ile bu sömürge
kapitalizmini yeni neo-liberal emperyalist birikim modeline tabi kılma
yönünde önemli adımlar atmış olan Türkiye egemen sınıflarının
önünde duran sahici sorun, bu tabi kılma sürecini tamamlamayı ne
ölçüde göze alabilecekleri sorunudur. 1945 sonrası sistemin ileri
karakolu olmaktan doğan bol ve ucuz emperyalist kredilerle palazlanan
Türkiye egemen sınıfları, yeni sistemde buna yeni paralel bir
konum kapabilmenin, bu tabi kılma sürecini tamamlamaktan geçtiğinin
ve bunun da yalnızca daha genel ve gevşek DTÖ kurallarına uyum göstermekle
mümkün olmadığının farkındalar. Ancak Türkiye egemen sınıflarının
bu hevesi, emekçilere bu kez 1945-80 döneminde olduğundan daha
pahalıya patlayacaktır.
AB ile bütünleşme biçimini çerçevesi serbest ticaret anlaşmaları
ile çizilen “yeni bölgecilik” modeli ile uyumlulaştırmaya yönelen
Türkiye’yi bekleyen, üretimin uluslar arası taşeronlaştırılması
sürecinden çok daha trajik sonuçları olan, parçalanan hizmet üretiminin
uluslararası taşeronlaştırması eğilimidir. (5) UNCTAD 2004 Dünya
Yatırım Raporu’na göre, tüm dünyadaki bağımlı ülkelere yönelik
yabancı doğrudan sermaye yatırımlarında düşüş yaşanırken,
DB’den Dünya Ekonomik Forumuna dek uzanan tüm uluslar arası
sermaye platformları, yabancı sermaye yatırımlarının geri dönüşünün,
bilgiyi dijitalleştirebilen yeni teknolojiler sayesinde, tıpkı
imalat gibi “küreselleşmekte olan” hizmetler alanında gerçekleşeceğini
müjdelemektedir! Hizmet üretimi alanının, GATS’dan Avrupa
Anayasası’na dek bir dizi uluslar arası belge tarafından öngörülen
biçimde hızla serbestleştirilmesi, birçok bağımlı ülkeyi İrlanda,
Hindistan ve İsrail’den oluşan bir uluslar arası hizmet üretimi
taşeronları üçgeninin daha alt halkaları olmaya doğru
zorlamaktadır. Hizmet üretiminin, imalat sektöründeki uluslararası
taşeronlaştırmadan daha az sabit maliyet yaratması ve daha küçük
parçalara bölünebilmesi, bu alt halkalar arasındaki rekabeti yoğunlaştırmakta;
bu ülke ekonomilerini daha büyük bir parçalanma ve emekçilerini
de daha fazla güvencesizleşme ve göçmenleşme tehdidi ile yüz yüze
bırakmaktadır.
Türkiye ulusal ekonomisinin yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan
hizmet üretimi alanının gümrük birliğine dahil edilmesi,
ekonomik bütünleşmenin bundan sonraki asıl evresini oluşturmaktadır.
Türkiye, hizmetler alanını üyelik öncesinde tamamen serbestleştiren
tek ülke haline gelerek çekiciliğini artırmaya çalışmaktadır;
üstelik bunu yaparken GATS’ın (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması)
daha gevşek kurallarını değil, AB’nin daha katı ve saldırgan
“derin bütünleşme modeli” kurallarını temel alacaktır. Bugüne
kadar hizmet ihracatı düşük vasıflı emek-yoğun müteahhitlik ve
turizm hizmetleri alanlarında yoğunlaşmış olan Türkiye, bu
alanların yanı sıra dağıtımcılık, taşımacılık, enerji ve
haberleşme gibi çokuluslu AB sermayesinin giderek öne çıktığı
alanlarda hizmet taşeronu olarak pay kapmayı hedeflemektedir. DPT
tarafından AB sürecine yönelik olarak hazırlanan 2004-2006 Ön
Ulusal Kalkınma Planı da, başta KOBİ’ler olmak üzere tarım ve
sanayi işletmelerinin rekabet gücünün artırılması (teknoloji
transferi ve e-ticaret altyapısının geliştirilmesi); işgücünün
“istihdam edilebilirliğinin” sağlanması (esnekleştirilmesi ve
nitelik kazandırılması); kırda tarım dışı istihdam biçimlerinin
yaratılması; mesleki eğitim faaliyetlerinin işgücü piyasasının
ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek üzere planlanması ve
eğitimde bilgi teknolojisi temelinin güçlendirilmesi; karayolu güvenliğinin
artırılması; ulusal ağların Trans-Avrupa ve Avrupa-Ortadoğu ulaştırma
ağları ile bütünlüğünün sağlanması, su, kanalizasyon
sistemlerinin verimlileştirilmesini önümüzdeki dönemin başlıca
gelişme eksenleri olarak sıralamaktadır. Ancak Türkiye’nin en büyük
payı kapmayı umduğu alan, Kafkaslar ve Orta Asya’dan Körfeze ve
doğu Akdeniz’e uzanan bir bölgenin doğalgaz kaynaklarının, dünyanın
en büyük doğal gaz ithalatçısı AB’ye boru hatları ya da tüplenmiş
biçimde transit geçişini sağlayan dördüncü ana artel haline
gelmektir. Bu hedefin geleceğini belirleyecek olansa birincisi Azeri
(ya da Türkmen) doğal gazını taşıyacak olan Türkiye-Yunanistan
boru hattı (2006) ile Balkanlardan geçerek AB’nin temel tüketici
pazarlarına ulaşması planlanan Nabucco projesinin (2009) bağlanıp
bağlanamayacağı; ikincisi, müzakere sürecini başlatma kararının
Türkiye’nin doğalgaz piyasasını fiilen serbestleştirmesiyle
sonuçlanıp sonuçlanmayacağıdır.
