Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 K.MARKS

 


Kuvvayi Milliye ve Düşündürdükleri

Alev ATEŞ

"Tehlike var ! Hürriyet davamız yine çıkmaza girmek üzeredir... M.A.Aybar - 1947"


Burjuva devrimi diye adlandırılan tarihi dönemi belirleyen kazanımlar İNADINA editörünün defalarca yazdığı (Marks ve Lenin de böyle diyor zaten) gibi aslında işçi sınıfının dayatması ve savaşmasıyla elde edilen kazanımlardır. Feodaliteyi tarih sahnesinden tasfiye edecek olan burjuvazinin temel vurucu gücü proletaryadır. Bu savaşın ganimeti olarak da burjuvaziden örgütlenme özgürlüklerini verecek demokrasi isterler. Bu bir süreçtir ve teorik olarak sosyalizmle taçlanacaktır. Fakat hiç birimiz bu süreci bilimsel olarak ortaya koyduğu için yani "sosyalizm bilimsel olarak ispat edildiği gibi kaçınılmaz sondur" diyerek sosyalist olmadık. Bu, daha sonra kendimize mücadele yolunu çizmemiz de edineceğimiz bir bilimsel bilgi birikimdir. Bu birikim yani bilimsel düşünebilme ve olayları bilimsel açıdan yargılayabilme yeteneğini edinmek olayları yerli yerine oturtabilmek, kullanacağımız bilgileri edindiğimiz kaynağın doğru okunmasına bağlıdır. Ve bir kez temel taşlar yerli yerine oturtulduğunda gerisi bizim basiretimize bağlıdır. 

Bağımsızlık anlayışımızda ki temel yaklaşımımız nedir ? Bunu bunca yıl sürdüre geldiğimiz açıklamalarda rahatça bulmak olanaklı. Bizim, "kıskançlıkla"bağlı olduğumuz bir kavramdır bağımsızlık. Burada çözülecek şifre sözcük "kıskançlık" tır. Özel bir anlamı vardır ve bu anlam bu yazı için konumuz dışıdır. (Sosyalist blok içinde bağımsızlıktır kastedilen). Öyleyse öncelikle genel anlamıyla ve bütün sosyalistlerin üzerinde birleştikleri "emperyalizmden bağımsızlık" kavramı ortak paydamız olur. Bunun altını özellikle çizmek istememin nedeni, Aybar'dan başlayarak tüm ardıllarının veya benimseyenlerinin içi boşaltılmış bir bağımsızlık övgüsüne mazhar kılınmak istenmesidir. Bu mazhariyet özünde bağımsızlığın sosyalizmin içseli bir kavram olduğunu unutturmak ve kapitalizm karşıtı görüşlerimizin oturduğu sosyalizm anlayışımızın dışlanmasını içermektedir. Bu konuya başka bir yazıda döneriz belki.

Ancak araya şu notu düşersek bundan sonra yazacaklarımız belki daha dikkatle okunur. "Toplumun normal gelişim sürecinin birbirinin peşi sıra gelen aşamalardan oluştuğunu, böylece hiçbir aşamanın zorlamalar veya meşru yasalarla temizlenemeyeceğini ve ortadan kaldırılamayacağını ancak doğum sancılarının kısaltılabileceği veya azaltılabileceğini" düşünenlerdenim. Bir de " tarihi okumanın en doğru yolunun günümüzün çözümlemesinden" başlayacağına inanırım. 


