Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 K.MARKS

 


İşsiz erkekler ülkeye faşizmi getirir  

Prof. Dr. Ayşe ÖNCÜL


Boğaziçi Üniversitesi'nin 25 yıllık öğretim üyesi sosyoloji profesörü Ayşe Öncü ile varoşların sorunlarını, bu sorunların büyük kent yaşamına, Türkiye'deki siyasete ve geleceğe nasıl yansıyacağını, varoş gençlerinin çaresizliğinin bir ülkede faşizme yol açabileceğini konuştuk. 


Türkiye, Avrupa Birliği'ne girelim mi girmeyelim mi diye tartışırken, İstanbul'un varoşlarında Romanlarla Karadenizliler ve doğulular kendi aralarında pompalı tüfeklerle ufak çapta bir savaşa tutuştular. Bir kişi öldü, insanlar yaralandı, gece sokağa çıkma yasağı konuldu. Sizce bu olay, bir mahalledeki münferit bir kavga mıydı yoksa bu bize başka bir sosyal sorunun işaretlerini mi veriyor? 

Ekonomik krizle birlikte sosyal patlamalar beklenir oldu ve bu tür sokak çatışmaları büyük bir tehlikenin işareti olarak yorumlanmaya başlandı. Tabii ki ekonomik krizin zaman içinde ortaya çıkacak önemli sonuçları olacak ama ben Esenler'deki sokak çatışmasını uzun vadede en büyük sorun olarak görmüyorum. Ben bu ülkede genç kuşaklar için endişeliyim. Kent yoksulu ailelerde yetişmiş bir gençlik geliyor. Baba ve anne iş bulamıyor, aileye bakması için çocuklar çalıştırılıyor. Nüfusunun yarısı yirmi yaşın altında olan Türkiye'de şu anda, çocuk yaşta çırak olan böyle bir gençlik yetişiyor. 
Bu çocuk işçiler ileride toplumsal hayatta nasıl bir sonuç yaratır? 
Ben bu gençliğin kayıp kuşak olmasından korkuyorum. Çünkü eğitim görmemiş bir kuşak bu. Çok küçük yaşta okul yerine işe gönderilmişler. Türkiye'de zaten yaygın olan çocuk emeği ekonomik krizle daha da yaygınlaştı. Şu anda kriz en fazla gençleri etkiliyor. Çünkü boğazdan biraz daha fedakârlık edemeyeceğine göre, fedakârlık edilebilecek tek şey çocukların eğitimi oluyor. Uzakdoğu'da krizden sonra pek çok araştırma yapıldı. 

Ortaya ne çıktı? 

Orada da kesinti hemen eğitimden yapılmış. Şu gerçek ki, çocuk okula gönderilmeyince bütün bir kuşak kayıyor, ülke tamamen geriye gidiyor. Cumhuriyet'in 79 yılda yapmaya uğraştığı sıfırlanıyor. Bugün Gedikpaşa'daki ayakkabı atölyeleri silme çocuk işçi. 

İstanbul'un çevresindeki küçük ticarethaneler, imalathaneler, oto sanayi siteleri, marangoz ve konfeksiyon atölyeleri de tamamen çocuk işçilerden oluşuyor. Bu tablo zengin ve fakir arasında Türkiye'de şimdiye kadar olmayan bir kutuplaşma yaratacak. 

Varoşlarda, yoksul mahallelerde belli bir öfkenin biriktiği görülüyor. Bu öfke tam olarak nereden kaynaklanıyor sizce? 

İleriye yönelik bir beklenti, umut yok. Yoksul mahallelerde yaşayanlar kendilerini Boğaz'daki Sabancı'yla karşılaştırmıyor. Onlar, kendilerinden önce kente göç etmiş ve birikim yapmış olanlara bakıyor. Kendisi için böyle bir birikim ve sıçrama yapmanın artık mümkün olmadığını, İstanbul'da tırmanmanın kapılarının kapandığını, alt orta sınıfın bile yoksulluk sınırının altına düştüğünü görüyor. Böyle bir tablo, mutlaka her toplumda sonunda silahlı sokak çatışmalarına dönüşecek anlamına gelmiyor ama bu, uzun vadede çok derin yaraların, mutsuzlukların, ezikliklerin ortaya çıkmakta olduğunun sinyalini veriyor. 

Uzun vadede sizce ne olacak? 

