|
|
WTO Genel Başkanı
Mike Moore’un ICFTU’ya (Uluslararası Hür İşçi Sendikaları
Konfederasyonu) yaptığı konuşmaya eleştirilerimiz.
Mai Karşıtları
WTO ’nun,
özellikle son bir kaç aydan beri Doha Raundu dahil olmak üzere
son derece kararlı adımlarla ilerlediğinde hiç şüphe yoktur.
Ancak, bu durumun bir “sonuç” olduğu; nedenlerinin ise -özellikle
kapitalist sistemin, hız kazanan gelişmelerin de etkisiyle,
ileriye yönelik hamle ve eğilimlerinin belirlenmesi açısından-
irdelenmesi gerektiği göz ardı edilmemelidir. 11 Eylül’de yaşananlar,
sistem tarafından yeni bir “start” olarak algılanmış,
ABD’nin, “saldırıya uğrayan mazlum” konumunu, tüm dünya
coğrafyasında
askeri güç kullanarak meşrulaştırması gerekçelendirilmiş ve
Amerikan sermayesi başta olmak üzere egemen dünya sermayesinin
kendi krizini aşmak için tek tek tüm diğer ülkelere nüfuz
etmesi hedefi önündeki engelleri kaldırmaya yönelik çabalar bu
sayede yoğunlaşmış, dahası kolaylaşmıştır.
WTO Genel Başkanı Mike Moore tarafından
ICFTU-Dünya Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu ’na
hitaben yapılan konuşmanın satır aralarında, DTÖ’nün ya da
bir başka deyişle egemen sermayenin adımlarını hızlandıracağı
alanlardan birinin de “sivil toplumla ilişkiler” olduğu dikkat
çekiyor. Küreselleşme karşıtları arasında, dünya ticaret müzakerelerinde
kendilerine de bir söz hakkı tanınması ya da WTO görüşmelerine
çevre konusunun da eklenmesi halinde karşıt mücadeleden çekileceği
sinyallerini veren grupların varlığı hatırlandığında, egemen
sermayenin ve kapitalist ideologların bu mesajı aldığı ve gereğini
yapmak için kolları sıvadığı anlaşılıyor. Diğer yandan,
M.Moore, aralarında ICFTU’nunda bulunduğu adı geçen STK’ların,
yapılacak görüşmelerde “oy haklarının bulunmayacağı ve
yalnızca söz haklarını kullanabilecekleri”nin altını kalın
çizgilerle çizmeyi ve aksi bir durumun “WTO’nun devletlerarası
yapısı” dolayısıyla mümkün olamayacağını belirtmeyi de
ihmal etmiyor. Tam bu noktada asıl şaşırtıcı olanın
Moore’un tespiti değil de, kapitalist sistemin reform edilebileceğini
iddia eden grupların talepleri olduğunu teslim etmek gerekiyor.
Zira söz konusu bu gruplar sermayeye “az gelişmiş ülkelere yatırım
yapın ama doğal kaynaklarını sömürmeyin, çevreyi kirletmeyin,
ucuz emeği bir rekabet avantajı gibi görmeyin ve kullanmayın,
yanlış ve zarar verici yatırımlar yaptığınızda Devletlerin
size müdahale etme haklarını kısıtlamayın” demekteler. Bu
talepleri alt alta koyup topladığımızda orataya çıkacak sonuç,
kapitali kapital yapan, bu sistem için olmazsa olmaz bir dürtü
olan“kar oranlarını sürekli olarak arttırmak” bir yana,
mevcut kar hadlerinin bile bu seviyelerin çok altına gerilemesine
hem de bizzat sistem egemenlerinin icazet vermesi olacaktır. Peki,
sistem bunu yapacak olsa küreselleşmesine gerek kalır mı?
Kapitalizmin küreselleşmesinin gerisindeki en temel dinamik, kar
oranlarındaki sıkışma değil mi? Kar oranlarını yükseltmenin
tek yöntemi artı değer ve doğal kaynak sömürüsü değilse
nedir? Bu tür sosyal taleplerin kabul edilmesi için, sistemin öznesi
konumunda olan karşıt sınıfın, yani işçi sınıfının hiç
değilse kapitalist sınıfınkine yakın ve örgütlü bir güce
ulaşması ve sermaye karşısında bir güç, bir tehdit oluşturması
gerekmiyor mu? İşçi sınıfı enternasyonal düzeyde böylesi bir
güce ulaştığında hala kapitalist sistem içi önerileri geliştirmek
için mi, yoksa bir sınıf olarak gerçek özgürlük ve eşitliğe
ulaşmak için mi kullanacaktır? Tüm bu soruların yanıtlarında
kapitalist sistem ideologlarının bile bizimle hemfikir olduklarını
düşündüğümüz için yanıtları tekrar etme gereği duymuyoruz.
Hal böyle iken, yaşananların kapitalizmle bir ilgisi yokmuş gibi
sistem içi taleplerin yükseltilmesi, sınıflar arası çatışmaları
sönümlendirmeye, hatta “sınıf” kavramını
tarihe gömmeye hizmet etme tehlikesini barındırmakta, sistem
tarafından en iyi şekilde kullanılmaktadır.
Kaldığımız yerden tekrar Moore ’un
konuşmasına döndüğümüzde “Dünya ticaret döngüsünde son
30 yılda sağlanan gelişmelerin göz ardı edilemeyeceği” cümlesine
takılıyor ve sınıflı bir sistemde yaşadığımız için söz
konusu “gelişmeler”in öznesini sorgulama ihtiyacı duyuyoruz.