KISA BİR FOTOGRAF

Sosyalistlerin Musütafa kemal'in önderliğini yaptığı bağımsızlık mücadelesini benimsemeleri, fiilen desteklemeleri 1919 'lara dayanan bir olgudur. Bakmayın sonraları bazı aklı evvellerin bu mücadeleyi küçümser ve adeta yok sayar gibi davranmalarına. Mustafa Suphi arkadaşlarıyla birlikte kayıtsız koşulsuz bu Kuvayi Milliye'nin verdiği savaşa fiilen katılmak için geldi Anadoluya. Ve gene bağımsızlık mücadelesinin önünü çeken paşalar tarafından katledildi. 1919' larda sosyalistler parti kurmak için Damat Ferit'e arzuhal gönderdiğinde de Anadolu'daki bağımsızlık savaşçılarının içindeydiler. Daha önceden de, ta 1895' de Osmanlı Amele Cemiyeti Jön Türklerle yakın ilişki içindeydi. İşçi örgütlerinin ve solcuların Meşrutiyet ilanı için İttihat Terakkiyi desteklediklerini biliyoruz. Nitekim gelen özgürlük havasını kullandılar ve hemen 1908 grevleri patlak verdi ve Tatili Eşgal yasası ile işçilerin üzerine "zırhlı gemilerle" hücum edildi ve ezildi. 1921 'de yani bizi yutmak isteyen emperyalizme ve kapitalizme karşı halkçılık beyannamesini yayınlayan mecliste yer aldılar, anti -emperyalist savaşın salt böyle kalmaması ve karakterinin anti-kapitalist olması için mücadele ettiler ve "hazırdaki hükümetin şeklini komünistliğe" çevirmeye çalışmak nedeni ile vatanı hıyanetle yargılandılar, hapsedildiler, partileri kapatıldı. Kuvayi Milliye ruhu 1925' de son damgayı vurdu, Takriri Sükun'la tüm solu duman etti. Kısaca sosyalistler ile tanzimat ilericileri arasındaki aşk hep çelişkili ve kavgalı bir biçimde sürüp gitti. Bu ilişki en geniş sınırlarına ulusal kurtuluş savaşı sürecinde erişti. Çünkü, Kuvayi Milliye ruhu bu süreçte, halkın anti-emperyalist karakterini simgeliyordu. Sonuna kadar bağımsızlıkçıydı, Avrupa kaynaklı emperyalist saldırıya karşı insan üstü bir mücadele örgütlemişti. Gerçekte TİP tüzüğünün başına da alınan ve Aybar başta olmak üzere öncesiyle sonrasıyla hep altı çizilmek istenen anti-kapitalist olmak özelliğinin, Kuvayi Milliyeciler tarafından emperyalizme karşı olmak gibi kalın ve özel çizilmediğini, daha çok politik bir söylem olarak ele alındığını bu gelişim çizgisi göstermektedir. Emperyalizme karşı olmak bilinci, Osmanlı İmparatorluğunun tümüyle karakter değiştirmesi ve Türk'lerin ulus devlet olmak arzusu üzerine şekillendiğinden, maddi temellerini Müdafa-i Hukuk örgütlenmelerinde bulabilmişti. Çünkü bu örgütlenmeler gerçekten de parçalanan imparatorluk içinde, bağımsızlığını ilan etmiş diğer uluslar gibi bir ulusun kendine vatan aramasıydı. Yani bir ulusun egemenliğinin devam etmesi için gerekli toprak parçasının "müstevlilerden" kurtarılması gerekmekteydi. Bu da anti-emperyalist olmayı zorunlu kılmaktaydı. Ama kapitalizme karşı olmanın Osmanlı bürokrasinin karakterinde olmadığı da, Tanzimatla başlayıp, İttihat Terakki ile devam eden ve Kara Kemal'in şu açık anlatımında ifadesini bulan bir "sermaye ihyasını" nın miras olarak devir alındığı da gerçektir. "İttihat ve Terakki cemiyeti önce askere sonra memurlara dayandı. Askerlerin siyasetle uğraşmasının doğru bir şey olmadığı bütün dünyaca söz götürmez bulunduğundan, bundan ergeç el çekileceği tabiidir. Memurlara gelince ;onlara hangi parti bol aylıkve yüksek memuriyet vaadederse o tarafı tercih ettiği görülüyor. Asker ve memur dayanışmasının sakıncaları böylece anlaşılınca esnaf cemiyetleri teşkili ile onlardan kuvvet alınması düşünüldü. Ve gerçekten de bu cemiyetlerin başına getirilen sorumlu sekreter