Türkiye’nin AB ile hizmet ihracatı üzerinden bu biçimde bütünleşmesi,
tıpkı Doğu Avrupa’da olduğu gibi, Türkiye’deki istihdam ilişkileri
rejiminin giderek daha fazla Avrupalılaşmayıp, Latin Amerikalaşacağını
göstermektedir. Belki kısmen kayıt içine çekilmekle birlikte,
daha esnek, daha güvencesiz ve daha göçmenleşmiş bir işgücü
emek pazarının yeni katmanlarını oluştururken, bu yapı AB’nin
işgücünün “istihdam edilebilirliği” ve işyeri “rekabeti”
standartlarının yanı sıra, yüzde 5’e kadar küçültülmesi
planlanan tarımdan boşalacak büyük işsiz yığınları tarafından
da güvence altına alınacaktır. Bazı esnek imalat işyerlerinde,
firma rekabeti ilkelerine tabi kılınmış sendikaların katılımıyla
oluşacak altı boş, göstermelik ve kısmi “sosyal Avrupa diyalog”
etkinlikleri; KOBİ’lerde; imalat ve hizmet serbest yatırım bölgelerinde
ve büyük dağıtım merkezlerinde geçerli olacak güvencesiz
istihdamla ve bugün Afganistan ve Irak’ta başlamış olan lojistik,
enerji, taşımacılık faaliyetlerinin çapının tüm Orta Asya’ya
doğru uzanmasıyla birlikte daha da kalabalıklaşacak olan yeni bir
göçmen işçi dalgasının oluşmasıyla tamamlanacaktır. Bu alanda
ne tür bir sermaye biçimlenmesi doğacağını örneklemek içinse,
bir eli özel üniversitelere (Bilkent), öbür eli SSK hastanelerinde
yazılan reçeteleri internet ortamında denetimden geçirmeye (Tepe
Teknoloji) uzanan, bir yandan savunma bakanlığına füze Simulator (Mobilsoft)
geliştirirken; öbür yandan teknoloji serbest bölgesi kuran (Cyberpark);
Irak’ta köle işçi çalıştırırken, Kerkük petrolleri işine
bulaşan Tepe Grubunu düşünmek yeterlidir.
Politik rüşvet: AB üyeliği
Türkiye egemen sınıfları, toplumsal muhalefetin ve solun önemli
ölçüde etkisizleştirildiği; sendikal hareketin çözüldüğü, Kürt
ulusal hareketinin geriletildiği ve AKP’nin egemen sınıfların
yeni çıkar ittifakı çatısı olarak siyasal alana egemen olduğu
koşullarda, bütün bu gelişmelerin önünü açacak bir müzakere sürecinin
politik bedellerini göze alabilmişlerdir. Üyelikle sonuçlansın ya
da sonuçlanmasın, müzakere sürecinin kendisi, bütünleşmenin biçiminde,
Türkiye’nin AB’nin resmi yarı-çevresine kabul edilmesini
hedefleyen köklü bir kırılma yaracaktır. Ancak ortaya çıkacak
olan yapının istihdam ilişkilerinin niteliği; ekonominin kırılganlığı;
yeni işbölümünde öne çıkan sermaye gruplarının çıkarlarının
dolaysız biçimde Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’daki emperyalist
operasyonlara bağlanması ve tarım üreticilerinin Latin Amerika ve
Doğu Avrupa’dakinden daha geniş çaplı bir tasfiyeye zorlanması
gibi her biri ayrı bir büyük kriz tetikleyicisi olan özellikleri,
sürecin politik riskinin “AB üyeliği” gibi bir rüşvetle yumuşatılmasını
zorlamaktadır. Burada AB üyeliği, hem tavşanın önünden koşan
tazı, hem de Tayip Erdoğan’ı da “başkanlık modeli” gibi
zorlama politik önlemler düşündürmeye iten bu büyük politik
riske karşı alınmış bir güvenlik önlemidir. Bu çapta bir dönüşümün
Türkiye halkı arasında yaratacağı büyük hoşnutsuzluğun ülkenin
“geçit” konumuyla birleştiğinde ne denli patlayıcı bir
politik bileşim oluşturacağının farkında olan AB, belirsiz “üyelik”
önerisiyle, Ortadoğu’nun siyasal İslamcı hareketlerinden önce Türkiye
halkının kendisine karşı önlem almaktadır. Türkiye tarımına yönelik
tasfiye harekatını ürünlerin ve teşviklerin tasfiyesinden sonra,
Polonya’da olduğu gibi (küçük arazileri kamulaştırarak büyük
işletmelere kiralama ya da satma yoluyla) emperyalist bir toprak
reformuna dönüştürmeye hazırlanan Türkiye sermaye sınıfları
ile siyasetçileri ise, küçük ve orta köylülükle, 1950’lerde
Menderes, 60’larda Demirel ve 1990’larda Çiller tarafından göze
alınamamış olan bir siyasal kopuşa doğru zorlanmaktadırlar.
