Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 K.MARKS

 

Niyet Mektubu ve 2002 Yılında 
Türkiye Ekonomisi


Bağımsız Sosyal Bilimciler 

 

Türkiye ekonomisi 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizlerinin ardından gittikçe derinleşen ve yapısal bir niteliğe bürünen bir daralma sürecine sürüklenmiştir.  Kasım ve Şubat krizleri sadece mali piyasaları sarsmakla kalmamış; gerek bankaların, gerekse şirketlerin bilançolarında ağır tahribata yol açmış; ve üretim ve istihdamda büyük ölçüde gerilemeler yaşanmıştır.

 2001 yılı boyunca Devlet Bakanı Kemal Derviş gözetiminde sürdürülen kriz idaresi, ekonominin derinleşen sorunlarına gerçekçi çözümler üretememiş ve yeterli yanıt vermekten uzak kalmıştır.  Mayıs 2001’de bizzat Dr. Derviş tarafından sunulan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) Türkiye’yi bunalımdan çıkartacak yeni bir program olma iddiası ile hazırlanmış idi.  GEGP’yi hazırlayanlar, sürdürülemez iç ve dış borç dinamiğine son verilmesi ve siyaset/ekonomi ilişkilerinin piyasa gereklerine uygun biçimde yeniden oluşturulması ile bunalımın aşılacağı öngörüsünü savunmakta idiler.  Ancak GEGP’nin ilanından bu yana geçen dönemde ekonominin sorunları ağırlaşmış ve ulusal gelir yıl toplamında yüzde 8.5 gerilemiş, açık işsizlik oranı ise resmi rakamlarda yüzde 10 düzeyini aşmıştır.  Devlet İstatistik Enstitüsü'nce yayımlanan resmi istatistikler, 2001 yılının son çeyreği itibariyle, açık işsizlik oranının tarım dışı sektörlerde yüzde 15'e ulaştığını ve "eğitimli" gençler arasındaki açık işsizliğin Türkiye genelinde yüzde 27'ye, kentsel bölgelerde ise yüzde 30'a yükseldiğini belgelemektedir.

 Bu gelişmelere koşut olarak, kamu kesimi sosyal harcamaları büyük bir daralma içine itilmiş ve kamu kesimi maliye politikası “faiz dışı fazla” hedeflerine ulaşmaktan ibaret kılınmıştır. TC Merkez Bankası ise gerek gayrı safi rezerv kayıpları, gerekse net döviz pozisyonunun eksi değerler alması sonucunda döviz piyasalarına etkili müdahalelerde bulunamaz duruma düşmüş, yapabileceği müdahaleler ise IMF tarafından engellenmiştir.  Öte yandan TCMB enflasyonla mücadele ve siyasetten bağımsızlık gerekçeleriyle Kasım 2001’den itibaren doğrudan ve dolaylı olarak kamu kesimine ödünç kaynak sunamaz duruma getirilmiş, böylece para otoritesinin reel ekonomiye müdahale edebileceği önemli bir politika aracı elden çıkartılmıştır.

 Bu açılardan bakıldığında, 2001 yılı kriz idaresinin asıl hedefinin ekonomik ve toplumsal yapıda kuralsızlaştırmaya yol açan bir dizi yapısal dönüşüm aracılığıyla, ülkemizin geleceğini bütünüyle piyasa güçlerinin denetimsiz ve başıboş işleyişine terk etmeyi amaçladığı görülmektedir.  Bunun da ötesinde, özelleştirmeler, üst kurullar, yönetişim ve “yabancı sermayeyi teşvik” aldatmacası altında ülkemizin stratejik sektörlerinin terk edilmesi ve yer üstü ve yer altı kaynaklarının giderek çok uluslu şirketlerin güdümüne bırakılması hedeflenmektedir. Nitekim Şubat 2001-Şubat 2002 arasında kalan bir yıllık dönemde, bazı teknik yasalar hariç tutulursa, 65 civarında yapısal düzenleme yapılmıştır.  Bunların yaklaşık yarısı doğrudan doğruya "yapısal uyarlama" kapsamı içindedir. ABD ve diğerlerinin Türkiye'ye dönük ilgisinin nedensiz olmadığı görülmektedir.

18 Ocak 2002 tarihinde IMF’ye sunulan ve 4 Şubat’ta onaylanan yeni Niyet Mektubu da bu amaçları sürdürmekte ve Türkiye’nin dünya ekonomisiyle düşük vasıflı emek yoğun teknolojiler ile çalışan bir çevre ekonomisi biçiminde bütünleştirilmesi amacını sürdürmektedir. 