aracılığı ile esnafı arzu edilen tarafa yöneltmek olanaklı ise de, bir kuru kalabalıktan ibaret olan esnaf ancak sokak nümayişlerin de işe yaramaktadır. Şu halde bunlardan da İttihat Ve Terakki Cemiyeti yararlanamıyor. BUNDAN DOLAYI BAŞKA UYGAR ÜLKELERDE OLDUĞU GİBİ YURDUMUZDA DA BİR BURJUVA SINIFI VÜCUDA GETİRİLEREK, İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ'NİN BU SINIF SAYESİNDE VARLIĞINI SÜRDÜRMESİNE ÇALIŞMAK GEREKMEKTEDİR., VE BU AMAÇLA CEMİYET, MİLLİ ŞİRKETLERKURULMASINA, MİLLİ BANKA AÇILMASINA VE MÜSLÜMAN ESNAF VE TÜCCARIN BİRER CEMİYET HALİNDE BİRLEŞTİRİLMESİNE GAYRET ETMEKTEDİR" Görüldüğü gibi bildikleri tek iktisadi gerçek vardır, yerli kapitalistleri de üretecek olan sermaye birikimi ile açılacak ekonomik model tek kalkınma yoludur. Ekonomi-Politik bilgileri de ilericilikleri gibi 18. Yüzyıldan kalmadır. Dönemlerin de bütün dünyayı kasıp kavuran sosyalizmden hiçbir haberleri yoktur. Adeta komünizm onlar için batının bir ürünü değil, doğudan gelen bir akımdır: "Kafkasya üzerinde bulunduğumuz için Rusya'dan bahsedebiliriz. Malumu Aliniz bolşeviklerin kendilerine mahsus bir takım esaslarınokta-ı nazarları vardır. Ben şahsen bütün vuzuhu ile bunlara vakıf değilim... Biz Avrupalıların bolşevizmiden korktukları ve bizim bolşeviklere yöneleceğimizden kuşkulandıklarını...nazarı dikkate alıyor(uz).." (Mustafa Kemal - 1920). Fakat tüm iliklerine işlemiş ve bu nedenle temel belirleyici ikinci gerçekleri de, imparatorlukların, sömürgeciliğin artık yürümeyeceğidir. Çünkü, emperyalist hiçbir saldırının ülkeleri boyunduruk altına alamayacağını kendi yaşamlarından yola çıkarak bilmektedirler. Bunu en iyi ihtilalci İsmet Paşa anlatıyor : "Anadolumuz ve dağlarımız kolay işgal olunacak yüz bin, iki yüz bin beş yüz bin kişi ile bir ayda beş ayda bir ucundan girilip öbür ucundan çıkılacak yerler değildir. Allah bizim dağlarımızı tepelerine çıkalım dünyaya karşı hür, serbest teneffüs edelim diye yaratmıştır. Bir millete esareti kabul ettirmek için milyonlarca kuvvet, senelerce vakit, milyarlarca servet harcamak gerekir.... BUNU BİZ KENDİMİZ UZAK VİLAYETLERİMİZDE VE MESELA YEMEN VE SAİREDE UZUN MÜDDET TECRÜBE ETTİK..." Erkanı Harbiye Reisi anti emperyalist karakterleri için böyle derken, Mudafai Milliye Vekili Fevzi Paşa : " ...Ben harbi umumideki levazım reisleri kadar cesur değilim maatessüf. Bizim hükümetimiz sırtını Almanya'ya dayayarak bol bol altınlar milyonlarca paralar sarfeden Hükümet gibi zengin değildir.... Bendeniz masraf konusunda iki şey düşünüyorum; tasvip buyrulursa onu tatbik edeceğim. MESELA BEN DIŞARIDAN BİR KAPUTU BEŞ LİRAYA ALIYORUM, DAHİLDE ON LİRAYA ÇIKIYOR. FAKAT BEN YİNE DAHİLDEN ALIYORUM. PARA MEMLEKETTE KALSIN DİYE. BU SURETLE MEMLEKETTE SANAYİ DE İLERLER. ...Yoksa hariçten ucuz geliyor diye memleketten bir şey almayalım mı ? (Yok yok sedaları)" diyerek ittihat terakkiden devir aldıkları kapitalist ve kapital birikiminin yolunu anlatıyordu. Bu konuşmalar Mustafa Kemal' in de "... artık kuvayi milliyeyi hüsnü hal ile tensik zamanı gelmiştir.." diye konuştuğu 1921 yılı meclis konuşmalarıdır. Bu üç konuşmayı yan yana almakta ki amacım Kemalizmin herkesçe bilinen ama çeşitli politik söylemlerle (MDD tezine temel sağlamak için, bürokratik sol anlayışa yol açmak şimdilerde de Asya'ya yönelmemizi sağlamak üzere) göz ardı ettirilen niteliği içindir. Bu tavırlar bileşimi hem Kemalizm için hem de saldıran emperyalist güçler için açıklanabilir, ibra edilebilir düşünce