|
|
Prof. Dr. Çetin Yetkin
"Susurluk araştırılmadı"
Susurluk davası kararının kesinleştiği anlaşılır
anlaşılmaz özel timci Korkut Eken'i korumak için ortaya atılan
dört emekli, iyi ki o sözleri söylemişler. Böylece, bunca yıldır
Türkiye'de neler olup bittiğini, kış uykusunda oldukları için
fark edemeyenler bile öğrendi. Olayın sadece Susurluk kazası
sonrası ortaya çıkanlarla sınırlı kalmadığı, çok geniş
boyutlu ve onlarca yıllık bir geçmişi olduğu anlaşıldı. Özellikle
Susurluk kazasından sonra, devletin tepelerine çöreklenen çeteler,
uyuşturucu kaçakçılığının bu çeteler marifetiyle yönetilmesi,
PKK bağlantıları ve daha neler nelerin anlatıldığı kitaplar
yayımlandı; belgeler ortaya çıkarıldı. Sorumlulardan tık çıkmadı.
Kendilerine hiçbir şey yapılamayacağının güveni içinde iyice
şımarmışlar, arsızlaşmışlar, gözleri dönmüştü. 1 Mayıs
katliamı gibi korkunç olayların kanıtlarını yok edecek kadar
pervasız davranabiliyorlardı. Ama gün geldi, devran dönmeye yüz
tuttu. Dileyelim, tam döner de bundan sonra yapanın yanına yaptığı
kâr kalmaz; faili meçhul cinayetler aydınlanır, ülkemiz katılımcı,
şeffaf, demokratik bir yönetime kavuşur. Bu bağlamda, emekli paşaların
çıkışı, Susurluk davası, devletin uzun zaman kimlerle işbirliği
yaptığını, faili meçhul cinayetleri bir dönemin Ağır Ceza,
sonra da DGM Savcısı Prof. Dr. Çetin Yetkin'le konuştum.
Leyla Tavşanoğlu:
- Susurluk sizce 1990'lı yılların sorunu mu? Yoksa bu sorunun
kaynakları onlarca yıl öncesine mi dayanıyor?
-Kamuoyunda ''Susurluk''diye bilinen ve en son davası karara bağlanan
olay kesinlikle son yılların işi değildir. Bu, çok daha
eskilere giden bir oluşumdur. Bunun çok kesin bir kanıtı da var.
Son davanın kararını incelediğimiz zaman bütün dava iki kişinin
adı üzerinde odaklanıyor. Bunlardan birisi Abdullah Çatlı, öbürü
Haluk Kırcı.
Öbür kişiler bunları tanıdıkları, bunlarla işbirliği yaptıkları
için suçlu görülüyorlar. Kurulduğu belirtilen çetenin de en
kesin delili bu iki kişinin bunların arasında bulunması olarak gösterilmiş.
Abdullah Çatlı'yla Haluk Kırcı'nın adının duyulması bile çok
daha eskilere gider. Dosyada da bu açıkça belirtilmiş zaten.
Bunların birlikte bilinen ilk eylemi 1977'de yedi gencin öldürüldüğü
Ankara'daki Bahçelievler katliamı. Haluk Kırcı bu olayla ilgili
olarak ilk alınan ifadesinde de son alınan ifadesinde de bu olayı
Abdullah Çatlı'nın emriyle yaptığını, ayrıca Abdullah Çatlı'nın
gençlerden ikisini bizzat sorguya çekerek kendisinin öldürdüğünü
belirtiyordu. Bu ikisi işbirliklerini sürdürmüşler ve Haluk Kırcı
cezaevinden çıktıktan sonra hep birlikte olmuşlar. Dava, bu iki
kişi üzerine odaklanmışsa, bu iki kişi işin belkemiğini oluşturuyorsa,
vurucu gücüyse olayı bir tek
''Susurluk''diye sınırlandırıp bağlamak son derece gerçeklere
aykırı bir davranış olur.
- Hanefi Avcı da ifadesinde aynı şeyi söylemiyor mu?
- Evet. Karara dayanak olan Avcı'nın ifadesinde de bu
belirtiliyor. Bunların daha önce, çeşitli eylemlerde, yurtdışında
kullanıldığı ifade ediliyor. O zaman, bu kişiler temel alınınca
olayı en az 1977'ye kadar götürmek lazımdır. 1977'deki bilinen
olay olduğu için söyledim. Daha da eskiye gitmek gerekir.