 Bağımsız Sosyal Bilimciler-İktisat Grubu olarak bir araya gelmiş bulunan bizler, Ocak 2002 Niyet Mektubu’nda ve GEGP’de somutlanan bu amaçların gerçek niteliğini kamuoyuna duyurmak ve 2002 sonrasında sürdürülmesi planlanan iktisat politikalarına ilişkin bir durum değerlendirmesi yapmak ihtiyacı duyuyoruz.  Zira son Niyet Mektubu’nda somutlanan makroekonomik hedefler, 2001 kriz idaresi altında sürdürülmüş olan hedeflere görece daha düşük büyüme, daha yüksek enflasyon, daha yüksek reel faizler ve daha yüksek dış borçlanmayı öngörmekte ve, bunun da ötesinde, bir dizi yapısal dönüşüm altında Türkiye’yi uluslararası sermayenin açık sömürüsüne terketme amacını sürdürmektedir.

 

Türkiye Ekonomisi Daraltıcı Maliye ve Para Politikalarına Mahkum Kılınmıştır

 Türkiye ekonomisi 1989-sonrasında gerçekleştirilen finansal serbestleştirme politikalarıyla birlikte yüksek reel faiz ve aşırı değerli döviz kuru cenderesine sokulmuştur. Böylece ulusal ekonomi tüm temel dengelerini yitirmiş ve sıcak para akımlarının spekülatif tercihlerine bağımlı hale gelerek kısa çevrimli, yapay büyüme-kriz-istikrar sarmallarına sokulmuştur.  Bu süreçte kamu kesimi borç servisi yükü sürdürülemez boyutlara ulaşmış; kamu kesimi tasarruf ve yatırım yapamaz hale gelmiş; özel sektör birikim tercihleri giderek reel üretici sektörlerden uzaklaşarak, spekülatif birikim alanlarına yönelmiş; ve kaynak tahsisine rantiyeler egemen olmaya başlamıştır.

 

Sürdürülemeyeceği 1999 yılında açıkça görülen bu tür yapay büyüme-kriz-istikrar döngüsü, döviz kuru çapasına dayalı bir dezenflasyon programı ile denetim alınmaya çalışılmıştır. Ancak 2000 yılı dezenflasyon programı ulusal mali piyasaların spekülatif yabancı sermaye akımlarına bağımlı yapısını dönüştürmek yerine, büyüme önceliklerini doğrudan doğruya sıcak para akımlarına dayandırma tercihini sürdürmüştür.  Bunun da ötesinde, bütçede kamu mallarının özelleştirilmesi (satışı) yoluyla gelir yaratmak amaçlanmış ve ekonomimizin öz kaynaklarını küresel sermayenin kullanımına sunmak hedeflenmiştir.  Ulusal ve uluslararası sermayeye doğrudan doğruya rant aktarımına yol açan ve bir dizi hukuksal sakatlık ve yolsuzluk öğeleri içeren bu çabalar ise kamuoyuna “yapısal reform” söylemi altında sunulmaktadır.

 

Bu arada ulusal ekonomi daraltıcı kamu maliyesi ve para politikalarına mahkum kılınmış ve bütçeler “faiz dışı fazla” dogmasına teslim edilmiştir.  Nitekim, 2000 yılı dezenflasyon programı ve 2001 yılı kriz idaresi kamu sektöründe faiz dışı fazla hedefinin sürdürülmesini bir ön koşul olarak kabul etmiş ve kamu harcamaları bu ön koşul etrafında şekillendirmiştir. 

 

2000 ve 2001 yılına ait konsolide bütçe hesapları, her iki dönemde de gelirler ve harcamalar dengesinin hedeflenen değerleri tutturduğunu belgelemektedir.  1 no’lu Tablo’da yansıttığımız konsolide bütçe verileri, bütçe gelirlerindeki gerçekleşmelerin 2000 yılında hedefin yüzde 3.6; 2001’de de yüzde 5.1 üstünde olduğunu göstermektedir.  Harcamalar ise 2000 hedefinin yüzde 0.2 puan altında kalırken, 2001 hedefini sadece yüzde 1.7 düzeyinde aşmıştır.  Dolayısıyla söz konusu yıllarda kamu idaresi harcama ve gelir hedeflerini tutturmuş ve (özelleştirme ve diğer vergi-dışı gelirler dahil olmak üzere) faiz dışı bütçe fazlasını milli gelire oranla 2000’de yüzde 6.1’e, 2001’de de 6.7’ye çıkartmıştır.  Kamu kesimi dengelerindeki bu “başarı” ancak kamu yatırımlarının olağanüstü daraltılarak tüm sosyal nitelikli harcamaların kısıtlanması ve 2000 yılına özgü (ama 1999 depreminin yarattığı toplumsal dayanışmayı kullanan) olağandışı vergilendirme sayesinde elde edilmiştir.