Gerek milliyetçi sağa, gerekse sola önemli siyasal uçlar sunacak
olan bu büyük kopuş zorlamasının, ekonominin daha uzunca bir süre
sıcak para girişi dışında şişirme bir kaynak bulamayacağı;
ihracata yönelik üretim-yoksullaştırma-güvencesizleştirme
modelinin daha da sertleşeceği; kamu hizmetlerinin tasfiyesinin hızlanacağı
bir ortamda gerçekleşeceği görülmektedir. Kıbrıs ve Kürt
sorunlarının yaratacağı politik gerilimler bir yana, bölgenin
daha da kızışan politik atmosferi Türkiye’nin, tıpkı
Afganistan’a yeniden birlik göndermeye zorlanması gibi, yeni
askeri istemlerle daha sık karşılaşacağını da göstermektedir.
1) J. Grugel ve W. Hout, (der.). Regionalism Across the North South
Divide, 1998.
90’ların ortalarında AB’nin toplam uluslar arası taşeronlaştırma
zincirinin yüzde 65’i Doğu Avrupa’da, yüzde 30’u Akdeniz
havzasında ve geriye kalan bölümleri de Uzakdoğu Asya, Hindistan
gibi bölge-dışı alanlarda yoğunlaşmıştı. 1989-97 arasında tüm
AB’den yapılan uluslararası taşeronlaştırma etkinlikleri yüzde
160’dan fazla artarken, bu faaliyetlerin yüzde 80’den fazlası
elektrik-elektronik, tekstil ve ulaşım olmak üzere üç ana
faaliyette yoğunlaştı. Tekstil esas olarak Doğu’ya kayarken,
elektronik ağırlıkla Uzakdoğu’ya ve ulaşım Kuzey Amerika’ya
doğru taşeronlaştırıldı.
2)Sinan Ülgen -Yiannis Zahariadis, The Future of Turkish-EU Trade
Relations Deepening vs Widening, Centre for European Policy Studies,
EU-Turkey Working Papers, No. 5/Ağustos 2004
3)Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III: Stratejik hedefimiz Anti-Emperyalist
ve Anti-Oligarşim Devrimdir.
4)Bu alandaki en hızlı gelişme sağlık alanında yaşanmaktadır.
Laboratuar sonuçlarının değerlendirilmesi, teşhis, tanı ve
ikincil konsültasyon hizmeti üretiminin elektronik posta yoluyla
deniz aşırı taşeronlaştırılması bu alandaki örneklerdir. Örneğin
Çin, Tayvan ve Uzakdoğu Asya ülkelerindeki hastalara on-line teşhis
hizmeti sağlarken, Hindistan’daki radyolojistler ABD’deki
hastanelerin tomografi taramalarını yorumlamakta; ABD’deki
hastaneler kayıtların tutulması ve bazı tıbbi örneklemlerin
incelenmesi hizmetlerini Bangladeş, Hindistan, Filipinler, Zimbabwe
ve Pakistan’daki taşeronlarına yaptırmaktadırlar. Eğitim,
animasyon, muhasebe, sekreterlik, kalite kontrol, hukuk hizmetleri
gibi her türlü hizmet üretimi farklı biçimler altında bu tarzda
taşeronlaştırılabilmektedir. UNCTAD 2004, The Shift Towards
Services, World Investment Report. “Call centers” denilen
merkezlerle serbest yatırım bölgeleri, bu taşeron faaliyetlerin
gerçekleştiği ana birimler olmakla birlikte, hizmet ihracatı
kalite kontrol gibi alanlarda ev-eksenli çalışma biçimlerini de içermektedir.
Türkiye 2002 yılında 14,7 milyar dolar ile dünya hizmet ihracatında
28. sırada yeralmaktadır.. (İgeme, Dünya Hizmet Ticaretinde Gelişmeler
ve Türkiye Açısından Yarattığı Fırsatlar).
endika.Org’dan
alınmıştır
|
|
|
|