biçimidir, haklıdır. Ama ... sosyalistler bu okumayı yaparken daha ölçülü ve dikkatli olmak zorundadır. Çünkü sosyalistlerin de aynı Kemalistler' den ayrı olarak bir iktidar perspektifleri , istekleri ve mücadeleleri vardır. Bu mücadele yolunda elbette ittifaklar kuracak veya daha doğru bir deyimle kendileri için iktidar yolunu açacak tüm yönelimleri destekleyeceklerdir. Bu da her zaman bir rezevr koymayı gerektirir. Bunu da elbette sınıf çıkarları belirler. İttifakların veya yandaşlığın doğal karakteri budur. Osmanlı ya da Türk solu diyebileceğimiz tüm sol hareketleri doğaları gereği ve doktrin gereği batılıdır ve aydınlanmamanın öncülüğünü yapan, emperyalizme karşı mücadele veren tüm güçlerle birlikte olurlar. Fakat bu birlikteliğin ideolojik belirleyicisi "işçi sınıfıdır". Bu birliktelik onların programlarının ve yönelimlerinin değil fiili durumların desteklenmesidir. Yani Kemalizm'in anti-emperyalist karakteri ile hiçbir zaman varolmamış ya da en azından politik bir söylemden öteye anlam ve içerik kazanmamış, veya başlangıçta öyleyken (ki bence değil) kısa sürede iz değiştiren anti kapitalist özelliğini aynı kaba koymamak gerekir. Zira bu yapılmazsa bizim perspektifimizde de önemli bir kaymaya neden olacak yönelimlere düşeriz. İlericiliği kendinden menkul, katı bir devletçiliği kalkınma modeli olarak uygulayan hiçbir ideoloji ve uygulayıcısı sınıfın ayrı bir "devlet" perspektifi olamaz. Nitekim bu dönemi bugüne temel edinmek isteyenler 1925 ile 1938 arasını çok kurcalamazlar. Tek kurcalanan yönü ise sermaye birikimi için devletin tüm baskıcılığının örtbas edilerek, devletçi ekonomik yönelimin erdemlerinden söz etmektir. Ama kabul etmek gerekir ki bu ekonomik şablon da bugünü kurtarmaya teknik olarak bile uygun değildir. Daha sonra değinmek üzere şunu söylemekle yetinelim. Bütün devlet eliyle kurulan sektörlerin (bankalar, fabrikalar) yönetimi o dönemde doğrudan Meclis üyelerinin ve onların atadıklarının elindedir. Şimdiler de ise sağcısı solcusu ekonomiyi bu adamların elinden kurtarmaya çalışıyor. Nitekim bütün anketler, güvenilirlik konusunda toplumsal eğilimimizin ilk sıraya TBMM 'yi değil ORDU 'yu koyduğunu göstermektedir. Diğer bir ifade ile "politik zaaf içindeki parlamento (siyasiler)" yerine çıkış yolunu ORDU gösterecektir. Yani ulusal kurtuluşta M.Kemal'in ısrarla sivil yönetimden çekmek istediği ORDU şimdilerde kurtuluş yolu olarak ikame edilmektedir. Ve böyle bir iktisadi modelin yani anti-kapitalist ekonomik modelin ancak katılımcı ve özyönetimci bir esas üzerine inşa edilebileceğini görmezden gelerek tepeden inmeci, ceberrut bir kalkınma modeline meşruiyet kazandırılmak istenmektedir. Olmayacağı, olamayacağı biline biline. Tanzimatçı kafa da aydınlanma düşüncesinin silahlı zinde güçler tarafından halka kabul ettirilmesi demek değil midir ve günümüzde bir kalkınma modeli olarak uygulanaz mı ? Bu sorunun yanıtını ise demogojik, hamasi, bağımsızlık sosuna bulanmış cümlelerin ötesine geçerek vermek olanağı yoktur. Üniformasını çıkaran alt rütbeli bir paşanın önünde topuk vurup emrine giren paşaların yerini, sarışın ve hoş bayanların önünde topuk vurup şak diye emir alan Generallere varan bir yapının artık ilericiliği, bağımsızlıkçılığı söz konusu edilebilir mi ? M. A.Aybar' ın önerdiği, halkın siyaset alanının "yatay örgütlenmelerle" alabildiğine genişletilmesi esasına dayalı bir demokrasi ile verilecek "2. Kurtuluş savaşı" önerisi bu parantez içine alınabilir mi? 