- Peki, Susurluk davasının kararı açıklanıp Korkut Eken'in
mahkûmiyetinin kesinleşeceği anlaşılınca birdenbire düğmeye
basılmış gibi dört emekli general üç gazeteye aynı anda açıklama
yapıyorlar. Bu, mantık çerçevesinde nasıl izah edilebilir.
- Bunun açıklaması gerçekten güç. Yalnız, aynı anda açıklamaları
güç olmakla kalmıyor; aynı olayda açıklaması güç olan başka
taraflar da var. Bakın, bu başkaları tarafından da dile
getirildi. Eski MİT Müsteşarı Teoman Koman Paşa, TBMM Susurluk
Komisyonutarafından ifade vermeye çağrılmıştı. ''Ben hiç
kimseye ifade vermem''
diyerek gitmedi. O sırada ona şans da verilmişti. Dava görülmekteyken
böyle bir açıklama yapmak davayı etkilemek demektir, düşüncesiyle
bugüne kadar susmuş olup da karar verilince bir yanlışlık oldu,
kaygısıyla konuşmuş olabilirler. Ama dosyayı okumadan açıklama
yaptıkları besbelli. Okusalardı böyle bir açıklamadan mutlaka
kaçınırlardı. Çünkü normalde bir insan, işlenen birtakım suçlarla
ilgili olarak
''Ben emir verdim''açıklamasını yapmaz. Eski Korkut Eken açısından,
tanıdıkları Korkut Eken bakımından bu açıklamayı yaptıklarını
sanıyorum. Ama o rütbeye gelmiş, o sorumlulukları almış
insanların böyle bir hataya düşmeleri de affedilir bir şey değil.
Gazetelerde bu açıklamaların nasıl yayımlandığı benim
gazetecilik anlayışıma da uymuyor. Aslında bir basın toplantısı
yapılırdı, herkese duyurulurdu.
- Evet, neden üç gazete seçildi?
- Önemli soru bu. Bunu ben açıklayamam. Ama en azından yanlış
bir tutum. Üstelik de gazeteler arasında ayrım yapıldığını
ortaya koyuyor. O ayrımı niye yaptıklarını da kendilerine
sormak gerekir.
- Dava dosyasına bakıldığı zaman hedef olarak hep Mehmet Ağar
ve Sedat Bucak görülüyor. Bir yandan işin patronları Mehmet Ağar
ve Sedat Bucak görünürken ve onlar serbestçe ellerini kollarını
sallayarak dolaşırlarken neden öbürleri mahkûm edildi? Bu,
hukuk tekniği açısından doğru bir karar mı?
- Bizim demin söylediklerimiz Türkiye'nin genel siyasal gelişimi
açısından bir değerlendirmeydi. Daha sonra o konuya bir daha değinmek
istiyorum. Ama siz şimdi hukuk tekniğini sordunuz. Burada hukuk açısından
bakarsak bir haksızlık var. Hukukun temel ilkelerinden birisi şudur:
Bir şeyin azı serbestçe, ceza görmüyorsa onun çoğu serbest
olmalıdır; ceza görmemelidir. Ya da azı ceza görüyorsa onun
daha fazlası mutlaka cezalandırılmalıdır. Dosyayı incelediğimizde
karar çok kesin bir biçimde çete olduğunu söylüyor. Eğer bu
çete kesin biçimde varsa, kararda belirtildiğine göre çetenin
reisi
Mehmet Ağar.
- İyi de Mehmet Ağar da Sedat Bucak da hâlâ milletvekili. TBMM
onların dokunulmazlığının kaldırılması için ne yapıyor?
- Şu çok şaşırtıcı:
Paşaların açıklaması üzerine TBMM'de milletvekilleri, hatta
bakan düzeyinde kişiler,
''Adalete müdahaledir. Yargıya karışmaktır'' diye açıklamalar
yaptılar. Ama adalete asıl müdahale eden de kendileri. Çünkü
Mehmet Ağar da Sedat Bucakda hâlâ o Meclis'in çatısı altındalar.
Bu karardan sonra onların dokunulmazlıklarının kaldırılması
yeniden gündeme gelmeli. Ama gelmiyor. Dokunulmazlıkla ilgili
anayasa maddesinin birinci fıkrası dokunulmazlığı kesin olarak
koyar, ama ''Ağır cezalık ve suçüstü hallerde savcılık ve
mahkeme gereğini yapar. Hatta tutuklanır. Ondan sonra dokunulmazlık
kalksın diye TBMM'ye gider''der.
