Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 K.MARKS

 


TERÖR       

A.ATEŞ

   İNADINA Editörünün bağlı olduğu gelenekten gelen demokrasi anlayışının sınanmasıdır.)

Gençler anarşiye müptela oldular- İ.İnönü

 Terör, bir örgüt emri ile bile olsa, birkaç kişi tarafından örgütlense de bireysel başkaldırının abartılı bir tezahürüdür. Bu tezahüratların da hiçbir şekilde ne toplumsal ne de siyasal değişimlere yol açmakta yararlı olduğu kanıtlanamamıştır. Tam tersine bu eleştirinin  abartılması ile egemen güçlerin yerlerini sağlamlaştırmasına yol verilmiştir. Anarşistlere bağlansa da özünde feodal bir yöntemdir. Bu teorik bağlamda ne kendini yakanların, ne ölüm orucuna yatanların ne de intihar timleri ile “eylem” yaptığını iddia edenlerin desteklenmesi  pasif de olsa onaylanması yanlıştır. Bu eylemlerin tarihi değiştirme yolunda hiçbir katkısı olmadığı gibi köstekleyici rolü de tarihi süreç için de açıkça ortaya çıkmıştır.

*                             *                                   *

 Bilindiği gibi “insan düşüncesinin objektif gerçeği kavrayabilip kavrayamayacağı teorik değil pratik bir sorundur. İnsan düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü pratikte ispatlamak zorundadır.”  denilerek saptanmış temel yönelimi gözardı ederek doğru sonuçlara varmak olanaksızdır. Örneğin, intihar timleri kurmanın, ölüm oruçlarına yatmanın “mistik boyutlu” eylemler olduğu ve feodaliteden kurtulmak için çabalayıp, çabalarını henüz var edilememiş dünya görüşlerine göre kategorize etmenin olanaksızlığını da vurgulamak gerekir. Yani, kölelikten veya köylülükten öteye siyasal geçişin koşullarını taşımayan ortamlara taşınacak eylemler değildir bu tür eylemler. Buda Rahibinin kendini Vietnam için yakması , F Tipi cezaevleri için ölüm orucuna yatmak, Filistin vatanı için diskoteklerde kendini havaya uçurmak ya da bir adım daha ileri gidelim bankamatiklere bomba atmak, Tren garlarına bomba koyarak dehşet dengesi sağlamaya kalkmak, itiraf etmeliyiz ki “Proleter cesaretini” aşan işlerdir. Daha şovelyecedir, daha yakıcıdır ama öte yandan zaman dışıdır. Sadece feodal bir aşkınlık gereksinimi isteyen, cahil bir ulusalcılık temellidir. Bu anlamı ile kabül eden için meşru bile sayılabilir. Ancak, dünyaya işçi sınıfı bilimi açısından bakan ve toplumsal ilerlemeyi zamanla özdeş kılan “olabilirliği” gerçeğin temel eğilimi olarak ele alan bir görüşün dışındadır, aleyhindedir, -kendi anında (Marks)- oluşturulmamış bir gerçekliktir. Bu haliyle de anakroniktir. 

 *                           *                                   *

 Şimdi yeniden konuya dönersek, 1960 sonrasının devrimcileri olarak bir kısmımız fiilen giderek ve hatta ölerek Filistin davasını destekledik. Güzeller güzeli Leyla’nın posterlerini Che ‘nin  o  yakışıklı posterinin hemen yanına seloteypledik. Terörist falan demedik. Olimpiyatları basarak suçsuz sporcuları öldürenlere de terörist demeye dilimiz varmadı. Ankara’da Mısır elçiliğini bastıkların da ölen bir  garip bir bekçi de bizi pek sarsmadı. Çünkü bu süreçte kurulması için çalışılan bağımsız bir Filistin devleti Demokratik, devrimci,, ilerici karakteri ile büyük ekonomik ve siyasi devrimleri yapacak, siyasal demokrasinin  en yetkin örneklerini verecek ve böylece başta İsrail’in ve Lübnan’ın, Ürdün’ün kısaca tüm orta doğunun halkaların da örnek olacaktı. İsrail ABD emperyalizminin Orta-Doğu ‘daki piyonu ve ajan devleti idi. Dünya proletaryasının kaderi ise büyük SSCB ‘nin belirleyiciliği ile çiziliyordu. Leninist Partiler yerine kolayca ikame ettiğimiz ilerici askerler orta doğuda ilerici (bunu SSCB yanlısı diye okuyun) “Devlet” leri  oluşturmuşlardı. Konjoktürü çok müsait görüyorduk, iyi bir savaşçı olan Arafat’ı destekliyorduk (Habbaş’ı falan da katın işe), FKÖ tüm Orta/ Doğunun umuduydu. Uğrunda ölebilirdik ve bazılarımız öldü bazılarımız  da bu günün ABD hesabına çalışan uzmanları oldu.