Böylece slogan düzeyinde İNADINA Editörünün de tereddüt etmeden imza atacağı bir saptamaya geliyorum. Anti Emperyalist mücadele Anti Kapitalist mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. 

ULUSAL BAĞIMSIZLIK ULUSLAR ARASI MÜCADELENİN ORTAK
HEDEFLERİNDEN BİRİDİR.

Bir Partinin ÇİN DEVLETİ' nin etkinliğinde olmasını istediği bir Asya projesi veya MHP'nin ırkçı yaklaşımlı Turan ülküsüne dayanan bir Asyalılığın sol açısından bu ikisi kadar değil daha da vahim sonuçları olacaktır. Hele sol adına Sultan Galiyef 'e dayandırılmaya kalkışılan, atom silahı ile güçlenmiş bir Asyalı muhalefet cephesinin, Türkiye işçi sınıfını, çözüm üretme ve iktidara yönelme ve alma mücadelesinde ve elbette dünya sosyalist hareketi içindeki yeri açısından, düşünce ve eylem yeteneğini nasıl sınırlandıracağı ortadadır. Yukarıda anlattıklarımıza koşut olarak Kemalist bir bağımsızlık mücadelesinin, Müdafa-i Hukuk ruhundan ve işçi sınıfı ideolojisinden kopartılarak verilebileceğini sanmak, Avrupa Proletaryasından kopartacak projelere ilericilik ve "onur" vehmetmek tarihle alay etmektir. Hani meşhur sözü vardır sakallı dehanın. "Tarih iki kere tekerrür eder, ilkinde trajedi ikincisinde komedi olarak." der. Zaten bizim bu esaslara dayanan "Bağımsız Türkiye Sosyalizmi" projemiz kesinlikle düşünsel anlamda çözümlemeci ve kendine özgü fakat diğer bütün ülkelerin proletaryaları ile dayanışma içinde olan gerektiğinde onlara yardım eden ve onları yardıma çağıran bir enternasyonal plana dayanan, devletçi bir ekonomiyi değil anti-kapitalist bir ekonomik geçiş modelini öneren, bireyin hakkının devletin her türlü hakkından üstün gören bir eylem projesidir. Tek kelimeyle "özgürlükçüdür". Ceberrut devlet anlayışı üzerine inşa edilen hiçbir yapılanmayı "insana özgü" kabul etmez. Bu söylemi öne çıkarmakla diğer sol kesimlerden tümüyle ayrıdır ve marksist esaslara dayanır. Bu esasların başında diğer sol anlayışların kısaca Bolşevizmle özdeşleşmiş ve böylece de yerelleşmiş bu nedenle de lokalize olarak tek ülke için tüm dünya proleteryasını dışlamış görüşlerle mücadele etmiştir. Buradan yola çıkarak gerçek bir marksist parti kuramı oluşturmaya çalışmıştır. Bu nedenle, TİP tüzüğüne konan bu alıntı ile ilintisini de sadece yapısal bir çözümlemenin öncülü olarak kabul ederek ile sonuca varmamak gerek. Salt bir politik söylem olarak da ele alınması olanaklı değildir. Hatta M. Kemal' in hiç kimse tarafından (en azından kendi yakın çevresi tarafından bile unutturulmak istenen TT, c 1 s.178) bilinmeyen, raflarda unutulan bu sözlerini alarak sosyalist bir siyasi partinin programının başına koymak en azından elbette politik bir meşrulaşma çabasının ürünü olarak bile ele alınabilir. Bu önemli bir kesim sosyalist için böyledir. Ama öte yandan bizce bu meşrulaştırma çabasının yanı sıra şunu da açıkça ortaya koymak içindir. "...Meselenin önce Milli Kurtuluş, sonra sosyalizm şeklinde konması temelden yanlıştır. Ve bize her iki davayı da kaybettirir. ...Milli Kurtuluş mücadelesine sosyalist bir öz kazandırılmazsa Amerika'ya aracılık edenlerin onun desteği ile Milli Kurtuluş hareketini kolayca yozlaştıracakları muhakkaktır. (BDS, s.463)" der ve "milli kurtuluş savaşını ayaklanan halkla ilk kez buluşan aydınların" başarısı olarak görür. Aynen, TİP 'de de çok önemsediği "halkla ya da işçi sınıfıyla bütünleşmek" perspektifiyle bu hareketleri adeta kutsar. İşte TİP tüzüğünün (daha sonra SDP) başına