Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 K.MARKS

 
12 MART VE DÜŞÜNÜDÜRDÜKLERİ 


Alev ATEŞ

Üzerinden 31 yıl geçen 12 Mart sürecinin günümüzdeki anlam ve önemi bir çok açıdan vurgulanabilir. Ancak, bu günlerde bizim için önemli yanı "zinde güçlerle" sosyalistler arasında ki ilişkinin ,. Devrimci teoriler üzerinde hala daha yıkıcı etkisinin çözülememiş olmasındadır. Yıkıcı ve yakıcı etkisi dememde ki amaç, ev sahibinin de biraz suçlu olduğunu ve bıraktığımız boşluklardan sızıp geçen ve doğa yasasını yerine getiren gerici faşist rejimlere kapıyı bizim de aralamış olduğumuzu saptayabilmek içindir. Belki bugünle olana bağlamı bu düzlem üzerinde kurabiliriz. Türk sosyalist hareketinin bugün de içinde bulunduğu zayıflık, aslında tüm söylemine, fanatikliğe varan söylemine karşın sınıuga olan güvensizliğidir. Hepimiz, ama hangi renkte olursak olalım korkunç bir kayma içinde sınıf ötesi platformlar oluşturmak ve bu platformlara devrimci görevler (ama kesinlikle sosyalizm değil, o bizim tekelimiz de) yüklemekte, adeta yarış eder durumdayız. Elbette bir ülkenin hele bizim gibi geri kalmış bir ülkenin ordusunun ne zaman neyi söylediğine dikkat etmek ve ne zaman neyi yapabileceğini kestirmeye çalışmak zorunlu bir görevdir. Görevdir görev olmasına da, bizim asal görevlerimizin önemli bir bölüğünü onlardan beklemek nedir bunun yanıtını aramaya hala korkuyoruz. Çünkü bu konu hala turnosol kağıdı gibi, bütün yaldızımız dökülüveriyor.

İşte bu bağlamda 12 Mart darbesine 30 yıl sonra bir kez daha bu açıdan bakmak istiyorum.

Muhtıranın verilmesinden çok fazla gerilere gitmeye gerek yok. Tam bir yıl önce onbinlerce işçi, üstelik de ilk kez ekonomik haklar için değil kendi ör8gütlenmesinin önüne geçecek yasaları engellemek üzere tüm İstanbul'u adeta işgal ederken Anadolu'nun çeşitli yerlerinde de büyük hareketlilik göstermişti. Muhtıranın verildiği tarihe kadar son bir yıl içinde 35 bini aşkın işçi grev yapıyordu. 1970 'te sendikalı işçi sayısı 1.5 milyonu bulmuştu. 30 bin işçi grev yapmaktaydı. (30 yıl sonra, bugün sendikalı işçi sayısının sadece 500 bin olduğunu düşünün) Köylüler onlarca yerde meydanlara çıkıyordu. Özcesi toplumsal muhalefete ciddi bir şekilde "sosyalistler" hakimdi. Bütün parçalanmışlığına karşın hatta eylem içinde vuruşmaya bile girmelerine karşın kitleler bir biçimde istemlerini ortak eylem platformuna geçirebiliyordu. Ama burada bir noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Kitleler gerçekten yoğun biçimde hareketliydi ama ekonomik örgütler arasında da siyasal örgütler arasında da hiçbir birliktelik yoktu. Yani muhalefet soldan geliyordu ama muhalefetin siyasal örgütlenmesi ve öncülük görevini yerine getirmesini fiilen yürütecek gücü yoktu. En güçlü ekonomik örgüt DİSK artık TİP 'ten sonra diğer tüm sol siyasi örgütlenmelerden de kopmuş sonuçta bol generalli siyasi örgütler ile işçi sınıfı arasındaki kopukluklar kendine yeni mecralar bulmaya yönelmiştir. Yeni mecralar ise yeni ittifaklar ve yeni müttefikler gerektirmektedir. Yanlış anlaşılmasın elbette bizim köklü bir devlet perspektifimiz vardır. Ve teorik olarak ezberimize almışız ki "devlet" egemen güçlerin baskı aracıdır. Zinde güçler bu baskının en mükemmel aygıtıdır. Fakat, bu yaklaşım gerek bizim zinde güçlerimiz geçmişteki ve 27 Mayıs'taki ve hatta 21 Nisan ayaklanmasında ki gibi bir ilericilik misyonu taşıdığından, bu geçmişe uydurmaya çalıştığımız teorimiz ve elbette henüz köylü toplumu olduğumuz gerçeği(!) ile Ordu-Millet elele sloganı devrim yolunda temel belirleyicimiz olmuştu. 