TBMM'de bir milletvekili öbürünü vurmuştu. Vuran hemen
yakalanarak tutuklandı. Sonradan dokunulmazlığı kaldırıldı.
Susurluk'taki savcının, gerçekten Sedat Bucak'ı, o kadar silahla
toplu silah kaçakçılığından suçladığı ortadayken neden bu
yola gitmediğini merak ediyorum. Ya bilmiyordu ya da biliyordu da
yapmadı. Sedat Bucak o tarihte tutuklansaydı, işler çorap söküğü
gibi açığa çıkacaktı. Bunu da işin hukuksal yönden aksak
noktası olduğu için söylüyorum. Burada asla Korkut Eken'i
korumuyorum. Çok çirkin bir suç işlemiştir. Ama çok daha fazla
çirkin ve vahim suçlar işleyen, hatta suç işlemekten de öte
eylemlerde bulunanlar ellerini kollarını sallayarak serbestçe
ortalıkta dolaşıyorlar. Olay Korkut Eken'in üzerinde yoğunlaştırılarak
kapatılmak istenmektedir, gibi geliyor bana...
- Peki, aynı mahkeme bu konuda dava açabilir mi?
- Mahkemenin kendisi dava açamaz. Ben onun için söylemiyorum.
Kararda,
''Bunun gerisinin getirilmesi gerekir'' hükmü de var. Ama
mahkemenin dışında olayı gündeme getirenler, o soruşturmayı
yapma durumunda olanların bu noktaları bu şekilde öne almaları
gerekir. Orada bir önemli nokta daha var. Bir an için kendimizi
PKK'ye karşı yürütülen mücadelenin içinde olan birisi gibi görelim.
Bu silahlı mücadelede en ağır yükü Özel Harekât timleri çekti.
Ama PKK tam siyasallaşırken, hatta bu bakan düzeyinde (Mesut Yılmaz)
telaffuz edilirken siz, bu silahlı mücadeleyi yapan kişilere yıpratma
kampanyası açacak olsanız zayıf yerinden vurursunuz. İçindeki
ahlaksızlıkları, kötülükleri bulur, bunu kamuoyuna
getirirsiniz. Bu adamlar, gerçekten de o pisliğin içine batmışlar.
Ama yaratılan öyle bir hava var ki bu pislik tüm Özel Harekât'a
mal edilmek isteniyor. Bu çok sakıncalı; mücadele azmini kırar.
- İyi ama bu insanlar savaş koşullarında o pislikleri yapmadılar
ki...
- Ben bu insanların buralarda yaptıklarını kastetmiyorum. Doğrudan
doğruya savaş alanındaki mücadelede, ateş altındayken insanlar
TCK'nin şu maddesi diye aklına getirmez. İşte bu davalar,
lokalize edilmeyip de genelleştirilir, bazı çevrelerce adeta bir
PKK yandaşlığına döndürülürse bu defa orada savaşan insan
çok tedirgin olur; pasif kalmaya başlar. Bu da bir psikolojik harp
taktiğidir. Ne yazık ki bu tuzağa da düşülmüş olunuyor. Olay
çok net ortaya konulmalıydı. Bu adamların işledikleri pis suçlar
net olarak açığa vurulmalı, hukuki sorumlulukları mahkeme kararında
çok net belirtilmeli. Mahkeme ancak bunu yapar. Ama başkaları
bunu genelleştirerek PKK mücadelesini zafiyete uğratacak hale
getirmemeliydi. Bana, böyle bir oyuna düşüyoruz, gibi geliyor.
- Bu kanıya kapılmanıza yol açan başka kanıtlarınız var mı?
- Var. Bakın, bu olayın ortaya çıkmasında önemli bir nokta
var. Kazadan yirmi dakika sonra Mehmet Özbey'in Abdullah Çatlı
olduğunu bildiren kişi Mehmet
Eymür. Tarık Ümit'in kızına, ''Senin babanın öldürülmesinde
Korkut Eken'in de rolü var''
diyen kişi bizzat Mehmet Eymür. Ama bunu resmi makamlara
bildirmiyor, sadece Tarık Ümit'in kızına söylüyor. Mehmet Eymür
şimdi ABD'de. Bütün bunları tek tek değerlendirmemiz gerekir.