konan alıntılara bu parantez içinden bakmak gerekir. Yoksa bu alıntıları TİP tüzüğünün başına koyarken AYBAR, anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadeleyi kabul edenlerin (1.TBMM) bu ilkelere, "padişah ve hilafeti kurtarmak için" oy verdiklerini (Bildirge, 1.md) bilmez mi ? Bağımsızlıkçı niteliği ile, M.Kemal önderliğinde ki Milli Kurtuluş savaşı Afrika ve Asya ülkelerinin geri kalmış sömürge toplumları için de büyük bir ışık yakmış ve mücadele yolunu kurabilme azmini getirmiş fakat, sömürgelerin yolunu açan bu savaşın mutlaka anti-kapitalist savaşla bütünleşmek zorunluluğu da aynı süreç içinde 'zorla' ortadan kaldırılmıştır. Ve bu özelliği ile geri kalmış ülkelerde bu savaş, ezilen halklarını kurtarmak için, ilerici askerlerin kendi devletlerini ele geçirmeleri ve sömürge sisteminin dışına çıkacak yapılanmaya yönelimlerine ilham olmuştur.Fakat dünyanın böylesine belirlendiği bir sürecin temel belirleyicisinin SSCB 'nin kuruluşu olduğu gerçeğini de görmezlikten gelemeyiz. Kanımca, 1920 'lerden itibaren SSCB'in "tek ülke sosyalizmi" ne yönelmesi (Lenin) 1925 'lerden sonra ise artık devletleşmiş parti yönetiminin taşlaşması (Stalin) belki de "kokuşan tarihin" başlangıcıydı. İşte yaşanan bu süreçten ve özellikle 2. Dünya savaşından sonra, ordular eliyle kurulan bu bağımsız ülkeler, 3. Dünya örgütlenmesi adı altında yeni bir blok oluşturmuşlar ve bir döneme damgalarını "ilerici diktatörlükler" olarak vurmuşlardır. Ama Anadolu ihtilali modelinden ayrı olarak ve unutulan bir ayrıntı vardı ortada. Halkın kendi öz örgütlenmesi yoktu; üstelik var olan küçük örgütlenmeler de en kesin şekilde bu diktatörlükler tarafından hemen eziliyordu. Kısaca proletaryanın öncülüğündeki ezilen halkın öz örgütlenmesine dayanmayan "Milli Devlet" ler emperyalist imparatorluk sisteminin ötesine geçmek isteyen ama kapitalizmde takılıp kalmış olduğundan bunu becerebilmeleri eşyanın yasasına aykırı olan oluşumlar olarak bugünün "gerici diktatörlükleri" olmuşlardır. Ve hala daha bazı 'sol' çevreler tarafından ittifak kurulması gereken 'bağımsız' ülkeler olarak görülmektedirler. Tanzimat kafası denilen ve aydınların "kadro" oluşturarak kurdukları devletçi sistemlerin emperyalist sistemden uzun soluklu bir kopuşları, dolayısıyla bağımsızlıklarını sürdürebilmeleri, çok yakın tarih içinde bile doğrulanmışken şimdiler de yapılan nedir ? İşte tam bu noktada Tanzimatçı kafa "tepeden inmeci" tavrıyla ortaya çıkmaktadır. Sol olması olanaksızdır zira ayrı bir devlet perspektifi yoktur. Burjuva devlet aygıtını aynıyla ama daha da baskıcı olarak kendi halkını kurtarmak için kullanmayı tasarlar. Oysa tek kurtulan "Devlet" oluir. Tanzimat kafası budur, böyle ilericidir. Sosyalistlerin hiç vazgeçmemesi gereken demokratik özgürlüklerin geliştirilip, siyasal alanı çoğaltmak ve devleti küçültmek projesinin yerine "Onurlu Devlet" koruyuculuğu en demogojik söylem olarak konulur. Meşrutiyet ister ama monarkın yerine kendini koyar. Kutsal olan, dini sığınakları da kullanan bir iktidar erkidir. Kutsaldır. Dinin kutsiyet kavramını kendi iktidarı için içselleştirmiştir. Padişah gerçekten kendisinin kutsal olduğuna ve dokunulmazlığının tanrı tarafından sağlandığına inanan kişidir. Bu dokunulmazlık tarihi süreç içinde ve aydınlanma dönemi ile birlikte yerini kendilerine kutsiyete değil ama güce ve bilmeye dayanan aydınlanmacı Roberspierre'lere devretmiştir. Bunlar da devletle özdeştirler. Devlet