. |
|
(Hocam Mehmet Ali AYBAR'ın anısına)
Dünya Halkları
Kardeş Midir?
Alev ATEŞ
BÜROKRATİK SOSYALİZM ÇÖKÜNCE
BÜROKRATLARI NE YAPARLAR ?
Çok basit sorular bazen çok rahatsız edici olabiliyor.
Başlıktaki de böyle bir soru.
Sosyalistlerin AB üyeliğine yönelik artarda yayınlanan görüşleri, böyle basit bir takım sorularla yola çıkmanın daha açıklayıcı olacağı izlenimini verdi. Birinci görüş kayıtsız koşulsuz bir AB üyeliği öneriyor ve bunu çağın gelişmesine uygun ve sosyalistler için kaçırılmaz bir fırsat olduğunu, eğer bu tren kaçarsa ülkenin batacağını, bölüneceğini tüm lanetleri üzerine çekeceğini ileri sürüyor.
Ve eskinin hızlı TKP'nin kapatılması ardından duvarların çöküşü ile parti yöneticilerinin önemli isimlerinden önde gelenleri bu konu da ikiye ayrıldılar. AB 'ye üye olmayışımız nedeniyle lanetleneceğimizi söyleyen TKP bürokratlarının genel tavrı, bir gazetedeki sözcüleri yoluyla kesinlikle altı çizilerek anlatıldı. Bağımsız düşünebilmenin, bağımsız ve sistemden de kopmayı gerektiğini, sistemden kopmanın ise üretim ilişkilerinin "belirlediği" ideolojik yapılanmayı kırmakla olanaklı olduğunu ve ancak bunun bağımsız düşünebilmeyi olanaklı kıldığını bu kesim bürokrat iyi bilir ve karşılarındakini senelerce bu yolla sosyalizme ihanet eden insanlar olarak göstererek "revizyonizmle" suçlayıp yalnızlaştırırlardı. Şimdi ise hem sosyalist kimliklerini muhafaza etmekte hem de bürokratik sosyalizme olan bağlılıklarını "marksist-demokrat" kimlikle "liberal-demokratlara" hizmete özel olarak sunmaktadırlar. Sosyalist kimliklerini mutlaka muhafaza etmek zorundadırlar, zira liberalizmin gözünde bu yönleri ile bir değerleri vardır. Kendilerinden önce tümüyle saf değiştirerek liberalizmin yanında ve içinde yer alan eski yoldaşları o yolu tıkadığından kendilerine daha uygun bir rol verilerek sahne almaya davet edilmişlerdir. Teoriyi de birazcık hırpalamak ve kafa karıştırmak eski ve iyi bildikleri bir iştir. Bürokratın temel işlevi gerek sosyalist düzende gerekse liberal sistemde "kendini var etmeye" devam etmesidir. Kapitalizmin ihyasında görev almak onlara göre teoriye uygudur. Üstelik liberal üst-yapı işçi sınıfına cennet (İleri Demokratik düzen) vaad etmektedir. Bunun yolunu açacak olan AB üyeliği zorunludur. Türkiye işçi sınıfının bu beceriksizlikle bir şey yapacağı yoktur. (Bk. Sadun Aren, Aydın Engin vs.' nin tezleri ve yazıları).
 |
Türkiye İşçi Partisi
3. Kurultayında
M. Ali AYBAR,
oy kullanırken
|
"Dünya Halkları ile Bütünleşme" başlığını koyan ikinci bildiri ise aynen "kapitalizmin globalizminin sömürüye, eşitsizliğe ezen ve ezilenin karşı karşıya gelmesine dayandığını..." saptıyor buna karşın ise "Gerçek enternasyonalizmin işçi sınıfı ve bütün ezilenlerin kuracağı eşitlikçi ve kardeşçe bir dünyada yaşanacağını" ileri sürüyor. Bence ikinci bildiri daha vahim kuramsal kaydırmacaları ile daha vahim sonuçlar doğuracak nitelikte. Aslında ilki de ikincisi de 2 savaşın koşullaması ile biçimlenmiş liberalizm ve sosyalizm anlayışlarının sonuçlarından başka bir şey değil. Nasıl ki sıcak savaş yıllarının koşullanması enternasyonalizmi, kominterne, komünforma ve sonuçta neredeyse adı da açıkça konarak "tek ülkedeki rejimi savunma örgütüne " çevrildiyse ve bu, yıllarca tek doğru olarak dünya sosyalist hareketine her türlü yolla emdirildiyse, ikinci bildiri de bunun tüm esintilerini taşıyan bir yarma harekatı özelliği taşıyor.