Evet, pek çok gelişmekte olan ülkede yerli burjuvazi gelişmiş,
serpilmiş ve bu sayede her coğrafyada kapitalist küreselleşmeye
payanda olacak sermaye grupları oluşturulmuştur. “Ekonomiler büyüdükçe
ücretler de yükselmiştir” savına gelince, burada sözü
edilenin olsa olsa nominal ücretler olabileceği açıktır. Başka
bir deyişle, örneğin Türkiye’de 20 yıl önceki ortalama ücret
düzeyi 10-12 bin iken, bugün 250-300 milyona yükselmiştir. Fakat
bu iki ücret düzeyinin yalnızca satın alma güçleri bile
mukayese edildiğinde (reel olarak en az %25 gerileme), ücretlerde
değil bir artıştan söz etmek, ancak mutlak bir azalış olduğu
apaçık ortadadır. Bu durum sadece Türkiye için değil, ABD
dahil bütün gelişmiş ve az gelişmiş coğrafyalar için geçerlidir.
Örneklemek gerekirse, 60’lı yıllarda Türkiye ve G.Kore’nin
kişi başına düşen GSMH’ları hemen hemen aynı düzeylerdeydi.
Bugün, G.Kore’de kişi başına düşen milli gelir 14.000 Dolar,
Türkiye’de ise 2.500 Dolar civarındadır. Fakat, G.Kore’deki
ortalama işçi ücretlerinin satın alma paritesi ile Türkiye’deki
ücretlerin satın alma pariteleri, yani iki ülkenin işçilerinin
yaşam ve tasarruf standartları hemen hemen aynıdır. Ancak, aynı
iki ülkenin burjuvazileri arasında bariz bir fark vardır ve
G.Kore şirketlerinden bazıları bugün dünya devleri arasında
sayılmaktadır. Dahası, ABD’ndeki işçilerin reel gelirlerinin
son 20 yılda hiç artmadığı gibi %10 düzeyinde gerilediği,
Avrupa Birliği’nde ise artan işsizlik sonucunda istihdamını
korumayı başaranların pazarlık gücünü kaybetmelerine ilaveten
işçilerin toplam gelirden aldıkları payın geriletildiği artık
resmi verilere bile yansımış gerçeklerdir.
Moore’un yazısında rakamsal
verilerle desteklenen yaşam süresinin uzaması, ortalama kalori tüketimindeki
artış, okuma yazma bilmeyenlerin sayısındaki azalış gibi
“ilerleme”lere gelince: kapitalist süreç içersinde
burjuvazinin kendi karlılığını arttırmak amacıyla ve tamamen
kendi ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olarak bilgi de dahil
olmak üzere her türlü tüketimi teşvik edeceği tespiti bilimsel,
yadsınması mümkün olmayan bir tespittir. Ayrıca son yüz yılda
insani alanda yaşanan gelişmeler, artı değer sömürüsünün
toplumsal emek gücü üzerinden gerçekleştiğini bilimsel olarak
orataya koyan Marxizmi bir kez daha doğrulamaktadır. Başka bir
deyişle insan, emek gücüne sahip olması yüzünden kapitalizm için
önemlidir, kapitalistler insanları sevdiği için değil. Son yüz
yılda yaşanan insani gelişmeleri, sanki her şeyi insan ve
toplumun iyiliği için yapmışçasına sahiplenen kapitalist
ideologların bu davranışı, yağmur ve uygun hava koşulları
dolayısıyla iyi giden ürün hasatından da kendilerine pay çıkarmakla
özdeştir. Bu söylem, kapitalistlerin ele geçirdikleri artı değerin
belli bir kısmını, yine sadece kendi gereksinmeleri doğrultusunda
bilim ve teknolojik gelişmeler için ayırdığını, yani bu gelişmelerin
gerçek sahiplerinin de emekçiler olduğu gerçeğini perdelemeyi
amaçlamaktadır. Asıl düşünülmesi gereken ise kapitalist kar dürtüsü
ile kuşatılmış ve yönlendirilmiş bir bilim ve teknoloji ile
bile bu düzeyde bir gelişme sağlanabildiyse, “bir yandan hiç
bir şeyin, insan varlığının doğal koşulu olan üretken emek
payını başkalarına devretmek zorunda olmadığı, öte yandan üretken
emeğin, köleleştirme aracı olacak yerde, her bireye fizik ve
entellektüel yeteneklerinin tümünü her yönde yetkinleştirme ve
kullanma olanağını sunarak, insanların kurtuluş aracı durumuna
geldiği ve çalışmanın yük olmaktan çıkıp, bir zevk olduğu”
bir toplumsal üretim ve yaşam sisteminde sağlanabilecek insani
gelişmenin daha büyük olacağı ortadadır.
Öte yandan, yazıda en fazla
dikkatimizi çeken fakat bizi şaşıtmayan boyut, son yüz yılda dünya
üretiminde sağlanan artışa hiç değinilmemiş olmasıdır. Şaşırmıyoruz,
çünkü bu yapılmış olsaydı, üretenlerin kendi emek gücü değerlerinin
-bu sistemin gereği olarak- nasıl kapitalistlere aktarıldığı gün
gibi ortaya çıkacak ve ücret, milli gelir, kalori tüketim
oranlarında olduğu iddia edilen artışlar anlamlarını tamamen
kaybedecekti.
Son olarak, Moore’un konuşmasının
nihayetinde vurgulanan ve Doha raundunun gerekleri hayata geçirilerek
ulaşılacağı öne sürülen “Başka bir dünya” nın
niteliksel anlamda bir “başka”lığa evrilmesinin mümkün
olmadığını tekrar hatırlatıyor ve sosyalistler olarak “başka
bir dünya” ile neyi kast ettiğimizi ve bu kavramın altını nasıl
doldurduğumuzu bu “yanıt” ile bir kez daha vurguladığımızı
düşünüyoruz.
Türkiye MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma
Grubu
|
|
|