kişiden zümreye geçmiştir. Tepeden halka iyilik yaparlar. Bu kan dökülerek yapılacaksa da yapılmalıdır, kelleler bu uğurda alınmalıdır. Bu aslında tarihi olarak bir kategoridir ve ilerici bir kategoridir. Doğu' da ki aydınlanmacı hareketler de batılı olmakla özdeştir, batılı normların peşine bu nedenle düşerler zira "muassır medeniyet" buradan neş'et etmektedir. Bu kuramsal olarak ve herkes için kabul edilebilir ve gerçeklik haline sokulur. Namı-ı diğer "reel politiktir", bütün reel politikaların sığındığı gerekçe ile devletin onurlu yaşaması ve yüceltilmesine değgin söylem geliştirir. Üstelik kalkınma sadece teknik bir sorun olduğundan halka rağmen gerçekleştirilebilir bir şeydir. Bunun ideolojik kılıfı da hazırlanır. Stalin' in buyurduğu gibi tarihi kategoriler vardır ve hemen birinden diğerine geçilebilecektir. Bu zaten mekanik bir kalkınma sorunudur. Bunu da işçi sınıfı yerine bir parti yapabildiği gibi bir kadro da yapabilir. Karşı çıkmak, "onurlu devleti" yıkmakla özdeştir. Bu nedenle ne Tanzimatçılar ne de İttihat Terakki, ne de Kemalistler, tarihi süreçler olarak geri ve gerici olarak nitelenemez. Bizim karşı çıkış açımız ise ilericiliklerinin "devletin kutsanması ve dokunulmazlığının ebed-müebbed olması" ile sınırlanmış olması ve istemeyenlere bile kelle alıp kelle vermek pahasına yani kanlı bir özgürlük götürme istem ve yöntemleridir. Ezilenlerin birey olmak yani özgür olmak istemleri burjuvazinin kutsal devlet anlayışı ile çarpışır. Elbette kırılan ezilenlerdir. Böyle olması zorunludur çünkü esas mesele devletin niteliğinin üretim ilişkilerine bağlı olarak tümden değişmesi değildir. Ekonomik model konusundaki sıkıntılar ise, devletin ekonomik alanda da erki ele geçirebileceğinin ve ekonomik gelişmenin temel aygıtı olabileceğinin keşfi ile başlamıştır. Devletçi ekonomilerin ortaya çıkması sadece kapitalizme yarayacak sermaye birikimin bir modeli olarak ele alınamaz. Bu doğrudan doğruya siyasi erki elinde bulunduran sınıfın (bürokrasiye sınıf demek sizi yaralıyorsa zümre deyin) birikimin üzerindeki tasarruf hakkını kullanarak toplumun sınıfları arasında denge kurma aramalarıdır. Bu denge her zaman kendi egemenliklerini pekiştiren ve kendilerini besleyen sermayeden yanadır. Örneğin Tersane işçileri Bab-ı Ali'ye yürüyerek sadrazama ücretimizi arttırın demek cüretini gösterdiğin de denge bozuluverir (1872) . İşte bu baldırı çıplakların istemleri giderek devlete yönelecektir. İşte devleti korumak ve kollamak burada hemen devreye sokulur. Gene de "Batı" nın modernitesinden esinlenmiş Osmanlı bürokratlarının Özgürlük, Adalet, Eşitlik sloganları ile devletin yönetimini ele geçirmelerine ve meşruti bir monarşiye yönelmelerini öyle bir kalemde tanzimatçı ilericiliği falan diyerek silip atamazsınız. 27 Mayıs'ı silip atamayacağınız gibi. Tanzimatçı hareketler karşı çıktıkları iktidar biçimine göre göreceli bile olsa, toplumsal sistem niteliği olarak ilerici hareketlerdir. Ve çağın devrimcileri de tepeden inmeci aydınlanmacılardır. Fransız devrimi, Amerikan devrimi, Anadolu İhtilali dünyayı yepyeni ufuklara götüren halk hareketlerini halka rağmen manipule eden tepeden inmeci, ama kategorik olarak ilerici hareketlerdir. Yazının başında da söylediğimiz gibi İNADINA editörünün bu konudaki tespiti çok doğrudur. Yani bu tepeden inmeci ilerici hareketler de vurucu güç (moda deyimle tetikçi kitle) olarak (Marks'a atıfla) donsuzları kullanır. 

