.

 
...
...
Yararlı Linkler
E- Posta
Başvuru Kaynakları
Katkı 
Sunanlar
Arşiv

 

                                  Ana Sayfa                                           

Avrupa Birliği'nde Geçen Yaz

Gaye YILMAZ

Gerek Türkiye ve gerekse dünyanın diğer ülkelerinde gün geçtikçe derinleşen bir ekonomik durgunluk, buna bağlı olarak derinden derine sarsılan dünya borsaları, bir anda eriyip yok olan milyarlarca Dolar, Mark, Euro, Yen, TL. v.s, işçi çıkarma yarışında ilk sıraları kaptırmak istemeyen ulusötesi şirketler ve tüm bu gelişmelere karşın , kendi sonuna doğru doludizgin koşan kapitalizm. Bir yaz'ı daha geride bıraktık, öncekilere oranla çok daha sıcak, adeta kavurucu geçen bir yaz mevsimini. Cenevre, Brüksel, Washington, Newyork gibi sermaye başkentleri arasındaki hızlı trafik, sermayenin kendi içindeki çelişki ve çatışmalarını , yine kendi içersinde eritme çabasına sahne olurken, bu arada tüm dünya emekçilerinin kazanılmış hakları, kah küresel anlaşmalar üzerinden kah yerelliklerdeki toplu sözleşme sistemleri kullanılarak yok ediliyordu. 

Temmuz ayında, Güney Afrika emekçileri başta Daimler Chrysler olmak üzere altı çok uluslu otomobil şirketinde greve gidiyor, Şirketler - ulusal aidiyetlerinin farklılığına rağmen- ağız birliği etmişçesine emek örgütlerini açıktan açığa tehdit ediyor : "Eğer Sendikalar, her toplu sözleşme müzakeresinde greve başvuracak olursa, G.Afrika'da kalmamızın koşulları ortadan kalkacaktır. Bu durumda G.Afrika'da üretimi gerçekleştirmek yerine, sendikaların daha ılımlı olduğu Almanya'ya gitmek zorunda kalırız. Bu adımımız ne G.Afrika, ne işçilerimiz ve ne de Şirketlerimiz için iyi olmayacaktır." diyordu. Peki, aba altından gösterilen bu sopanın, işçilerin başına indirilmesinin nesnel koşulları gerçekten hazırmıydı? Başka bir deyişle emek standartları ve demokrasi açısından dünyanın en ileri ülkesi oladak bilinen Almanya'da sendikal talepler bu derece geriletilmiş olabilir miydi? 

Bu sorunun yanıtı da Ağustos ayında geldi. Dünyanın en büyük, en güçlü sendikası olarak bilinen Alman IG-Metal Sendikası, Volkswagen Şirketinin toplu sözleşme masasına getirdiği son teklifle allak bullak olmuştu. Şirket, 5000x5000 "Sihirli formül" adı arkasında , yaratacağı 5000 yeni istihdam karşılığında , mücadeleler sonucu kazanılmış hakların Şirkete geri verilmesini talep ediyordu. İşe alınacak 5000 yeni işçiye ayda 5000 DEM ödenecek, fakat tek taraflı olarak şirket tarafından belirlenecek üretim hedefi gerçekleşinceye kadar yapılacak fazla çalışma için hiç bir ek ödeme yapılmayacaktı. Yani, fazla mesaiyi tarihe gömme amacıyla bir adım atmaya çalışıyordu VW. Şirketin bir diğer teklifi de üretim hedefiyle ilgili denetimin ve tüm sorumluluğun işgücüne bırakılmasıydı. İlk anda daha demokratikmiş gibi görünen bu teklif, aslında işçileri birbirleriyle rekabete itmek, dahası işçileri birbirlerini ihbar etmeye zorlamaktı. Sendika, önceleri bu öneriye direndi, fakat sonra ... Sonrasında neler olduğuna yazının ilerleyen bölümlerinde tekrar değineceğiz. 

Bu, dünyanın en "demokratik" ülkesinde yaşanan hak ihlalleri yalnızca VW ile sınırlı da kalmamıştı. Daimler-Chrysler'in Almanyadaki fabrikalarında çalışan tüm işçiler, son üç yıldır elde edilen ücret zamlarının birer puanından feragat ediyor (üç yıl önce imzalanan özel sözleşmeye göre) ve böylece Şirketlerine Radstadt'da yeni bir fabrika daha hediye ediyorlardı. Bu fedakarlığı işsiz olan kardeşleri için yaptıklarını düşünen DC emekçileri, yeni fabrikada çalışmaya başlayan işçi kardeşlerinin yılda 200 saat karşılıksız fazla mesai yapmaya zorlanmasının dünya işçi sınıfına nasıl yansıyacağını ise bilmiyorlardı. 