Bu tablonun Türkiye'de uzun vadede daha faşizan siyasi yönelimlere yol açması, aşırı milliyetçi akımlara dönüşmesi ve bütün sistemi etkisi altına alması çok muhtemel. Dinin de faşizan bir boyutu olduğu düşünülürse, bugün MHP ile birtakım din tabanlı siyasi partilerin dibindeki yüzer gezer oyun ne tarafa gideceği hiç belli değil. Bu aşırı akımlara mani olmak için asker daha kuvvetlenebilir ve Türkiye giderek daha otoriter bir toplum olabilir. Faşizm, daima iktisadi kriz dönemlerinde, büyük kitlelerin mutsuz oldukları süreçlerde yaşanır zaten. Türkiye'de böyle bir eğilim söz konusu. 

Esenler'e dönersek, oradaki kavga iki mahalle arasında çıkmadı. Kendilerini ortak bir kimlikle tanımlayan iki grup arasında çıktı. Varoşlarda ortak kimliklerin bu kadar güçlü olmasını neye bağlıyorsunuz?
 
Ortak kimliklerin ön plana çıkmasının nedeni farklı grupların bugün yan yana yaşamaları. Artık mahalleler homojen değil. Eskinin gecekondu mahalleleri kentin çevresinde kurulmuş, kentle bütünleşememiş, ayrı bir kültürün hüküm sürdüğü köye benzer yoksul mahallelerdi. Buradaki insanlar devletin sağlık, emeklilik gibi refah hizmetlerinden yararlanmıyorlardı ama akrabalık, hemşerilik ilişkileriyle dayanışma içindeydiler. Bu nedenle de bugün kent çeperlerinde yer alan yoksul mahallelerden daha uysaldılar. 

Varoşlar ne zaman hırçınlaştı, huzursuzlandı?Gecekondunun dayanışmacılığını terk edip ne zaman komşusuyla çatışır oldu? 

1970'lerden sonra oldu bu. İlk dalga göçlerle gelenler İstanbul çevresinde arazi bol olduğu için hemşerileriyle aynı mahalleye yerleştiler. İşgal ettikleri arazilerin değerlenmesiyle birikim yapabildiler. Ama şimdi İstanbul'da arsa piyasası tükendi. Yeni göç edenlerin eskiler gibi tırmanma olanağı ve umudu katiyen kalmadı. Buralarda yaşayan insanların hiçbir iş güvencesi yok. Asgari ücretin altında kaçak çalışıyorlar. Üstelik kentin çeperlerindeki yerleşmeler de artık gecekondu olmaktan çıktı. Bunlar klasik gecekonduya göre çok daha kötü koşullara maruz apartkondu mahalleler oldu. Çünkü sonradan gelen göçmen gruplar daha dar alanlara sıkıştı. Farklı mezhepten, etnik kökenden ve bölgeden göç etmiş insanlarla birlikte bu çok iç içe yaşam buralardaki huzursuzluğu ve tedirginliği daha da artırıyor şimdi. Eskiden gecekondu mahalleleri homojenken, bunlar heterojen artık. 

Varoşlardaki mahallelerde farklı grupların iç içe yaşaması huzursuzluğu niye artırıyor? 

Bu dip dibe yaşam, 'biz, onlar' ayırımını körüklüyor. Karadenizlinin Karadeniz'deyken Karadenizli olması önemli değil. Çünkü orada herkes Karadenizli. Ama Karadeniz'den kalkıp İstanbul'a geldiğinde, yanındaki apartmanda başka birileri varsa, o zaman Karadenizlilik çok önemli bir kimlik oluyor. Yanıbaşındaki öteki ise 'düşman' anlamına geliyor. O, 'En kötü, pis, hırsız, namussuz' oluyor. Zira İstanbul'da imkânlar daraldıkça, 
'ötekinin' varlığı kendi varlığını tehdit ediyor. Zaten ırkçılık da bu demektir. Öteki suçludur. 'Başıma gelenler, onun yüzünden oldu. O olmasa işim iyi olacaktı' demektir. Avrupa'da da yabancı işçilere karşı ırkçılık böyle çalışıyor. Biz hep 'Türkler ırkçı değildir, çok hoşgörülüdür' deriz ama çok 
ırkçı bir toplumuz biz neticede. Avrupa ülkeleri de ırkçı toplumlar. 
İkinci Dünya Savaşı orada çıktı. 