Ve onları kurtarır. 

SONA BİR ADIM KALA İZDÜŞÜMÜ

İşte artık çağın bu aşamasında sosyalistlere düşen görev ; kurtarılmayı reddetmekten geçmektedir. Türkiye prolateryası yüzünü ilerici / demokrat Avrupa proletaryasına dönmeli ve onunla birlikte kuracağı sosyal Avrupa oluşumunu desteklemelidir. Tam bağımsızlığın yolu ceberrut bir asyalılığı dayatan tanzimat solcusunun kafasının içinden değil "özgür" insanların birlikteliğinden geçmektedir. Hala daha bizim işçimizi "milli sanayicimiz" sömürsün yabancılar sömürmesin diye anlaşılmaz bir mantığa dayalı bir bağımsızlık anlayışı tam anlamıyla tanzimatçı kafaların işi olsa gerektir. Kısaca, işçileri hangi ülke burjuvazisinin sömüreceğinin hesabı onurlu bağımsızlık gibi ne idüğu belirsiz kavramlarla bezeniyor. 

İşgalci emperyalistlere karşı Anadolu'da filizlenen ve yerel kongrelerle kendini örgütlemeye çalışan hareketler ise Osmanlı Devletini kurtarmak üzere planlanmıştır. Kuvayi Milliye olarak ortaya çıkan güçlerin temel amacı Padişahı ve Hilafeti kurtarmaktır. Padişah ve Hilafet kurtarılırsa ülke de kurtulacaktır. Meclisi Mebusan' da yeni ve dar Osmanlı topraklarının sınırları çizilmiştir. Misakı Milli bu sınırların korunması içindir. Fakat önceki ilerici hareketlerin ötesinde bütün insanlık kendisine bambaşka ufuklar açan bir başka dünya görüşünün etkisi altındadır. Tüm Avrupanın üstünde bir heyula dolaşmaktadır. Nitekim, Osmanlı aydınları da bunun dışında değildir elbette. Osmanlının işgal edildiği ve mütareke yılları diye adlandırılan bu dönemde "işgal altındaki İstanbul'da grevler oluyordu. Tramvay işçileri grevi şirket-i Hayriye grevi gibi. İşçi partileri kuruluyordu. Türkiye Sosyalist Fırkası adıyla yeniden kurulan İştirakçi Hilmi'nin bu partisinin yanısıra daha bir çok sosyalist parti kurulmuştur. Ama bunların en önemlisi Şefik Hüsnü'nün ve arkadaşlarının kurduğu Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist ırkasının ayrı bir yeri vardır. Bu parti kah illegal olarak kan legaliteye çıkarak yaşamını sürdürecektir. TİÇSF işgal altındaki İstanbul'un zor koşullarında işçileri örgütlüyordu. Kurtuluş, Aydınlık, Orak Çekiç gibi yayınlarla kamu oyu oluşturuyordu. Türkiye sorunları hakkındaki görüşlerin, çözümlemelerin her zaman isabetli olduğu söylenemez ise de bunların söylenmesi ileri bir adımdı. Üstelik Aydınlık kurduğu Türkiye İşçi Derneği ile tüm solu birleştirme çabasına girmişti.... Ne var ki memleketin kalbi artık İstanbul' da değil Anadoluda atmaktaydı. İkinci Meşrutiyetinde partilerin de sonu gelmişti. Müdafai hukuk cemiyetleri dönemine giriliyordu... Bir ölüm kalım savaşıydı bu. Anadolu insanları emperyalizme karşı tarihin yazdığı ilk Ulusal Kurtuluş Savaşını veriyorlardı. ..Kuşkusuz Türk sosyalistlerinin yeri de bu savaşın içindeydi...Fiilen ilk mecliste yer aldılar...(SDP s.124) İşte bu sosyalist hareketlerin ve 1917 Rus devriminin Türk ihtilalcileri üzerindeki etkisi onların bu savaşa anti-emperyalist ve anti-kapitalist olarak başlamalarının en ilerici yönünü oluşturur. Çok kısa bir kapılıştır bu ve iki sene içinde TKP gibi hem TİCSF gibi partiler ve yöneticileri tez elden yokedilirler. Ama bu aynı zamanda Kuvayi Milliyenin de yok edilişi ile dönemdaşlık taşır. Aynı anda halkın kendi örgütlenmesi demek olan Kuvayi Milliye ve gene halkın öz hareketi demek olan solcular tasfiye edilmiştir. Bunun özeti ise mücadelenin kapitalizmle ilişkin kısmının gündemden çıkarılmasıdır. Böylece geriye salt bağımsızlık kavramını yücelten anti-emperyalist mücadele kalmıştır. Bu da Aybar' ın doğrudan tespiti ile anti-emperyalist mücadelenin kapitalizmle mücadeleden koparılması halinde mutlaka sonun da yeniden emperyalizme teslimiyet anlamı taşıyacağıdır. Ancak bunun teorik olarak bizi ilgilendiren en önemli yanı bu değildir. Bu yok sayışın üzerine kurulu ülkelerde bağımsızlığın "özgürlükleri" de yok etmesidir. 

 
sayfa başına dön