 Müslüman Araplar da Allah’ın peygamberlerinden İsa’ yı çarmıha geren, karşıtlarından kaçarak kendilerine sığınan Muhammed ‘i taşlayarak öldürmeye kalkan ve kovalayan bu nedenle de Allah tarafından topraklarından ilelebed kovulan Yahudilerin amansız düşmanı olarak iyi bir alt  halk bilinci de oluşturuyordu. Kuran emri bunu pekiştiriyordu :  “Nerede olsalar, onlar alçaktır ve (ezilmelidir).”

 Her şey çok sahiciydi.

Her şey  hala çok sahici.

 O zamana da şimdi de  sahici olamayan şey biz sosyalistleriz.

 *                           *                             *

 Daha önce de söylemiştim. Kafasını aynı duvara iki kez vurana aptal derlermiş. Biz kafamızı kaç kez vurmuşuz ki duvar dayanamayıp üstümüze çöktü ama gene aldırmayanlar var. Buna da denecek bir şey kalmıyor elbette. Hepimiz biliriz ki, sosyalist düzen Marks tarafından tasarımı tamamlanmış bir bütünlük göstermez. Zaten bu nedernledir ki Marksizm bir bilimdir, tamamlanmış bir çevrim değildir. Ama temel toplum düzenin tek ve vazgeçilmez ölçütü tüm koşullara karşı gerçekleştirilecek olan “en büyük özgürlüktür”. Bu da ancak tüm teorik karşıtlıkların,  pratik bir  enerjiyle çözümüne bağlıdır. İNADINA  editörünün geçen sayıda yazdığı  gibi Filistin’de olanlar gerçekten de globalizmin sonucudur. Başladığı günden çok öncesinden planlanmıştır.Bunu ucuzlaştırıp, güncelleştirmek adına, Şaron’un provakasyonu, Arafat’ın basiretsizliği gibi gerekçelere bağlama yanlıştır. Bunlar işin tezahürüdür. Eğer globalizmi “kapitalizmin” özel bir aşaması olarak görerek değerlendirmezsek, bu topraklarda yapılan işin sadece acıklı yönüne değinebiliriz. Elbette İsrail açık bir soykırım uygulamaktadır. Bu soykırım sadece bir terör belasının savulması için değil doğrudan kapitalin önündeki pürüzleri ayıklama planının sonucudur. Bunun örtülmesi ise çok açıktır ki kurnazca “Din savaşları” gölgelemesi altında yapılmaktadır. İsrail’in,  globalizmin vazgeçilmez ayağı olarak “Siyonizm” olgusunu kullanması sadece Yahudilerin mücadelesine meşru bir taban kazandırmak için değil bilinçli olarak, müslüman  halkların geri kalmışlığını kışkırtmak için de yapılmaktadır. Önce isyan varedilmekte sonra bu ezilmektedir. Bunun da klasik uluslar arası kapitalizmin en eski oyunu olduğu açıktır. Ama öte yandan bu teorik çukurlar içinde debelenmemiz de kafamızı yeniden aynı duvarlara vurduracaktır. O nedenle de editörümüzün ikinci saptamasına katılmıyorum. Yani, “Terörün gücüne de karşı olmak” vazgeçin acil bir slogan olmasını, teorik olarak da bizim doğrularımızdan biridir.