ABD'de bir kişi daha var. O da Fethullah Gülen
. Olayı, bir Korkut Eken, beş-altı kendini bilmez, ama gerçekten
ağır suç işlemiş polis memuruyla sınırlandırmak başka, bir
de olayı bütün sosyal, siyasal, askeri boyutlarıyla ele almak başka.
Biz sanıyorum, sapla samanı birbirine karıştırdık.
- Bu çetenin uyuşturu kaçakçılığı yaptığı, haraç aldığı,
adam öldürdüğü kararda da belirtilmesine karşın bu kişiler
hakkında bu suçlardan neden ayrı ayrı davalar açılmadı,
sizce?
- Bunlar çok vahim suçlar. Yurtdışına uyuşturucu kaçakçılığı
yapılırsa bu suç idam cezasını gerektirir. Eğer bu yurtiçinde
yapıldıysa müebbet hapis gerektirir. Bunlar neden soruşturulmuyor?
Çeteden mahkûm olmak, mutlaka o suçları işlemeyi gerektirmez.
Ama o suçları işlemek amacıyla çeteyi kurmak yeter. Ama o suçları
işlerseniz durum daha değişir. Yargı organı, ''Bunlar bu suçları
işlediler''diyor. Ama hiç kimse harekete geçmiyor. Çete kurarak
uyuşturucu kaçakçılığı yapmak en ağır suçlardan birisidir.
Adam öldürmek, çok ağır bir suç.
- Size şöyle bir hatırlatma yapmak istiyorum. 1978 yılında CHP
azınlık hükümetinin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, Yüksekova'da
bir uyuşturucu kaçakçılığı çetesinin varlığının ortaya
çıkarılmak üzere olduğunu telaffuz etmiş ve en azından o dönem
için siyasi hayatı bitirilmişti...
- Aslında bu bağlantıları kurmak çok kolay. Ben size başka bir
olay anlatayım. 12 Eylül öncesiydi. Deniz polisi Sarayburnu açığında
bir deniz motoru yakaladı. İçi tepeleme mermi doluydu. Bir hafta
kadar sonra gazetelerde okuduk. O deniz polisi motorunun çalışanları,
çımacısına kadar Anadolu'nun çeşitli yerlerine dağıtılmışlar.
Bu olay polisin üzerinde son derece olumsuz bir etki yapmış,
''Bir daha nasıl kaçakçılık olaylarıyla mücadele ederiz?''
tartışmasını getirmişti.
- Bir de bütün o toz duman arasında sadece milliyetçi sağ değil,
sol adına da suç örgütleri kuran, cinayetler işleyenler var...
- Çok güzel söylediniz. Örneğin Marksist Leninist Silahlı
Propaganda Birliği vardı... Yüzden fazla insanı öldürdüğü
saptanan sol örgüttü. Bunun liderlerinden birisi itirafçılık
yasasından yararlandı. Arkadaşlarını ele verdi. İsmini
gizlemeye gerek de yok. Bunu yapan Şemsi Özkan. Arkadaşlarının
bir kısmı öldürüldü.
Ancak bu şahıs, daha sonra Emniyet'le çalışmaya başladı. Oysa
bu kişinin öldürdüğü kişiler arasında polis memurları da
vardı. Karıştığı cinayetler içinde MHP İstanbul İl Başkanı
ve oğlu, Bakırköy İlçe Başkanı, karısı ve kızının öldürülmesi
de vardı. Bu da polisle resmen çalışan bir kişi oldu.
- İyi de MİT, birtakım olayların peşine düşmek için ajan
kullanmıyor mu?
- Tabii. Bir eroin kaçakçılığı işini kovalamak istiyorsanız
ajanınız olması lazım. O ajan da zaten bir eroin kaçakçısıdır.
Dolayısıyla dava kararının o kısmının da dikkatle incelenmesi
gerekir. Yani devlet böyle bir kişiyi kullanmaz, diye bir şey
yok. Kullanıyor işte. Üstelik de kullanmak zorunda. Ama işin
yasallığı önemlidir.
- Siz, 1 Mayıs katliamı davasının savcılığını yapmıştınız.
O katliamla ilgili ne düşünüyorsunuz?