(Ancak, bildiriye imza atanlardan çok yakın tanıdığım ve yıllarca entelektüel kapasitelerinden de, devrimci militanlıklarından da gerek yoldaş gerek sendika yöneticisi olarak yararlandığım bazı isimlerin, yani, yukarıda yazdığım "bürokratik sosyalizm" hikayesinin ve "halkların kardeşliği" teranesinin gerçeklikten koparılıp, içi boşaltılarak reformist görüşlere kaynak edilen nemenem bir şey olduğunu bilen yazan- çizen kişilerin bu bildiri de neden imzalarının olduğunu da açıklamakta zorlanıyorum..)
Gene bildiride yer alan eski tüfek ve 68' lilerin imzalarını ise kafalarını hala aynı duvara defalarca vuran, fareli köy kavalcılarına benzetiyorum. Benzetiyorum da, fareli köy kavalcısı masalıyla yetişmiş genç kuşak insanlarının hala bunların peşinden gitmesine bir anlam veremiyorum. Ama dikkatimi çeken şey sosyalist hareket ne zaman bölünse altındaki imzalar (perde önünde ya da gerisinde) aynı eski tüfekler, aynı 68'li malul gaziler oluyor ve bu kadarı da rastlantı olamaz dedirtiyorlar insana.
DÜNYA İŞÇİLERİNİN PARTİSİ:
1921 'lerde Enternasyonal'e katılabilmenin sanırım 21 koşulu vardı. Dünya proleter hareketinin bir parçası olmak vazgeçilmez koşuldu. Marks'ın enternasyonali ise doğrudan dünya işçi sınıfının Partisi olarak düşünülüp hazırlanmıştı. (Birinci Enternasyonal, proleter enternasyonalist sosyalizm mücadelesinin temelini attı. -Lenin-) Marks'ın Enternasyonalizmini belirleyen olgu işçilerin kardeşliği sadece "hissetmeleri" değil ama "öyle davranmaları" gerektiği esasına dayanmaktaydı. Doğrudan kapitalist üretim ilişkilerine bağlı analizler yaptığından sermayenin Asya?Afrika gibi yörelerdeki hareketlerine bakışı da bazen
oryantalist görüşlerin kaynağı gösterilecek yüzeysellikteydi. Örneğin, Marks'ın İngiliz emperyalizminin Hindistan ilişkileri, Kuzey Afrika üzerine söyledikleri daha sonraları bunun kaynağı olarak gösterildi. Bu
değerlendirme tartışılır ama bunu şimdilik konu dışı bırakalım. İkinci Enternasyonal ise gene Avrupa
proletaryasını esas alan bir dünya işçi örgütü olarak kuruldu.Fakat kapitalizm tüm ulusal sınırları aşıp dünyayı savaşarak paylaşma sürecine girmişti. Yapılan yanlış değerlendirmeler, kendi çöküşünü ve tarihsel sol kırılmayı yarattı. (İkinci Enternasyonal, hareketin kitlesel yaygınlaşması için zemin hazırladı. -Lenin-) Ancak Lenin'in Emperyalizm terimi ele alıp incelemesi ve "kapitalizmin son aşaması" olarak ayakları üzerine oturtması, sosyalist teori üzerinde de yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya çıkardı. Kapitalizmin vardığı aşamanın değerlendirilmesi sonucu tüm dünya işçilerinin birlikte mücadelesinin nasıl da zorunlu bir gerçeklik olduğunu da ortaya koyuyordu. (Üçüncü Enternasyonal, 2. Enternasyonalin meyvelerine toplamış ve tüm safraları atarak
proletarya diktatörlüğünü uygulamaya başlamıştır. -Lenin-)
Fakat bu süreç artık yalnız anti-kapitalist niteliği ile değil emperyalist sistemden kopuşlarla da biçimlenmeye başlamıştı. Özellikle Asya'nın sömürge ulusları Moğolistan'ın 1921 deki sistemden kopuşu ile çok hızlı gelişen anti emperyalist bir halk hareketliliği içine girdiler. Asya'lı ama aynı zamanda Avrupalı olan iki ulusun da aynı dönemlerde büyük bir savaş içine girdiklerini biliyoruz. Ruslar ve Türkler. Ruslar, Lenin önderliğinde bir imparatorluktan sosyalizme devrilen büyük bir proleter hareketi yaşarken, Türkler, M.Kemal önderliğinde Osmanlı topraklarından kendilerine ait olanlara sahip çıkmaya ve bunu emperyalist devletlere kaptırmama mücadelesine girdiler. Emperyalist devletlerin öngördüğü toprak parçası kabullenilir bir şey değildi. Son Osmanlı Meclisi son büyük kararını alarak, Türk Devletinin korunacak sınırlarını yeminle belirledi. Ve Türkler Kürtlerle birlikte bu sınırları emperyalistlere karşı ölümüne savundu. Bu bir yandan emperyalist devletlere karşı savaşken öte yandan anti-kapitalist olmayan bir Türk Devletinin kurulması savaşımıydı. Rusya'da SSCB kurulurken Anadolu'da da "son" Türk Devleti kuruldu. Bu arada , Aybar tarafından ısrarla gerek TİP gerekse SDP programlarının başına konan,
