TERÖR
A.ATEŞ
İNADINA Editörünün
bağlı olduğu gelenekten gelen demokrasi anlayışının sınanmasıdır.)
Gençler anarşiye müptela
oldular- İ.İnönü
Terör, bir örgüt
emri ile bile olsa, birkaç kişi tarafından örgütlense de
bireysel başkaldırının abartılı bir tezahürüdür. Bu tezahüratların
da hiçbir şekilde ne toplumsal ne de siyasal değişimlere yol açmakta
yararlı olduğu kanıtlanamamıştır. Tam tersine bu eleştirinin
abartılması ile egemen güçlerin yerlerini sağlamlaştırmasına
yol verilmiştir. Anarşistlere bağlansa da özünde feodal bir yöntemdir.
Bu teorik bağlamda ne kendini yakanların, ne ölüm orucuna
yatanların ne de intihar timleri ile “eylem” yaptığını
iddia edenlerin desteklenmesi pasif
de olsa onaylanması yanlıştır. Bu eylemlerin tarihi değiştirme
yolunda hiçbir katkısı olmadığı gibi köstekleyici rolü de
tarihi süreç için de açıkça ortaya çıkmıştır.
*
*
*
Bilindiği gibi
“insan düşüncesinin objektif gerçeği kavrayabilip
kavrayamayacağı teorik değil pratik bir sorundur. İnsan düşüncesinin
gerçekliğini ve gücünü pratikte ispatlamak zorundadır.”
denilerek saptanmış temel yönelimi gözardı ederek doğru
sonuçlara varmak olanaksızdır. Örneğin, intihar timleri kurmanın,
ölüm oruçlarına yatmanın “mistik boyutlu” eylemler olduğu
ve feodaliteden kurtulmak için çabalayıp, çabalarını henüz
var edilememiş dünya görüşlerine göre kategorize etmenin
olanaksızlığını da vurgulamak gerekir. Yani, kölelikten veya köylülükten
öteye siyasal geçişin koşullarını taşımayan ortamlara taşınacak
eylemler değildir bu tür eylemler. Buda Rahibinin kendini Vietnam
için yakması , F Tipi cezaevleri için ölüm orucuna yatmak,
Filistin vatanı için diskoteklerde kendini havaya uçurmak ya da
bir adım daha ileri gidelim bankamatiklere bomba atmak, Tren garlarına
bomba koyarak dehşet dengesi sağlamaya kalkmak, itiraf etmeliyiz
ki “Proleter cesaretini” aşan işlerdir. Daha şovelyecedir,
daha yakıcıdır ama öte yandan zaman dışıdır. Sadece feodal
bir aşkınlık gereksinimi isteyen, cahil bir ulusalcılık
temellidir. Bu anlamı ile kabül eden için meşru bile sayılabilir.
Ancak, dünyaya işçi sınıfı bilimi açısından bakan ve
toplumsal ilerlemeyi zamanla özdeş kılan “olabilirliği” gerçeğin
temel eğilimi olarak ele alan bir görüşün dışındadır,
aleyhindedir, -kendi anında (Marks)- oluşturulmamış bir gerçekliktir.
Bu haliyle de anakroniktir.
*
*
*
Şimdi yeniden konuya
dönersek, 1960 sonrasının devrimcileri olarak bir kısmımız
fiilen giderek ve hatta ölerek Filistin davasını destekledik. Güzeller
güzeli Leyla’nın posterlerini Che ‘nin
o yakışıklı
posterinin hemen yanına seloteypledik. Terörist falan demedik.