 

Konsolide bütçe faiz dışı dengesinde elde edilen fazlaya rağmen net yurt içi borçlanma gereği artarak devam etmiş ve gayrı safi yurt içi hasılaya oranla 2000’de yüzde 7.5 düzeyinde sürdürülen net yurt içi borçlanma, 2001’de yüzde 12.7 düzeyine fırlamıştır.  Dolayısıyla makro ekonomik hedefler arasında en ön sırada bulunan faiz dışı fazla hedefinin 2000 ve 2001 programlarında tutturulabilmiş olması, kamu kesiminde arzulanan dengenin sağlanmasında yeterli olmamıştır.

2000 ve 2001 kamu harcama programlarının hedeflenen değerleri tutturmuş olmasına karşın, faiz harcamalarının ulusal mali piyasalardaki yükü artarak süregelmiştir.  Faiz harcamalarının, vergi gelirlerinin 2000’de yüzde 77.1’ine, 2001’de de yüzde 103.3’üne ulaştığı görülmektedir.  Kriz idaresi altında faiz harcama hedefleri, vergi geliri hedefininin 2000 yılında yüzde 88.1’ine, 2001’de de yüzde 109 üstünde saptanmış olduğu görülmektedir.  2002 yılında da faiz harcamaları hedefi, vergi geliri hedefinin yüzde 73.9’una ulaşacağı öngörülmektedir.  Dolayısıyla, yeni Niyet Mektubu’nda somutlanan 2002 yılı kamu konsolide bütçesi, iç borçların döndürülmesi sorununu faiz dışı fazlalar ile çözme yönündeki ısrarlı tutumunu sürdürürken, faiz harcaması programının da kamu harcanabilir geliri üzerindeki yükünü azaltma yönünde hiç bir gerçekçi tedbir önermemektedir. 

 

Dahası Niyet Mektubu’nda yer alan makroekonomik dengeler 2002 yılına ait Hazine Bonosu ortalama nominal faiz oranını yüzde 69 olarak varsaymakta, dolayısıyla 2002 boyunca reel faiz yükünün yüzde 30’lar düzeyinde olacağını öngörmektedir. Oysa yüzde 69 oranı henüz 2002 yılının başında geçerli olmuştur. Demek ki, yılın devamında enflasyon oranındaki gerilemeye paralel bir nominal faiz oranı azalışı arzu edilmemektedir. Bu tercihin bir sonucu olarak, 2002 yılında Hazine Bonosu ortalama dönem başı reel faiz oranının yüzde 33.2 gibi çok yüksek bir düzeyde tutunması sağlanmakta, yani yeni alışkanlıklar edinilene kadar mali sisteme yüksek getirili kamu kağıtları sunumuna (reel faiz sübvansiyonu yapılmaya) devam edileceği sözü verilmektedir. Reel faiz oranı, 2000 yılında yüzde –9.4, 2001 yılında yüzde 32.4 olmuştu. Programın devamında bu oranın 2003’te yüzde 27.5, 2004’te ise yüzde 20.5 olacağı öngörülmektedir. Azalışa rağmen, Hazine’nin dünya ortalamalarının çok üzerinde maliyetlerle borçlanmaya devam edeceği anlaşılmaktadır. Bu verilerin ışığında 2002 Niyet Mektubu’nun da, GEGP’de olduğu gibi, öncelikle parasal sermayenin krizden çıkışını amaçladığı açıktır.

 2002 Niyet Mektubu’nun Makroekonomik Hedefleri

 18 Ocak 2002 tarihli Niyet Mektubu’nda somutlanan makroekonomik hedefler, GEGP’de öngörülen yaklaşımı esas olarak benimsemektedir.  Ancak bir farkla: Niyet Mektubu’nda esas alınan kamu kesimi faiz dışı fazla hedefleri aynen korunmasına karşın, makroekonomik genel denge artık daha yüksek enflasyon, daha yüksek reel faizler ve daha düşük büyüme oranları ile sağlanabilmektedir.