Bir diğer örnek yine Almanya'dan, Leipzig'de yeni kurulmakta olan BMW fabrikasından. 2004 yılında üretime geçmesi planlanan fabrikanın Alman-IG-Metal Sendikasıyla imzaladığı özel işyeri sözleşmesi uyarınca, bu işyerinde haftalık üretim süreci 60 saatten 140 saate kadar uzayabilecek. Fazla mesailerin ödenmeyeceği bu model, BMW şirketine işgücü maliyetlerini %40'a kadar düşürme olanağı sağlıyor. 

VW-IG-Metal TİS müzakerelerinin devam ettiği günlerde bir haber de VW'nin Meksika'daki fabrikalarından geliyor. Meksika'lı VW emekçileri %18 ücret artışı talep ederken, Şirket yalnızca %8.5 öneriyor ve ekliyor :" Meksika'da Sendikalar, grevi bilinçli olarak siyasileştirme taktiği izliyor. Almanya'da yeteri kadar kapasitemiz var. Buradan Almanya'ya dönmek o kadar zor olmayacaktır." Meksika'lı VW işçileri grevlerine devam ediyor fakat Almanya'da IG-Metal'in altına imza attığı sözleşmenin haberi grev yerine ulaştığında moral ve motivasyonlarının bu son gelişmeden son derece olumsuz etkileneceği kesin. Alman sendikanın başkanı K.Zwickel mutlu, çünkü onun için asıl hedef IG-Metal'in her ne koşulda olursa olsun işyeri kaybetmemesini sağlamak. İşte bu yüzden , yalnızca Alman işçilerini değil tüm dünya işçilerini satışla eşdeğer olan şeyi yapmayı, VW sözleşmesini imzalamayı kabul ediyor. Ve, Meksika'daki VW'nin, grevci işçiler karşısındaki pozisyonunu sağlamlaştırmasına da yardım etmiş oluyor. Şirketin , Alman sendikayı kullanarak verdiği bu gözdağı taa G.Afrika, hatta G.Kore, belki Türkiye'ye kadar ulaşacak. Belki değil, ulaştı bile. MESS'e bağlı şirketler Ağustos ayında metal sendikalarına, geçen yıl imzalanan sözleşmenin ikinci yıl zammının (bu yıl yapılması gereken) uygulanmaması teklifini getirdiler. Bu akıl almaz teklifi besleyen argüman ise ülkemizde yaşatılan ekonomik krizdi kuşkusuz. 

"Alman sendika ne yapsın, karşı çıksa şirket üretimini, hemen az gelişmiş ülkelere taşır" diye düşünenler olabilir. Fakat, IG-Metal başta da belirttiğimiz gibi dünyanın en güçlü sendikası. Bir de şöyle düşünelim: Şirket, Meksika'da, dirençli sendikalar tarafından grev ablukasına alınmış, IG-Metal de Almanya'da VW'nin teklifine karşı çıkıyor ve greve gitme kararı alıyor. Bu gelişme, şirketin Meksika'da ileri sürdüğü savları çürütecek, grevdeki işçilere doping olarak yansıyacaktı. Meksika'daki güçlenmenin, Almanya-IG-Metal'e de bir kazanım olarak geri dönme ihtimali de son derece yüksek olacaktı. 

Fakat ne oldu, tam tersi. Alman burjuva basını VW'nin sendikayı dize getirmeyi başardığını, şirketin bu sözleşmeyle işgücü maliyetlerini en az %20 aşağıya çektiğini yazıyor ve muhtemelen Volkswagen'in dünya borsalarında işlem gören hisse senetleri de bu haber üzerine prim yapıyor. Tıpkı, Türkiye'de şirketler çeşitli bahanelerle reel ücretleri gerilettiğinde borsa broker'larının portföylerindeki sanayi hisselerini düşünüp ellerini oğuşturması ya da ABB şirketinin bu yıl Mayıs ayında 12000 işçiyi işten çıkaracağını duyurmasıyla şirket hisselerinin kısa süre içinde prim yapması gibi. İsveç-İsviçre ortaklığı ABB Şirketi işgücü azaltılacak fabrikaları arasında AB ülkelerinde kurulu olanların da bulunduğunu açıklıyor. Üstelik bu açıklamayı öncelikle -Avrupa sendikalarının övünç kaynağı olan- Avrupa İşletme Komitelerine iletmek yerine, Wall Street Journal isimli finans basınına yapıyor. Sendikaların cevabı ise "ABB yönetimi çok ayıp etti, önce bizi bilgilendirmeliydi" şeklinde oluyor. 