1970 yılı yalnızca işçiler için değil burjuvazi için de zor bir yıldır. Dış yardımlar kesilmiş, başta KOÇ ve Sabancı olmak üzere büyük sermaye gruplarının devlet eliyle zenginleşmesi demek haline getirilen teşvikler verilemez olmuştur. Korumacılık duvarları AET 'yi çok rahatsız etmektedir. Zira Fiat otomobil İtalya' da 18 bin liraya satılırken Türkiye'de montajı yapılan eski modeli 59 bin liraya satılmaktadır. Sadece 380 milyon lirada kalan teşviklerin paylaşımında holdingler arasında büyük huzursuzluklar başlamış, AET ile ilişkiler gerilmiş, önemli bir devalüasyon yapılmıştır. Fakat bütün bunların ötesinde toplumsal muhalefetin solun rengini alması bu kesimleri çok rahatsız etmektedir. Önce kendi sivil organizasyonları ile solun üzerine saldırmışlardır. AP bile yeterli bulunmamış daha şahin DP kurdurulmuştur. CHP ortanın soluna karşılık CGP' yi doğrumuştur. Müslüman güçler biz sermayeden yanayız diyerek Kanlı Pazarı tezgahlamış. İmren Öktem'in cenazesine saldırmış, başta Konya olmak üzere bir çok yerde gerici gösteriler tezgahlamıştır. En büyük yardımcıları örgütlenmelerini iyice hızlandırmış faşistlerdir. Güney Doğu' da ise düşmanı temsil eden güçlere sivil Kürt giysileri giydirerek manevra faaliyetleri icra edilmektedir.

İşte bu gidişat ışığında beklentiler de çok renkli olmaya başlamıştır. Önce ordumuzun "ilerici" önde gelenleri (Batur ve tayfası) kasım 1970 te MGK 'nin bu kötü gidişata son vermek üzere genişletilmiş bir komuta konseyi gibi hareket etmesini öneriyordu. Gürler Paşa ülkeyi aşırı güçlerden korumanın yolu olarak bu öneriyi benimsiyordu. Bütün bunlar gizli kapaklı olmak bir yana anında halka duyuruluyordu. 1961 Anayasasının eksiksiz uygulanması ile bu kaotik durumun önüne geçilebileceği tezini benimseyen bu generaller adeta 27 Mayısın ilerici niteliğinin devamıydılar. Solun Doğan Avcıoğlu kanadı için ( geri kalanları da bugün artık herkes biliyor) bu nicedir özlenen (hazırlanan) bir durumdu. Nitekim bu durum 9 Martta verilecek bir muhtıra ile "meşruiyet" kazanacaktı. Arada neler oldu artık tarihçileri ilgilendiren bir gelişme ama 12 martta verilen ve anayasanın eksiksiz uygulanmasının Atatürkçü bir işlem olacağının altını çizen muhtıra da Türkiye Sosyalistlerini eksiksiz her kesimini sardı sarmaladı ve destek gördü. Ben 12 Mart muhtırasını şu veya bu şekilde şu veya bu kadar desteklemedim diyecek bir tek sosyalist örgüt ve kişi yoktur. İşte bizi ilgilendiren yanı bu tarafı ve bunun hala süregelen izleri. Türk ordusunun Kuvayı Milliyeci ruhunun ayakta durduğunu düşünmek ve bunun üzerine planlar yapmak. İttifak teorileri geliştirmek, her haltı yüzüne gözüne bulaştıran siyasilere karşın Ordunun hala bir saflığı ve katıksız Atatürkçülüğün dokunmazlığını öne çıkartmak bizim de nasıl jakoben sevdalara yanık olduğumuzun somut kanıtı. Oysa yapılacak iyi bir ekonomi- politik analizi sınıfsal ittifakların artık hiç de bu sevda üzerine kurulamayacağını bize gösterecekti. İşte hiç değilse şimdilerde bunu yapmalıyız. 12 Mart' tan çıkartmamız gereken ve daha sonra 12 Eylül'le kesinlikle doğrulanan gerçek, kırılmanın artık ordu içinde gerçekleştiğinin kabul edilmesidir. Ama son tartışmalar gösteriyor ki içimizde ki yenmez yenilmez Kuvayi Milliye ruhu her şeyi sarıp sarmalıyor ve bir zamanlar taktığımız kalpağı aldığı gibi , kuvayi milliye ruhunu da faşistlerin götürdüğünü görmezden geliyoruz. Bazı entelektüellerimiz MHP faşist değildir diye şöyle bir ahkam keserken bazılarımız Asya'da bulacağımız söylenen "bağımsızlık" için MHP 'nin birlikte yürünebilecek yol arkadaşı olduğuna karar veriyor ve bunu sol adına yapıyor. Bir İdris Küçükömer'in TİP Kongresinde ordunun OYAK bağlamında değişen ilişkilerini anlatırken hepimiz alayla küçümsüyorduk. Çünkü işçi sınıfı ideolojisinin içinde doğal müttefikti bu zinde güçler. Şimdilerde bir reklam tam da yakışır biçimde damgasını vuruyor ve ordunun bankasının dünya çapında bir finans kuruluşu ile nasıl büyüdüğünü anlatıyor. Bunun açılımı ise basit. Ordu mensupları bankaları yoluyla dünya finans sermayesinin ortakları olmuş durumda. Çok mu simgesel ?