İstanbul'a dönersek... Niye Anadolu'dan gelen insanlarla İstanbul arasında bir kaynaşma olamıyor? 

İstanbul'da tırmanmanın artık çok güçleştiği bir süreç yaşanıyor şimdi. Yeni gelenler kentin en alt yoksul kesimini oluşturuyor. Bunlar orta sınıf olamıyor ve İstanbul'la kaynaşamıyor. Sadece eskiden göç edip de zenginleşebilmiş olanlar İstanbul'la kaynaşıyor. Zengin mahallelere taşınıyor ve en azından tüketimde, yani görünüşte kültür sermayesi eksikliğini telafi ediyor. Mezhep ve etnik farklılıklar gelir düzeyi yükseldikçe önemini kaybediyor. Boşnak, Kürt, Karadenizli olmuş bir önemi kalmıyor. Önemli olan sınıf kültürü oluyor. Belli bir gelir grubunda olup, herkesle benzer evlerde oturmak, benzer eşyalara ve tüketim kalıplarına sahip olmak öne çıkıyor. Orta sınıf sitelerde ya da üst gelir grubu villa mahallelerinde etnik köken ve mezhep hiç önemli değil artık. Musevi, Alevi, Sünni ayırımı hiç yok oralarda. 

İstanbul'a Anadolu'dan göç eden insanlarımız klasik deyişle söylersek bir kimlik sorunu mu yaşıyor? 

Kimliğini bilemememek, kimliğini kaybetmek anlamında değil bu sorun. Tam tersine kimliğini keşfediyor. Keşfettiği kimlik de kendini başkalarından ayıran bir kimlik. Bununla da 'biz ve öteki' ayrımı ortaya çıkıyor işte. Bugün yaşanan dertlerin, sıkıntıların sebebinin ötekiler olduğu düşünülüyor. İkinci Dünya Savaşı'nda da Almanya'da yaşanan bütün problemlerin sorumlusu olarak Yahudiler seçilmişti ve onlar kesildi biçildi. Irkçılık budur zaten. Irkçılık mutlaka tarihsel kökenleri olan ve eskiden beri gelen bir şey de değildir. Yeni ortaya çıkabilir. Kültürünüzde ırkçılık olmayabilir ama birden ırkçılık yaşayabilirsiniz. 

Türkiye ve İstanbul için böyle bir tehlike var mı? 

Irkçılık değil ama, faşizmin içinde daima bir ırkçılık vardır tabii. Faşizm derken klasik türden askeri bir yönetim kastetmiyorum. Büyük kitleleri sürükleyen, seçimle işbaşına gelip çoğunluğa dayandığı için baskı kuran bir rejimin Türkiye'ye gelmesinden endişeleniyorum. Yoksa üç-beş kişi sokakta savaşmış, bu benim korkulu rüyam değil. Benim korkulu rüyam Türkiye'de daha faşizan bir düzen kurulması. Siyasi parti olarak faşizmin gelmesi. 

Niye herkesin kendisini içinde huzurlu hissedebileceği toplumsal bir ortak kimlik edinemiyoruz biz? Neden bu toplumun insanları için kendilerini ırklarına, bölgelerine, mezheplerine, dinlerine göre tanımlamak daha önemli geliyor? 

Eğer kendini böyle tanımlamaktan ötürü bir kazancı varsa böyle tanımlıyor. Kentin acımasız ortamında kendini mezhep ve etnik kökenine göre tanımlayıp iş bulabiliyorsa, dayanışma ve tırmanma ağları kurabiliyorsa, kendini ırkına ve dinine göre tanımlamak önemli oluyor. 1950'den beri Türkiye'de mezheplere, ırklara ve bölgelere dayanan bir kimlik kazanç sağlıyor. Siyaset bununla iç içe şekilleniyor. 

Eskiden İstanbul'un ortak kimliği İstanbullu olmaktı. İstanbul'un kendine ait bir kültürü ve kimliği vardı. İstanbul bu kimliğini ve kültürünü kayıp mı etti? 
İstanbul her zaman kozmopolit bir kentti ve bu kimliğini kaybetmedi. Gerçi gruplar değişti, artık Rum ve Ermeniler büyük bir nüfus değil ama, İstanbul'da bugün dünyanın her yanından göç etmiş bir nüfus var. 