- O olay kesin bir tertiptir. Zaten örtbas edildi. Ben ilk duruşmada
olayın açığa çıkması için birtakım taleplerde bulunmuştum,
mahkeme de aynen bunları kabul etmişti. Ama ikinci oturum duruşmaya
çıkmama izin verilmedi; duruşmadan alındım. O çok belli bir
olay. Ben davayla ilgili birtakım delillerin Adliye'den kaybolduğunu
biliyorum. Taksim'de, Kazancı Yokuşu başında bulunan bazı
patlayıcı maddeler vardı. Bunların emanet makbuzları vardı.
Soruşturmayı yürüten savcı bunları gördüğünü kendisi
anlattı. İfadesi, basına açıklamaları vardır. Bunlar
kayboldu, gitti. Kanımca, o bulunanlar kullanılmasına fırsat
bulunamayan patlayıcılardı. Kullanılsalardı Taksim Meydanı'nda
çok daha büyük bir olay olacaktı. O tarihte, bazı görevlilerin
ellerinde silahlarla bulundukları, fotoğraflarla belgelendi. Olayın
üzerine gidilmedi ve kapatıldı. 1 Mayıs Katliamı bir dönüm
noktasıydı. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit'e yazdığı
mektupta,
''1 Mayıs'ı düzenleyen iç ve dış karanlık odaklar'' tanımlamasını
yapmıştı. Ben daha sonra gazeteci sıfatıyla kendisiyle görüştüğüm
zaman bana bu bilgiyi kendisine devletin istihbarat örgütünün
verdiğini söylemişti. O dönemde başka olaylar da biliyorum.
Asla ortaya çıkmalarına izin verilmedi.
- Bunların içine gazetecilerin kurban gittikleri faili meçhul cinayetler de dahil mi?
- Size söyleyeyim, hepsi ortaya çıkardı. Bazı davalarda kendilerine ülkücü denen ya da kendilerini öyle tanımlayan bazı sanıkların meydana gelen olay tarihinde ya kan verdiği, ya ameliyat olduğu gibi sağlık raporları gelmiştir. Bu çok sıklıkla olduğu için dikkatimi çekti.
O cinayetler hep çalınan arabalarla işlenmiştir. Bunlar çok basit gibi gelen, ama birçok olayın zincirleme çözülmesini sağlayabilecek önlemlerdir. Ben 1 Mayıs duruşmasından ayrıldıktan sonra savcılıktan istifa ettim. Ama o arada da hükümet değişti, başa
Ecevit hükümeti geldi. Mehmet Can
da Adalet Bakanı oldu. Hem Uğur Mumcu hem de Mehmed Kemal çok iyi tanıdığı için iki defa kendisini ziyarete gittik. O da benim savcılığa dönmemi uygun gördü.
''İlk iş bu 1 Mayıs dosyasını yeniden açacaksın'' dedi. Gerçekten aynı mahkemeye yeniden tayinimi sağladı. Ben de 1 Mayıs dosyasının yeniden açılmasını beklemeye başladım. O arada da daha mahkemeye dönmeden neler soruşturduğuma dair benden rapor istedi. Ben de neler yapılırsa olayın çözüme doğru gidebileceğini rapor halinde yazıp kendisine verdim. Ama bir akıllılık edip o sırada hem Savcılar Kurulu üyesi, hem de Yargıtay'da olan
Orhan Erdoğan'a, bir de bir gazeteci arkadaşa birer kopya verdim. Hiç ses çıkmadı. Daha sonra Aydınlık gazetesinden bunu Mehmet Can'a sordular. Mehmet Can
''Böyle bir olay yok'' dedi. Ben raporu hazırlarken, örneğin durumu Avukat
Turgut Kazan biliyordu. Turgut Kazan ''Verme bu raporu''
diye beni uyarmıştı.
- Peki, sizce Mehmet Can o raporu sizden niye istedi?
- Bakın, bütün bunların hepsini yeniden ele almak lazım. Ben 1 Mayıs'ın 10. yıldönümü olan 1987'de Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir yazı dizisi yazdım. O tarihte Süleyman Demirel'le de görüştüm. Ecevit konuşmayı reddetti.
''Bu polislik bir iş. Artık ben inanmıyorum. Geçmişle ilgili''
dedi. Ne demekse... Süleyman Demirel'se çok ayrıntılı açıklama yaptı. Hiçbir zaman siyasi görüşüne katılmadığım, çok eleştirdiğim bir kişidir. Fakat takdirle andığım şu cümleyi söyledi:
''Bu devlet beş bin kişinin öldürülmesinin hesabını vermeden demokrasiye geçilemez.''
Cumhuriyetten Alınmıştır.
|
|
|