Olimpiyatları basarak suçsuz sporcuları öldürenlere de terörist
demeye dilimiz varmadı. Ankara’da Mısır elçiliğini bastıkların
da ölen bir garip bir
bekçi de bizi pek sarsmadı. Çünkü bu süreçte kurulması için
çalışılan bağımsız bir Filistin devleti Demokratik,
devrimci,, ilerici karakteri ile büyük ekonomik ve siyasi
devrimleri yapacak, siyasal demokrasinin
en yetkin örneklerini verecek ve böylece başta İsrail’in
ve Lübnan’ın, Ürdün’ün kısaca tüm orta doğunun halkaların
da örnek olacaktı. İsrail ABD emperyalizminin Orta-Doğu ‘daki
piyonu ve ajan devleti idi. Dünya proletaryasının kaderi ise büyük
SSCB ‘nin belirleyiciliği ile çiziliyordu. Leninist Partiler
yerine kolayca ikame ettiğimiz ilerici askerler orta doğuda
ilerici (bunu SSCB yanlısı diye okuyun) “Devlet” leri
oluşturmuşlardı. Konjoktürü çok müsait görüyorduk,
iyi bir savaşçı olan Arafat’ı destekliyorduk (Habbaş’ı
falan da katın işe), FKÖ tüm Orta/ Doğunun umuduydu. Uğrunda
ölebilirdik ve bazılarımız öldü bazılarımız
da bu günün ABD hesabına çalışan uzmanları oldu.
Müslüman Araplar da
Allah’ın peygamberlerinden İsa’ yı çarmıha geren, karşıtlarından
kaçarak kendilerine sığınan Muhammed ‘i taşlayarak öldürmeye
kalkan ve kovalayan bu nedenle de Allah tarafından topraklarından
ilelebed kovulan Yahudilerin amansız düşmanı olarak iyi bir alt
halk bilinci de oluşturuyordu. Kuran emri bunu pekiştiriyordu
: “Nerede olsalar,
onlar alçaktır ve (ezilmelidir).”
Her şey çok
sahiciydi.
Her şey
hala çok sahici.
O zamana da şimdi de
sahici olamayan şey biz sosyalistleriz.
*
*
*
Daha önce de söylemiştim.
Kafasını aynı duvara iki kez vurana aptal derlermiş. Biz kafamızı
kaç kez vurmuşuz ki duvar dayanamayıp üstümüze çöktü ama
gene aldırmayanlar var. Buna da denecek bir şey kalmıyor elbette.
Hepimiz biliriz ki, sosyalist düzen Marks tarafından tasarımı
tamamlanmış bir bütünlük göstermez. Zaten bu nedernledir ki
Marksizm bir bilimdir, tamamlanmış bir çevrim değildir. Ama
temel toplum düzenin tek ve vazgeçilmez ölçütü tüm koşullara
karşı gerçekleştirilecek olan “en büyük özgürlüktür”.
Bu da ancak tüm teorik karşıtlıkların, pratik bir enerjiyle
çözümüne bağlıdır. İNADINA
editörünün geçen sayıda yazdığı
gibi Filistin’de
olanlar gerçekten de globalizmin sonucudur. Başladığı günden
çok öncesinden planlanmıştır.Bunu ucuzlaştırıp, güncelleştirmek
adına, Şaron’un provakasyonu, Arafat’ın basiretsizliği gibi
gerekçelere bağlama yanlıştır. Bunlar işin tezahürüdür. Eğer
globalizmi “kapitalizmin” özel bir aşaması olarak görerek değerlendirmezsek,
bu topraklarda yapılan işin sadece acıklı yönüne değinebiliriz.
Elbette İsrail açık bir soykırım uygulamaktadır. Bu soykırım
sadece bir terör belasının savulması için değil doğrudan
kapitalin önündeki pürüzleri ayıklama planının sonucudur.
Bunun örtülmesi ise çok açıktır ki kurnazca “Din savaşları”
gölgelemesi altında yapılmaktadır. İsrail’in,
globalizmin vazgeçilmez ayağı olarak “Siyonizm”
olgusunu kullanması sadece Yahudilerin mücadelesine meşru bir
taban kazandırmak için değil bilinçli olarak, müslüman
halkların geri kalmışlığını kışkırtmak için de yapılmaktadır.
Önce isyan varedilmekte sonra bu ezilmektedir. Bunun da klasik
uluslar arası kapitalizmin en eski oyunu olduğu açıktır. Ama öte
yandan bu teorik çukurlar içinde debelenmemiz de kafamızı
yeniden aynı duvarlara vurduracaktır. O nedenle de editörümüzün
ikinci saptamasına katılmıyorum. Yani, “Terörün gücüne de
karşı olmak” vazgeçin acil bir slogan olmasını, teorik olarak
da bizim doğrularımızdan biridir.
Globalizmin üretimi dünya
çapında örgütlemesinin eşitsiz gelişim yasasına uygun olması
kendi doğası gereğidir. Bu da elbette kendi karşıtlığını
kapitalizmin özüne uygun olarak diyalektik bir çelişkiyi taşımaktadır.