Evet yukarıda aktardığımız olayların önemli bölümü Avrupa Birliği ülkelerinde yaşanıyor, demokrasinin ve emekçilerin kalesi olarak bilinen, ülkemizde bir bölüm aydınlar için bile umut kaynağı olmaya devam eden AB'nde. 

Yönetimsel düzeyde AB'nin faaliyetlerine baktığımızda ise yaşananlarla bir yanıyla çelişik, diğer yanıyla son derece tutarlı bir sürecin devam ettiğini görüyoruz. Örneğin hızla artan işsizlik olgusuna karşın A.Komisyonunun neredeyse tek argümanı işgücünün niteliklerini arttırmak, yani "yaşam boyu eğitim ve Bilgi Çağı" hedeflerini cilalamak oluyor. Oysa, işçi çıkartma kararı alan işyerlerinde (Alcatel, ABB, Ericsson) atılan işçilerin nitelik düzeyleri son derece yüksek. Yani eğitimli ve nitelikli olmak ta koruyamıyor işgücünü artık. Kasım ayında Katar'ın başkenti Doha'da yapılacak DTÖ'nün -sözde- "Kalkınma Raundu" gündemi belirlenirken veya yeni GATS müzakereleri sırasında en uç liberal önerilerin Avrupa Komisyonundan geldiği dikkat çekiyor. Gelişmekte olan ülkelerin tüm sektörlerini serbest piyasaya açması koşuluyla tarımdaki korumalarından vaz geçeceğini duyuran A.Komisyonu, Nice zirvesinde AB Hükümetlerinden aldığı vizeyle tam yol ilerliyor. Ve A.Komisyonunun talepleri tek tek ele alındığında, ne küresel resesyon tehdidi ve ne de küreselleşme karşıtı eylemlerin Avrupa sermayesini zerrece etkilemediği görülüyor. Çelişki de tam bu noktalarda gizli zaten. Başka bir deyişle, bu gelişmeler karşısında, emeğin haklarını savunduğu ve geliştirdiği iddia edilen AB'nin derhal sosyal politikalar üretmesi gerekirken; AB ne yapıyor ? Tam tersini... fırsat bu fırsat deyip, geride kalan son haklara göz dikiyor. Bu durum, AB'nin tanımlamasını -kapitalist bir bloktur- şeklinde yapan görüş açısından ise bir çelişkiye değil, tutarlılığa işaret ediyor. 

