|
|
AB ve SOL YAPAY İKİLİKLERİN ÖTESİNDE
Fatih YAŞLI
Türkiye siyasetinin hakim dilinin, tıpkı dünyanın
başka yerlerindeki siyasete hakim diller gibi, bütün meseleleri kendi
lehçesine tercüme etme ve ancak bu tercümeden sonra kamusal tedavüle
sokma gibi bir yeteneği vardır. Meseleler, önce bu hakim dil tarafından
yontulurlar, terbiye edilirler, dönüştürülürler, sonra da tartışmaya
sunulurlar. Bu, tam da hegemonya denen şeyin söylemsel düzeydeki
varoluş biçimidir. Marx’ın belirttiği, “her çağda egemen düşüncelerin
egemen sınıfın düşünceleri olması” gerçeği, bu söylemsel
pratik aracılığıyla inşa edilir.
Türkiye siyasetinin hakim dilinin hegemonik olmasındaki en önemli
faktörlerden biri daimi surette yapay ikilikler oluşturabilme yeteneğine
sahip olmasıdır. Laiklik- anti-laiklik, bölücülük-vatanseverlik,
statükoculuk-özgürlükçülük, Türkiye’de son yıllarda sıkça
başvurulan ve sürekli olarak yeniden üretilen ikiliklere örnek
olarak gösterilebilir. Türbana ilişkin tartışmalar bu bağlamda son
derece açıklayıcıdır: bu mesele gündeme geldiğinde ya kamusal
alanda türban yasağını savunarak laik cephede, ya da türban özgürlüğünü
savunarak anti-laik cephede yer alacaksınızdır. Bu iki cephenin ötesinde
bir tavır takınarak, siyasal islamın Türkiye’de 12 eylül
rejimiyle birlikte solun panzehiri olma saikiyle palazlandırıldığını,
ilk imam-hatiplerin tek parti döneminde açıldığını, türban özgürlüğünün
bir bireysel özgürlük ve temel hak talebi olmanın ötesinde, politik
bir talep olma niteliği taşıdığını ve politikanın da son
tahlilde bir iktidar mücadelesi olduğunu söylemekle somutlaşan bakış
açısı ise, hakim dilin iletişim araçları üzerindeki kontrolü
sayesinde yukarıda sözünü ettiğimiz bir tercüme sürecine tabi
tutulur ve ancak marjinalize edildikten, etkisizleştirildikten sonra
dolaşıma sokulur.
Şu günlerde Türkiye siyasetinin ana gündem maddesi olan ve daha uzun
süre de böyle kalacağa benzeyen Avrupa Birliği meselesinde de aynı
yapay ikiliklerin yeniden ve yeniden üretildiğini söyleyebiliriz. Türkiye
siyasetinin hakim dilinin sunduğu bakış açısıyla, Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliğini savunmak; özgürlükçülüğün, ilericiliğin
ve hatta, AB üyesi ülkelerdeki sol partilerin bu sürece destek
vermelerinden ve AB sürecinin Türk elitlerini hizaya sokacağı savından
hareketle, solcuğun alamet-i farikası olarak görülmektedir. AB üyeliğine
karşı çıkmak ise statükoculuk, gericilik, özgürlük düşmanlığı
ve hatta sağcılıktır. Çünkü Türkiye’nin AB üyeliğine
Avrupa’da en çok sağcı ve ırkçı partiler karşı çıkmaktadır,
ülke içerisinde ise bu sürece karşı çıkanlar, statükoyu elinde
bulunduranlar, milliyetçiler, ulusalcılar ve İslamcıların bir bölümüdür.
Bu bakış açısının varmış olduğu ve dile getirdiği sonuç ise açıktır:
sol siyasetin AB’ye karşı olması düşünülemez, aksi takdirde AB
karşıtı “kızıl elma” koalisyonuna ya da devletluların siyaset
anlayışına dahil olunacaktır.