İstanbul'da Kazak ya da İran mahalleleleri var. Kozmopolit kentlerde herkesin birlikteliğinden doğan bir zenginlik vardır. Bu zenginlik ancak bu farklı kimlikler arasında çatışmalar başlarsa kaybedilir. Ama İstanbul, nüfusu on milyon olan kentler arasında dünyada hâlâ en az çatışma yaşayan bir kent. New York, Berlin, Kahire'ye göre İstanbul'un huzursuzluğu çok daha az. Bu anlamda alarm zilleri çalmıyor İstanbul için. Gençlikle ilgili alarm zilleri çalıyor. 10 yıl sonra Türkiye'de siyaseti domine edecek olan kuşak bu eğitimsiz gençlik kuşağı olacak. Faşizmin temelinde daima böyle eğitimsiz, işsiz, şiddete yatkın genç erkekler vardır. Otoriter, faşizan siyasi partilerin ortaya çıkmasından, seçimle başa geçmesinden endişeliyim ben. 

İstanbul, buraya Anadolu'dan gelen insanlarımızı öfkelendiren bir hayat tarzına mı sahip? 

Şimdiye kadar biz hep İstanbul'un merkezinden, kentin çeperleri nasıl görünüyor, orta sınıf buraya nasıl bakıyor diye konuştuk. Bir de kentin çeperlerinden İstanbul nasıl görünüyor meselesi var. Nasıl orta sınıfın kentin çeperleriyle ilgili fikri televizyondan gördükleriyle, basından okuduklarıyla oluşuyorsa, kent çeperlerinde oturanların da İstanbul hakkındaki fikri televizyonlarda, televolelerde gördükleriyle oluşuyor. İstanbul'u, kızların namussuz olduğu, ailelerin yıkıldığı, her köşe başında travestilerin gezdiği bir fuhuş yuvası, tehlikeli bir mekan olarak görüyor. Aynı orta sınıfın kent çeperlerini tehlikeli gördüğü gibi. 

Orta sınıf varoşlardan çok mu korkuyor? 

Korkuyor. Oraları her an patlamaya hazır mekânlar olarak görüyor. Büyük yağmalar, gasplar, insan kaçırmalar olacağından, suçun ve şiddetin artacağından korkuyor. Bu korku Latin Amerika'da uzun zamandır yaşanıyor. Orada kentin merkezleri çok tehlikeli mekanlar olarak görüldüğünden varlıklı kesim ortalıkta pek görünmüyor. Önümüzdeki 10-15 sene içinde, İstanbul'da da varlıklı insanlar giderek daha görünmez mekânlara gidecek. 

İstanbul'daki gelir grupları arasındaki sosyal yaşam ve ekonomik gelir farklılıkları hangi ölçülerde? 

Farklılıklar 1980 sonrasında keskinleşti. 1990'lı yıllarda da mekânda ayrışmalar oldu. İstanbul'da orta sınıf yaşamı klasik olarak apartman yaşamıdır. Modernitenin göstergesi apartmandır. Orta sınıf arasındaki 
fark da denize yakınlık uzaklıktır, manzaralı ev, manzarasız evdir. Ama şimdi Osmanlı'dan beri ilk kez orta sınıf İstanbul'da kent dışına göç ediyor. Şehir dışında çok büyük siteler yapılıyor. 1950'li yıllarından beri orta sınıf kentin içinde, fakir sınıflar kentin merkezinin dışındayken, şimdi tam tersi bir örgüye gidiliyor. Fakirler daha içeride kalıyor. Bu süreç, birbirini görmeyen, tanımayan, anlamayan kesimlerin oluşmasına yol açıyor ki, küresel kent denen de budur. Kesin yarılmaların olduğu kentlerdir bunlar. 

Peki siyasi nedenlerle gecekondulaşmaya göz yummak sonunda bütün toplum için büyük bir tehdide mi dönüşüyor? 

Bu kaçınılmazdı. Çünkü bu insanlara kent arazisinden başka hiçbir şey verilmedi. Şimdi o arazi de kalmadı ve bu yüzden sıkıntı yaşanıyor işte. Dahası, bugün tarımda taban fiyatlarının kısılmasıyla birlikte büyük kitlesel göçler olup olmayacağı da henüz bilinmiyor. Eğer yeni kitlesel göçler olursa, işte o büyük bir felaket olur!..

Radikal'den Alınmıştır

 
sayfa başına dön