Öte yandan; AB Hükümetleri bir yandan önümüzdeki süreçte seçmenlerinden yeniden oy alamayacakları korkusunu yaşarken; diğer yandan da karar alma ergi hala kendilerindeymiş gibi bir görüntü vermeye çabalıyorlar. Bu bağlamda; L.Jospen başkanlığındaki Fransız Hükümeti, Ekim ayında yapılacak Ecofin (Maliye Bakanları) toplantısına Tobin Vergisi (şu meşhur Nobel ödüllü Tobin Tax)önerisiyle gideceğini açıklıyor. Sınır ötesi döviz ticareti üzerinden çok düşük oranda bir vergi alınması, böylece döviz spekülasyonunun belli oranda önüne geçilebileceğinden hareketle kendi adıyla anılan Tobin vergisini geliştiren iktisatçı Tobin ise, bugünlerde, çok yanlış anlaşıldığını, kendisinin liberal bir ekonomist olduğunu, amacının asla finans kapitale zarar vermek olamayacağı gibi bilakis finans sistemini güçlendirme hedefinden yola çıktığını anlatıp duruyor dünya basınına. Ne diyelim, bunun da ayıbı Fransız - ATTAC örgütüne ait olsun. Fakat şu ATTAC meselesini biraz açmakta yarar var. İlk kez Fransa'da kurulan ve buradan başta İskandinav ülkeleri olmak üzere Avrupa'nın çeşitli ülkelerine yayılmaya başlayan bu "sivil" halk hareketi amblemini bile bir "%" işareti şeklinde belirlemiş. Fransa'da 25-30 bin kişinin üye olduğu söylenen grup Nice zirvesinde , özellikle Monaco'da sembolik olarak yaptığı "para duvarını" yıkarak sesini çokça duyurmuştu. Fransız Le Monde Diplomatique gazetesinin yönetim kurulu başkanı (sahibi) tarafından kurulan ATTAC'ın üst düzey sorumlularından biri de Susan George. Fransız ATTAC bugünlerde örgütlenme faaliyetini arttırmakla meşgul. Zira, Jospen tarafından yapılan ve AB gündemine ilk kez, hem de bir G7 Hükümetince getirilecek olan Tobin Vergisi son üç yıldır ATTAC tarafından yükseltilen bir talepti. Dolayısıyla Ecofin toplantısına resmi düzeyde getirilecek teklif , örgütün hanesine bir artı puan olarak işlendi. Fransız Marxistler ise, ATTAC'ın bu taleple Fransa'da adı sosyalist olan Jospen'in partisine önümüzdeki yıl yapılacak genel seçimlerde destek sağlamak da dahil hiç bir işe yaramayacağı , kapitalizmin bir vergi uygulamasıyla terbiye edilmesinin mümkün olmadığı , ATTAC benzeri sivil örgütlenmelerin güçlenmesi halinde Fransa'yı ve Avrupa toplumunu önümüzdeki dönemde çok daha ağır sorunların bekleyeceğini belirtiyorlar. Tabii Avrupa'daki tüm ATTAC örgütlenmelerini aynı kefeye koymamız da doğru değil. Birkere, ülkelerdeki tek tek yapıların Fransa ya da birbirlerine hiç bir bağımlılığı yok. Bu yüzden İskandinav (İsveç, Norveç, Danimarka) ülkelerinde gelişme aşamasında olan ATTAC örgütlenmeleri, küreselleşme sürecine daha sol'dan bakıyor ve alternatif olarak yalnızca sosyalizmi öneriyorlar. 

Yazının ilk bölümünde Avrupa'nın kavurucu bir yaz geçirdiğini belirtmiştik. Isıyı arttıran etkenlerden en önemlisi aslında Temmuz ayında Genova'da yapılan G8 zirvesi ve bu zirveye karşı düzenlenen kitlesel eylemlerdi. Son 1.5 aydır Genova hakkında çok şey yazıldı çizildi, daha da çok konuşulacağa benziyor Genova. Protesto gösterilerine değinmeden önce, G8'in bu toplantıyı -hemen öncesinde İsveç-Göteborg'da yaşanan, çatışmalara sahne olan ve sonuçta 3 eylemcinin Polis kurşunlarına hedef olarak ağır yaralandığı protesto eylemlerine rağmen - neden İtalya gibi bir ülkede ve daha da önemlisi neden Genova gibi bir işçi kentinde düzenleme kararı aldığını sorgulamak gerek. Kimilerine göre G8'ler her yıl yaptıkları zirvelerde bir sonraki yılın toplantısının nerede yapılacağını belirliyorlar ve bu nedenle Genova aslında geçen yıl belirlenmiş bir toplantı merkezi. İyi ama, toplantı yerinin değiştirilmesi kapitalist bloklar için hem zor değil, hem de oldukça alışılmış bir gelenek ve üstelik bu zirve bir DTÖ Bakanlar Konferansı gibi binlerce kişinin katıldığı bir toplantı da değil. Ayrıca, İtalya'da sağcı Berlusconi Hükümeti iş başına gelmiş ve güçlü, sol İtalyan Sendikaları iktidara karşı son derece tepkili ve eleştirel konumlarını korur vaziyetteler ve protesto eylemlerine aktif olarak katılacaklarını aylar öncesinden ilan ediyorlar. Diğer yandan İtalya'nın komşusu Fransa da G8 Hükümetlerinden bir tanesi ve Aralık 2000'de Nice kentinde yapılan AB zirvesi protestolarına 100 bini aşkın eylemcinin katıldığına tanıklık etmiş bir ülke Fransa. Yani, İtalya'nın Fransa sınırına sadece 1.5 saat uzaklığındaki sınır kenti Genova'da düzenlenecek eylemlere Fransız eylemcilerin kitlesel bir şekilde katılacağını öngörmek için kehanette bulunmaya hiç gerek yok.. 