 2 No’lu tablo’da Mayıs 2001 tarihli Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’nın makroekonomik hedefleri, 18 Ocak 2002 tarihli Niyet Mektubu’nda öngörülen hedefler ile karşılaştırılmaktadır.

 GEGP gayrı safi milli gelir artış hızını 2001’de yüzde –3.0 olarak öngörmüş ve 2002’de yüzde 5.0, 2003’de de yüzde 6.0’lık bir büyüme patikası tasarlamış idi.  İlginçtir ki GEGP metninin 43. Sayfasında yer alan Makroekonomik Büyüklükler Tablosu’ndaki bir dipnot, “Programın tam olarak uygulandığını varsayarsak, büyüme hızı 2002 ve 2003 yılarında yüzde 7’yi de bulabilir” ibaresiyle bu öngörüye bir de “uyarı” eklemiş idi.  Ancak, GEGP’nin kamuoyuna sunulmasından sonra “15 Günde 15 Yasa” şantajı ile uygulamaya konulan yapısal dönüşümlere ve kamu kesiminde sağlanan faiz dışı fazla hedeflerinin de tutturulmasına rağmen sözü edilen büyüme hedefleri yakalanamamıştır.

 

GEGP uygulayıcıları 2001 yılı boyunca gözlenen daralmayı 11 Eylül olaylarının getirdiği konjonktüre bağlama çabalarına karşın, ekonomideki çöküntünün daha Eylül 2001 öncesinden derinleştiği ve “yapısal” nitelikler kazandığı çok açık görülmektedir. Nitekim, GEGP’nin 2001’in ikinci çeyreğinde yüzde –2.9 düzeyinde öngördüğü GSMH yıllık değişimi, yüzde –11.8 düzeyinde gerçekleşmiş, yıl ortalaması ise yüzde –8.5’e varmıştır.  Dolayısıyla, GEGP’nin amaçladığı stratejik yapısal dönüşümlerin yerine getirilmesine ve kamu kesiminde planlanan daraltma hedeflerine karşın, geri kalan makroekonomik hedeflerin hiçbiri tutturulamamıştır.

 

Niyet Mektubu’nda hazin olan bir diğer olgu, 1998 yılında 200 milyar dolar düzeyinde olan ulusal gelirin, herşey yolunda gider de 2002, 2003 ve 2004’te, sırasıyla yüzde 3, yüzde 5 ve yüzde 5 büyüme hedefleri tutturulursa, 2004 yılında yeniden 201 milyar seviyesine gelecek olmasıdır. Ancak, aradaki 6 yıllık dönemde nüfus artışı nedeniyle, 2004’te kişi başına gelirimiz hâlâ 1998’in altında kalmaya devam edecektir.  Bu da gerçek anlamda refah kaybının derinleşeceği anlamına gelmektedir. Üstelik bu hesaplar büyüme artışlarının eşit dağılacağı varsayımıyla hazırlanmıştır. Oysa programın güçlü anti-sosyal niteliği nedeniyle, dönem sonunda gelir bölüşümünün çok daha adaletsiz olacağını beklemek gerekir.

 

GEGP ve Niyet Mektubu’nun enflasyon hedefleri, yeni programın çok daha yüksek fiyat artışlarını kabul etmek zorunda kaldığını belgelemektedir.  GEGP’nin 2002 öngörüleri TEFE’de yüzde 16.6, TÜFE’de yüzde 20 olarak planlanmış idi.  Niyet Mektubu’nun 2002’ye ait enflasyon hedefleri ise, sırasıyla yüzde 31 ve yüzde 35’dir.