Fakat ordu üzerindeki bu kurnaz diplomat ajitasyonunun hiçbir yararı olmadığı acı bir şekilde ortaya çıkmıştır. Çünkü karşımızdaki güçler bu konulara sosyalistlerden daha gerçekçi yaklaşıyorlar. Örneğin üç devrimci genci önce askeri mahkemelerde askerler eliyle mahkum ediyor, Askeri Yargıtaya onatıyor ve siviller de mecliste
"kana kan intikam" çığlıkları atarak gencecik insanların ipini çekiyorlar. Gerekçelerinin temeline ise, "...sadece üç idamı tasdik etmiyorsunuz, Türk Ordusunun haysiyetini ibra ediyorsunuz" söylemini yerleştirmektedirler. Çok mu haksızlar ? Bu da yetmiyor idamların onanmasını birinci meclisteki yaşanmış gerçek olgular üzerine oturtuyorlar, seçilerek de meclise girmiş olsa sol meşru değildir. "...Milli Mücadele günlerimizi hatırlayalım. Halk İştiraküyun Fırkası kuruldu. Komünist Fırka. O da Aydınlık mecmuasını çıkartıyor kapatılmadan evvel Türkiye'de çıktığı gibi. ... Kimler var içersinde? Dr. Şefik Sütlüler, Nazım Hikmetler ve arkadaşları. Büyük kurtarıcı Cumhurbaşkanı ...Suçluları yakalamış emniyet ve asayişle görevli kolluk hizmetlileri, Genel Kurmay Mahkemesine sevketmiş. Muhakeme ediliyorlar. ... Parlamentoda kimse çıkıp aman Gazi Paşa Nazım memleketin sefil halini yazmıştır affet demiyor, ...mahkumiyeti için gerekli ortam yaratılıyor...." Ve devam ederler dehşetengiz analizlerine : "...anarşiye karışan insanların adlarını verdik, 'o bizimdir o, yiğit savaşçımızdır' diye bağırdınız...enseleri parti merkezlerinde okşandı... tahrik edildi, teşvik edildi. Slogan verildi. Ne sloganı verildi bakalım : 1965 seçimleri...radyo konuşmalarınızı hatırlayın sayın Aybar, 'Türkiye Amerikan işgali altındadır; Amerikalıları Türkiye'den kovmadıkça, yani bağımsızlık savaşımızı yapmadıkça Türkiye'de hür ve egemen olamayız...' bunlar sizin sözleriniz. 'ikinci Kurtuluş Savaşı' sizin sloganınız, solcuların sloganı...(ihtiyar komünist Russel makemesinde) Johnson'u mahkum edersiniz; idama mahkum... Buraya gelince...(Aybar yok böyle bir şey diye müdahele eder) buraya gelince siyasi suça ceza olmaz dersiniz. NATO ittifakını en ağır dille suçlarsınız. 'Türkiye'de Amerikan üsleri yoktur, 35 milyon metrekare Amerikan işgali altında, Amerikalılara verdiniz' dersiniz. ((Aybar evet doğru diye müdahale eder). ...Buraya bir Behice Boran çıkar ...ben ifademi nezaketle kullanayım, yarın nesiller okuyacak... 'işgal anayasal haktır' der. Gelin çıkın işin içinden...."*