Çelişkinin tümüyle yok edilmesi olanağı da olasılığı da
yoktur. Kendi iç çelişkisi kendi yıkımını hazırlayacak olduğundan,
bunun aşkınlaşmasını sağlamak da burjuva ideologlarının görevidir.
İçine girdiği bunalım dönemlerinin ürünü olarak aşkınlığı
sağlama denemelri veya bu dengeleri bozabilme gücü sistemin kendi
içinden kaynaklanmadıkça olabilirlik hali de oluşamaz. Faşizm,
bunun en uç örneklerinden sonuncusudur. Sosyalizm de bir sonlandırma
teorisidir. Aşkın olma halidir. Her çelişik hali aynı kefeye
koyan analitik yönelim ise teorik zaaf bir yana güçsüzlük ve
yetersizliğin somut işaretidir. Organizasyon yanlışlığıdır.
Faşizmi de sahici olmayan sosyalizmi de çökerten bu kapitalizme
ait olmayan organizasyonlara yönelimdir. Kısaca kapitalizmin
insana yönelik tasarımının özgürlükçü olmayan devlet
perspektifi ile zedelenmesi işçi sınıfının ve bütün olarak
da insanlığın zorda kalmasını doğurur, doğurmuştur. Kısaca
bu teoriler ve devlet tasarımları insanın üretkenliğine ve
yabancılaşmasının önlemesi esasına dayanmadığından çökmüştür.
Bunun doğrudan üretim biçimlerinin değiştirilmesi ile ilgisi de
artık boşlukta sallanmaktadır. Boş zaman üretiminin gerçekleştireceği
insan özgürlüğü kavramını karşılayamayan devlet ancak
ceberrut ve gerekliliği tartışılır bir devlettir. Fakat öte
yandan kendi çelişkisi ile çökmesi için, doğum sancılarını
azaltacak olan ebenin acemiliği, Marks’ın yukarı da andığımız
teori/pratik ilişkisini doğrularken bizim kafamızın üstüne
kocaman bir duvar devirmiştir.
Ama eşitsiz gelişim
yasasının yarattığı sancıların aşılabilmesi için verilecek
mücadelenin, yöntemlerini tartışırken bir ihtiyat payını
kenara ayırmak tarihsel zorunluluktur. Bu nedenle bir kısmımızın
yaptığı gibi SAVAŞA, TERÖRE, ŞİDDETE olan karşıtlığımız
aynı kefeye konmamalıdır. Çelişkinin ve eşitsizliğin olduğu
her yerde bir mücadele ya da bir diğer terminoloji ile "savaşım"
zorunludur. Savaşın ve şiddetin başlıca gıdamız olmadığı
elbette genel doğrudur. Fakat birlikte bir arada yaşamanın temel
alındığı bir teorinin de hiçbir geçerliliği olmadığı
ortadadır. Yani terör denilen ve her daim egemen olanın iradesi
dahilinde olan olgunun kullanımından doğan sakıncalar ile
yenilgiyi getireceği gün gibi aşikar bile olsa haklı savaşlara
girmek zorunluluğunu gözardı etmemek gerekir. Yani hala daha bazı
savaşların “HAKLI” savaşlar olacağı gerçeğini gözardı
etmemek ve bunları aynı kefeye koymamak gerekir. Allende gerçeği
V.Jara şiiri bu gerçeğin en somut vurgusu değil mi ?
Bunun aksinde bir yönelim,
yani Barış’ı kesin gerçeklik, savaşımı bir yanılsama
olarak genelleştirmek ve sloganlaştırmak uğruna aynı kefeye
koymak globalizmin kefesine su taşımak olacaktır.
Malum, imparatorluklar
Barışı sağlar ama Özgürlükleri alır.
Bizimse böyle bir tercih
hakkımız olmadığından işimiz zor.
Bu zoru aşabilmek içinse
en başta söylediğim sahiciliği edinmemiz gerek.
Bu
yazının sonlarına doğru Arafat’ın Washington’nun istediği
arapça anti terör çağrısını yaptığı ve Powell’in de
Arafatı ziyarete karar verdiği haberi düştü ajanslara.
|