 

Bütün bu saptamalara ek olarak, Niyet Mektubu’nda somutlanan dış ekonomik ilişkilerin Türkiye ekonomisinin dışa bağımlılığını arttırıcı öğeler içerdiği gözlenmektedir.  Türkiye’nin 2002’deki brüt dış borcunun gayrı safi milli hasılaya oranı, Niyet Mektubu’nda yüzde 71.7 olarak planlanmıştır. Oysa aynı hedef GEGP’de yüzde 59.6 olarak belirlenmiş idi. Niyet Mektubu, dış borçlanma temposunu değiştirmeden korumakta ve programın nihai yılı olan 2004’de dış borç-GSMH oranını yüzde 63.3 ile ancak 2001 düzeyine geri getirmeyi hedefleyebilmektedir.  Benzer şekilde kamu sektörü net dış borcunun GSMH’ye oranı 2002’de yüzde 35 olarak planlanmakta ve 2004’de yüzde 28’e indirileceği öngörülmektedir. Oysa aynı oran GEGP metninde 2002 için yüzde 28 idi. Dolayısıyla Niyet Mektubu, GEGP’nin kamu kesimi net dış borçlanması 2002 hedefini ancak iki yıl sonra, 2004’de, gerçekleştirmeyi taahhüt edebilmektedir.

 

Sonuç olarak, Niyet Mektubu’nun makroekonomik dengeleri sağlamadaki tek aracının 2002 sonrasında milli gelire oran olarak yüzde 6.5 düzeyinde tutturmayı planladığı kamu kesimi faiz dışı fazlası hedefinde somutlandığı görülmektedir.  Ancak, Niyet Mektubu’nda öngörülen makroekonomik hedefler, bu politikanın GEGP’ye görece daha yüksek enflasyon, daha yüksek reel faizler, daha düşük reel büyüme ve daha yüksek dış borçlanma sayesinde sürdürülmeye çalışılacağını belgelemektedir. 

 

Dolayısıyla Niyet Mektubu’nda geçen makroekonomik hesaplamalar, Türkiye ekonomisinin GEGP altındaki kriz idaresinin başarısız olduğunu resmi olarak tescil etmektedir.  GEGP’de öngörülen kamu maliyesi hedeflerinin tutturulmasına ve gerçekleştirilen yapısal tüm düzenlemelere karşın, 2001 yılı kriz idaresi Türkiye ekonomisinde bunalımın daha da derinleşmesini engelleyememiştir.  Hazindir ki, 18 Ocak 2002 tarihli Niyet Mektubu, 2000/2001 krizinden gerekli dersleri çıkartmayı redderek, Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve kültürel tüm kaynaklarını yabancı sermayenin çıkar alanına çekme yönündeki stratejik tercihini ısrarla sürdürmektedir.

 Niyet Mektubu Gelir Dağılımındaki Adaletsiz Yapıyı Daha da Derinleştirecektir

 Niyet Mektubu’nda somutlanan makroekonomik hedefler gelir dağılımını daha da bozucu niteliktedir.  Programın eşitsiz yük dağıtan özelliklerinin gizlenmesi mümkün olamayacağı için, “2002 yılında (sadece 2002!) sosyal harcamaların reel bazda zaten ciddi bir biçimde artırılacağı” yönünde iğreti bir 43’üncü paragraf Mektuba eklenmiştir.

 Söz konusu 43’üncü paragrafta, ek olarak,

 i)                    i)                    “Dünya Bankasın’ca desteklenen Özelleştirme Sosyal Destek Projesi ile işgücünün istihdam alanlarının daha verimli olacak bir biçimde değiştirilmesi” öngörülmektedir. Oysa, bu işgücü eğitim programından istihdam katkısı anlamında bugüne kadar ciddi bir sonuç alınamamıştır;

ii)                   ii)                   Aynı paragrafta,“ödemeleri 2002 yılında başlayacak olan işsizlik sigortası ile yeterli kıdem tazminatına hak kazanamayan işçiler korunmuş olacaktır”, ifadesine yer verilmektedir. Bu ifadenin gösterdiği gibi, ilave bir haktan ziyade kıdem tazminatı alamadan işten atılacaklar söz konusu edilmektedir; kaldı ki, bilindiği gibi, işsizlik sigortası sigortalıların kendi katkılarıyla çalışan bir fon olup, sadece fona en az 20 ay katkı yapanlara dönük, kısa süreli sigorta ödeneği veren, asgari ücretin yarısı ile tamamı arasında kalan çok düşük bir taban ve tavanı olan ve şimdilik göstermelik bir yararlanıcı kitlesine sahip olacak olan bir sigortadır;