Fakat, göz ardı edilmemesi gereken bir konu daha var Genova tartışmasında : G8'lerin gündemi. İlan edilen resmi gündeme bakıldığında , Clinton'ın deyimiyle küreselleşmeye insani bir çehre kazandırılmış hissine bile kapılmak mümkün : En yoksul ülkelerin borçlarının affı, Afrika ülkelerine satılacak AIDS ilaçlarının patent uygulamasından muaf tutulması, uluslararası terör ve güvenlik sorunu ve küresel ekonomik krizlere çözüm amacıyla erken uyarı sistemlerinin geliştirilmesi. Böyle bir gündem üzerinden karşıtlığın geliştirilmesi bir hayli zor tabii. İşte bu yüzden finalde, protestocular ile G8 Hükümetlerinin aynı talepleri savunmalarına rağmen karşıt saflara düşmeleri gibi garip bir manzara çıktı ortaya. G8'ler , "biz borçları sileceğiz" diyor, eylemciler "Borçlar silinsin". G8'ler de dünyadaki yoksulluğu borçlara bağlıyor, eylemcilerin önemli bir bölümü de. 

Bu arada Genova'da sadece sosyalizm talebini ve kapitalizme karşıtlığını ifade etme amacıyla bulunan örgütlerin varlığını da teslim etmemiz gerek. Sözümüz elbette bu gruplara değildir. Ama, çeşitli TV'lere açıklamalarda bulunan yerli ve yabancı göstericilerden şu cümleleri duymak ta son derece şaşırtıcıdır: "En zengin 8 ülkenin lideri dünyadaki 6 milyar insan hakkında karar veremez." . İşte tam da bu noktada şu sorunun sorulması gerek : Dünya ekonomisini kim/kimler yönetiyor ? Bu güç, gerçekten, en zengin ülkelerin seçimle başa gelmiş liderleri mi? Yoksa...

Bu sorunun yanıtını verebilmek için son dönemde sıkça kullanılan "Good Governance" -İyi Yönetişim- konsepti üzerinde tartışmak gerek. Yönetişim, yönettiğini zannederken yönetilmeyi ifade eden çok yeni bir kavram ve G8 devletleri liderlerinin konumunu da gayet iyi açıklıyor. Sınıflı toplumlarda Devlet'in egemen sınıfın çıkarlarına uygun biçimde yapılandığı tespiti hatırlandığında G8 liderlerinin gerisindeki güç netlik kazanıyor. Kaldı ki bugünkü kapitalist küreselleşme sürecinde bu en güçlü 8 devletin sermaye gruplarının gerektiğinde dünyanın diğer ülkelerindeki sermaye gruplarıyla da belli ittifaklar içine girebildiğini görüyoruz. Zaten aksi olsaydı, küreselleşme, az gelişmiş dünyada kendisine yandaş bulamazdı. 

Genova'nın daha uzun süre tartışma gündeminde kalmasına yol açacak en önemli sonuç, İtalyan Devletinin başvurduğu sistematik şiddet olmalıdır. Önceleri bir günah keçisi belirlendi ve şiddetin sorumlusu "kara blok"tur denildi. Farklı kaynaklar, sivil İtalyan Polisinin eylemciler arasına karışarak provakasyon yaptığında birleşiyorlardı, doğrusu bu da ilk kez yaşanan ve alışılmadık, beklenmedik bir olay değildi. Ama Genova eylemlerinin önümüzdeki süreçte, sistem tarafından, küreselleşme karşıtlarının ne kadar yıkıcı ve şiddet yanlısı oldukları illüzyonuna tüm dünyayı ikna etme amacıyla kullanılacağı açıktır. Böylece güçlenmekte olan karşıtlığın karşısına başka bir karşıtlık çıkarılacak ve hareketin geniş halk yığınlarıyla zenginleşmesi gecikecek ya da imkansızlaşacaktır. Sistem bir şeyi daha göstermiştir Genova'da : bundan sonra tepkileri sınırlı bir müdahale anlayışıyla izlemeyeceğini ve şiddet dozunu arttırma kararlılığını. Aslında bu kararlılık Genova'da olaylar başlamadan epey önce ortaya çıkmıştır. Kente yerleştirilen füze savarlar, savaş gemileri ve benzeri savaş ekipmanının günler öncesinden Genova'ya konuşlandırılması da başlangıçta ki "Neden Genova seçildi" sorumuzu ve muhtemel yanıtımızı güçlendiriyor.
 


 

İ

N

A

D

I

N

A