Globalizmin üretimi dünya çapında örgütlemesinin eşitsiz gelişim yasasına uygun olması kendi doğası gereğidir. Bu da elbette kendi karşıtlığını kapitalizmin özüne uygun olarak diyalektik bir çelişkiyi taşımaktadır. Çelişkinin tümüyle yok edilmesi olanağı da olasılığı da yoktur. Kendi iç çelişkisi kendi yıkımını hazırlayacak olduğundan, bunun aşkınlaşmasını sağlamak da burjuva ideologlarının görevidir. İçine girdiği bunalım dönemlerinin ürünü olarak aşkınlığı sağlama denemelri veya bu dengeleri bozabilme gücü sistemin kendi içinden kaynaklanmadıkça olabilirlik hali de oluşamaz. Faşizm, bunun en uç örneklerinden sonuncusudur. Sosyalizm de bir sonlandırma teorisidir. Aşkın olma halidir. Her çelişik hali aynı kefeye koyan analitik yönelim ise teorik zaaf bir yana güçsüzlük ve yetersizliğin somut işaretidir. Organizasyon yanlışlığıdır. Faşizmi de sahici olmayan sosyalizmi de çökerten bu kapitalizme ait olmayan organizasyonlara yönelimdir. Kısaca kapitalizmin insana yönelik tasarımının özgürlükçü olmayan devlet perspektifi ile zedelenmesi işçi sınıfının ve bütün olarak da insanlığın zorda kalmasını doğurur, doğurmuştur. Kısaca bu teoriler ve devlet tasarımları insanın üretkenliğine ve yabancılaşmasının önlemesi esasına dayanmadığından çökmüştür. Bunun doğrudan üretim biçimlerinin değiştirilmesi ile ilgisi de artık boşlukta sallanmaktadır. Boş zaman üretiminin gerçekleştireceği insan özgürlüğü kavramını karşılayamayan devlet ancak ceberrut ve gerekliliği tartışılır bir devlettir. Fakat öte yandan kendi çelişkisi ile çökmesi için, doğum sancılarını azaltacak olan ebenin acemiliği, Marks’ın yukarı da andığımız teori/pratik ilişkisini doğrularken bizim kafamızın üstüne kocaman bir duvar devirmiştir.     

 Ama eşitsiz gelişim yasasının yarattığı sancıların aşılabilmesi için verilecek mücadelenin, yöntemlerini tartışırken bir ihtiyat payını kenara ayırmak tarihsel zorunluluktur. Bu nedenle bir kısmımızın yaptığı gibi SAVAŞA, TERÖRE, ŞİDDETE olan karşıtlığımız aynı kefeye konmamalıdır. Çelişkinin ve eşitsizliğin olduğu her yerde bir mücadele ya da bir diğer terminoloji ile "savaşım" zorunludur. Savaşın ve şiddetin başlıca gıdamız olmadığı elbette genel doğrudur. Fakat birlikte bir arada yaşamanın temel alındığı bir teorinin de hiçbir geçerliliği olmadığı ortadadır. Yani terör denilen ve her daim egemen olanın iradesi dahilinde olan olgunun kullanımından doğan sakıncalar ile  yenilgiyi getireceği gün gibi aşikar bile olsa haklı savaşlara girmek zorunluluğunu gözardı etmemek gerekir. Yani hala daha bazı savaşların “HAKLI” savaşlar olacağı gerçeğini gözardı etmemek ve bunları aynı kefeye koymamak gerekir. Allende gerçeği V.Jara şiiri bu gerçeğin en somut vurgusu değil mi ?

 Bunun aksinde bir yönelim, yani Barış’ı kesin gerçeklik, savaşımı bir yanılsama olarak genelleştirmek ve sloganlaştırmak uğruna aynı kefeye koymak globalizmin kefesine su taşımak olacaktır.

 Malum, imparatorluklar Barışı sağlar ama Özgürlükleri alır.

Bizimse böyle bir tercih hakkımız olmadığından işimiz zor.

Bu zoru aşabilmek içinse en başta söylediğim sahiciliği edinmemiz gerek.

Bu yazının sonlarına doğru Arafat’ın Washington’nun istediği arapça anti terör çağrısını yaptığı ve Powell’in  de Arafatı ziyarete karar verdiği haberi düştü ajanslara.

 

 
sayfa başına dön