iii)                 Gene ek bir önlem olarak, “çiftçilere verilen doğrudan gelir desteğine  (DGD) ayrılan kaynakların arttırılması (bunu desteklemek için 2003 yılında tüm tarımsal prim ödemeleri kaldırılacaktır)”ifadesi yer almaktadır. Parantez içi hükmün de gösterdiği gibi, zaten tüm destekler kaldırılıp yerine DGD getirilmekte yani destekler önemli ölçüde daraltılmakta, sistem içinde kalan sembolik prim destekleri dahi bu arada temizlenmektedir. Nitekim 2002 yılında IMF ve Hazine’ye rağmen pamuk, ayçiçeği ve zeytinyağında prim uygulaması sürdürüldüğü için, bunun acısı, Mektup vasıtasıyla, şeker pancarı üreticilerine yönelik ödeneğin kısmen Maliye Bakanlığı’nca DGD’ye kaydırılacağının taahhüd edilmesiyle çıkarılmaktadır;

iv)                  Diger bir ifade “DB’ca desteklenen Sosyal Riskin Azaltılması Projesi bütünüyle uygulanacaktır” şeklindedir. Yani, geçen yıl tahsis edilen 500 milyon dolar DB kredisinin kullanılmayan bölümü devreye sokulacak, böylece sosyal patlamaya karşı sembolik iane dağıtımı sürdürülecektir. Böylece, 2000-2001 boyunca yaşanan 50 milyar dolarlık milli gelir kaybı bunun yüzde biri tutarındaki bir yardımla atlatılmaya çalışılacaktır!.

  Sonuç

  Bu değerlendirmeler altında, 18 Ocak 2002 tarihli Niyet Mektubu’nun, GEGP’de de sürdürülen ve genel olarak, neo-liberal hegemonyanın az gelişmiş ülkelere önerdiği “kalkınma” modelini benimseyen dogmatik stratejiyi sürdürmekte olduğu açıkça görülmektedir.  Bu model, daraltıcı para ve maliye politikalarına dayanmakta ve uluslararası sermaye akımlarının serbestisini güvence altına alan, dışa açık (yabancı sermayeye bağımlı) bir iktisadi yapıyı öngörmektedir.  Söz konusu modelde “istikrar” kavramı ile asıl kastedilen hedef, yabancı sermaye girişlerinin özendirilmesini sağlamak için ulusal mali piyasalarda yüksek reel getirinin temini ve devalüasyon riskinden arındırılmış bir döviz kuru sistemini kurmaktır.

 

Bu yapı altında merkez bankaları “bağımsız” kılınarak, sadece ve sadece fiyat istikrarını sağlamakla görevlendirilmekte ve bu amacın dışında başka hiç bir rol oynamamaları için ellerindeki bütün müdahale olanakları kısıtlanmaktadır.  Kamunun maliye politikaları ise doğrudan doğruya “faiz dışı fazla veren bütçe” amacına odaklanmaktadır.  Kamu tüketim ve yatırım harcamalarında olağanüstü kesintiler pahasına sağlanması beklenen bu politika sonucunda kamusal alanın sınırlarının alabildiğince daraltılması öngörülmekte ve kamunun geleneksel tüm ekonomik ve sosyal altyapı faaliyetleri yabancı sermayenin kar alanına çekilmektedir.

  Neo-liberal öğreti, küreselleşmenin nimetlerinden yararlanılabilinmesi için ulusal merkez bankalarının özerk para, faiz ve döviz kuru politikalarıyla uluslararası sermaye akımlarına ayak bağı olmaması gerektiğini dikte etmektedir.  Bu öğretinin asıl amacı, merkez bankalarını fiyat istikrarını sağlamakla ve ulusal mali piyasalarda yüksek reel getiri düzeyini sürdürmekle görevlendirmektir. Böylece, rant sahiplerine aktarılacak olan rant geliri güvenceye alınmaktadır. Kamu maliyesi ise doğrudan doğruya uluslararası sermayenin çıkar alanını genişletmek için gerekli tüm tedbirleri almakla sınırlanmaktadır.

  Bütün bu gözlemlerden hareketle, Türkiye’de 2002 yılının iktisat politikası tartışmalarının gene “borçların döndürülmesi”, “aylık enflasyonun ne olacağı” ve “TL’nin aşınmasına” ilişkin bilmecelerle geçeceği açıktır.  Bu koşullar altında Türkiye ekonomisinin uzun erimli sanayileşme ve kalkınma hedefleri, yeni teknolojilerin ulusal ekonomiye kazandırılması, ya da gelir dağılımında daha adaletli bir yapının sağlanması gibi sorunlar 2002 yılında da hükümetin iktisat politikaları gündeminde olmayacaktır.

  Tablo - 1

  

 


 

 

 

 

 

   

 
sayfa başına dön