 
Gerçekten de gelin çıkın işin içinden.

İşte 12 Mart' a uzanan tarihsel süreçte bu özelliklerin çok farkında değilmiş gibi adeta bilmezden geldiğimiz gibi, daha içli dışlı olmamız gereken anti-kapitalist söylemi, anti-bağımsızlıkçı bir kavrama belirleyici öncelik tanımaya yönelik çözümlemelerin bağışlanır yanı var mıydı? Örnek mi ? Önce kendimin de içinde yer aldığı Aybar grubundan başlayalım. Aybar mecliste 1. Erim hükümetine oy verişini "en kötü meclisin bile ordu yönetiminden daha iyi olacağı ve anayasanın tastamam uygulanacağının" senatoda söylenmesi üzerine yaptığını açıklamaktadır. Behice Boran ve arkadaşlarının yayınladıkları bildiri de son derece ikirciklidir, ABD emperyalizminin muhtıracıları güdümlememesi için açıkça belli bir sıcaklık yayılmaktadır bildiriden. Cuntacı Devrim grubu iktidarı ele geçirememiş olmanın şaşkınlığın hemen atarak "cici demokrasinin sonunun geldiğini" sevinçle ilan etmektedir. Kıvılcımlı, M.Belli açıkça alkış tutmaktadırlar. Hele Mihri Belli faşist Demirel ve işbirlikçi sermaye ile mütegallibenin oluşturduğu parlamentoya karşı tepkinin ifadesi saymaktadır muhtırayı. Türk Ordusu kılıcını atmıştır, Kıvılcımlı'ya göre. DİSK tüm sol örgütlerden hızlıdır. Hemen ertesi gün destek bildirisi yayınlar. Ardından Dev-Genç 'in başını çektiği her renkten 15 örgüt destek bildirisi yayınlar. (Bir tek Bedii Faik muhtırayı birkaç komünist piçin iğfal ettiği generallerin affedilmez hatası olarak niteler. Bu saptama da işin rengi.) İşte bütün bunlar Türkiye sosyalist hareketi içinde şimdiye kadar çok yazıldı çizildi, hesabı verildi verilemedi, ama tarihe mal oldu. Ve üzerinden silindir gibi bir 12 Eylül geçti. 

İşte bütün bu yanlışlarımızdan sonra bizce artık ordudan gelecek bu jakoben iylikçiliği bir kenara bırakarak bunların bonpartist bürokrasi olduklarını kabul etmemiz gerekir kanısındayım. Ürkek durumdayız. Bu kuruma artık ezilen insanların müttefikleri olarak bakmak ve göstermek çok şey kaybettiriyor. Bir kurumun düşman kucağına itilmemesi diye bir ürküntünün sağlıklı ve iyi sonuç vereceği ham hayaldir. Her türlü olumlu çözümlemenin dışındadır. 12 Mart defterini tüm söylenmişliğine karşın bu açıdan yani kırılmanın somutlandığı (hem de kendi içinde) bir süreç olarak yeniden okumalıyız. "İlerici" tavır ve yaklaşımın, yani çok moda deyimle kuvayi milliye ruhunun altından çok sular aktı. Tekelci sermaye ile en az burjuvazi kadar çıkar birliği kurabilen tabakaların (ben sınıf demekte sakınca görmüyorum) Aybar'ın anlattığı; Tanzimatçı bürokrasi olarak nitelediği anlam ve bunun bağlamında da ilerici hiçbir yanı kalmamıştır. 




*TBMM İdam Görüşmeleri. BDS Yayınları
 
sayfa başına dön