Peki ama bu sahiden de böyle midir? AB bağlamında somutlaşan cepheleşme
böyle bir görünüme mi tekabül etmektedir? Bu soruya, tedavülde
olan hegemonik söylemin bir şekilde ötesine geçilmedikçe ve bu söylem,
alternatif bir söylem ve pratik aracılığıyla aşılmadıkça, kuşkusuz
“evet” yanıtı verilecektir. Bu yanıt ise, kuralları çoktan
belirlenmiş bir oyunun içerisinde, bu kurallarının değiştirilebileceğine
duyulan bir inançla –ki hegemonya tam da böyle bir şeydir- oyuna
devam etmekten, yani siyasi olmayan bir siyaset yürütmekten başka bir
anlama gelmeyecektir.
Sözünü ettiğimiz yapay ikiliğin ötesine nasıl geçilebilir? Yani
aynı anda hem AB karşıtı olmak hem de milliyetçi, statükocu,
ulusalcı cepheye dahil olmamak mümkün müdür? Bu sorunun yanıtı
kanımca, net bir şekilde “evet”tir. Bu yanıtın kendisini meşru
kıldığı ve referansta bulunduğu yer ise merkezinde sınıfsal bakış
açısının bulunduğu siyaset anlayışıdır. Bu siyaset anlayışı,
AB’yi ne kimilerinin sandığı gibi bir barış projesi olarak görür,
ne de medeniyetler çatışması tezini geçersiz kılan siyasal bir
arena olarak. AB, gerçek anlamıyla çokkültürlülüğün yaşam alanı
bulduğu bir hoşgörü kalesi olmadığı gibi, emeğin kazanılmış
haklarının yasal ve siyasal koruma altına alındığı bir yapılanma
da değildir.
Sınıf merkezli bir siyaset anlayışı açısından AB’nin taşıdığı
anlam açıktır: küreselleşme ile koşut giden bir bölgeselleşme eğiliminin
Avrupa ölçeğindeki yansıması. Küreselleşme sürecinde sermaye bir
yandan gezegen ölçeğinde neredeyse sınırsız bir dolaşım imkanına
kavuşurken aynı zamanda emperyalistler arası rekabet de derinleşmektedir.
Bölgeselleşme, emperyalist güçlerin bu rekabeti sürdürebilmeleri
adına, kendi hinterlandlarındaki ülkelerle ilişkilerini geliştirerek,
hiyerarşik iktisadi ve siyasi yapılanmalar meydana getirmeleri anlamına
gelir. Bu aynı zamanda söz konusu yapılanmalar içerisinde, emeğin
mutlak bir boyunduruk altına alınışını ve kazanılmış haklarının
tedrici bir şekilde tasfiyesini gerektirir. AB’yi diğer bölgeselleşme
biçimlerine göre özgün kılan olgu ise bir ekonomik birliktelik
olmanın ötesine geçip, ulus-üstü bir egemenliği tesis etme iddiasını
güçlü bir şekilde dillendirmesidir.
AB bu şekilde anlaşıldığında, yani küresel kapitalist sistem içerisindeki
yeri ve bu sistem içerisinde oynamak istediği rol ile somutlaştırıldığında
yukarıda sözünü ettiğimiz yapay ikiliğin de ötesine geçilmiş
olur. AB karşıtlığı, sınıfsal temellerine oturtulduğunda her türden
milliyetçiliği, ulusalcılığı ve statükoculuğu devre dışı bırakır.
Aynı anda devre dışı bırakılan ise daha önce Kosova’da ve
Somali’de şimdi ise Afganistan ve Irak’ta yüz binlerce insanın ölümüne
neden olan ve bugün bizlere nimetmiş gibi sunulan liberal demokrasi
anlayışıdır.
Son söz: AB karşıtı solu, son derece haksız bir şekilde, milliyetçilerle
ve islamcılarla kol kola girmekle suçlayanlar, kendilerinin kimlerle
kol kola girdiklerinin farkındalar mı? Farketmek istiyorlarsa, 17 Aralık
kararının ardından, gündüz vakti havai fişek patlatanları, sütunlarında
zafer çığlığı atan vizyon sahibi köşe yazarlarını, TÜSİAD’ın
ve ABD büyükelçiliğinin yaptığı memnuniyet yüklü basın açıklamalarını
akıllarına getirsinler, belki bir yardımı olur.
Sendika.Org’dan alınmıştır
|
|
|
|