M. Kemal'in, anti-kapitalist, anti-emperyalist bir söylemi ile Meclisin Halkçılık Bildirgesinden yapılan alıntıların, SDP programında belirtildiği gibi sadece
konjonktürel bir söylem olduğu ve yeni Türk devletinin hiçbir şekilde bu mecraya girmeyeceği anlaşıldı. (Bk. SDP programı)
Böylece dünyanın yepyeni bir yapılanma ile içine girdiği ve neredeyse yüz yıl sürecek şekillenmesi başladı. Bu şekillenme bilindiği gibi sosyalist teoride de derin yarılmalar ve ayrışmalar yarattı. Entrenasyonal, Lenin'in Avrupa işçi sınıfından umudunu kesmesi , devrim yapmayı başardığı kendi ülkesinin kazanımlarını korumayı dünya işçi sınıfının kazanımı olarak görüp bunu korumaya yönelik yapılanması ile yeni öz ve biçim kazanmaya başladı. Ve sosyalist partilerin oluşturduğu bir "blok" laşma ortaya çıktı. Artık bu blokun çıkarları dünya işçi sınıfının çıkarları ile tamamen örtüşür kabul ediliyordu.
İkinci kutup ise; kapitalist ülkelerin oluşturduğu emperyalist bloktu. Bilindiği gibi bu minval üzerine 2. Paylaşım savaşı çıktı ve bu savaş son yüzyılı belirleyen kesin kampların oluşumunu sağladı. Bir yandan emperyalistlerin hayat hakkı tanımadığı ve yok etmek istedikleri Osmanlı topraklarından kendisinin olanı savaşarak almış olan Türkiye, öte yandan SSCB bu süreci belirleyen yeni birer örneklerdi. Kuruluş dönemlerinde gösterdikleri dayanışma ise ilham vericiydi. Proleteryanın egemen olduğu Avrupa ülkelerinde sosyalizm hızla örgütlenirken, proletaryanın henüz olgunlaşmadığı yani kapitalizm aşamasına henüz tümüyle geçememiş ülkeler emperyalist talana karşı ulusal bağımsızlık savaşı vermeye başladılar. Enternasyonalin belgisindeki temel artık proleteryanın yanı sıra "Halkların kardeşliğini" de öngörüyordu. Bu kuramsal yapılanmanın sonucu 3000 x 5000 millik okyanuslar arası bir coğrafyada 15' i aşkın ulus, birkaç düzine etnik grup ve 70'i aşkın konuşulan dili olan bir dev sosyalist ülke oluşturulmuştu. Marks'ın deyimiyle 'Asya'nın karanlıklardaki devinden pırıl pırıl bir sosyalist ülke yaratılmıştı. Avrupa proleteryası ise bu işi becerebilmek için emperyalistlerin yeni bir savaş çıkartmasını ve daha da önemlisi Kızılordu'nun "Enternasyonalist" el vermesi ile SSCB 'nin belirlediği kampta yerini almıştı.
Kısa kesmek gerekirse 2. Savaş sonucunda dünya yukarıda söylediğimiz üçlü bloklarla şekillenmişti. Sosyalist Sistem, Emperyalist-Kapitalist Sistem ve 3. Dünya....
Ancak yüzyılın sonuna doğru bu şema hızla çöktü. Bürokratikleşmiş reel sosyalizmler kendini yedi-bitirdi ve elbette buna dayanan 3. Dünyacı anti-emperyalist toplumsal sistemler de yerini her isteyen ulusa bir "devlet" hakkı şovenizmine dönüştü. (Rauf Denktaş Türkleri de bu kontenjandan yol buldu ve bu şovenizm çıkmaz yolun temel belirleyicisi oldu.)
 |
|
Mehmet Ali AYBAR,
Russel Mahkemesi üyesi olarak ABD'nin soykırım yapıp
yapmadığını incelemek için gittiği Kuzey Vietnam'da
Vietnamlılar la birlikte. |
|
GLOBALİZM
/ ENTERNASYONALİZM
Bu
özeti yapmaya çalışmamdaki amaç işte bu bildiride sözü
edilen kaydırmanın temelini vurgulayabilmek içindi. Çünkü bildiri Türkiye’nin
bir ikilem karşısında bırakıldığını
oysa gerçeğin böyle olmadığını
vurguluyor. Ya şovenistlerin
tavrı ya da
emperyalizme teslimiyet. İşte burada
kendi tavırlarını da açıklıyorlar.
Globalizme karşı
işçi sınıfı ve bütün
ezilenlerin kuracağı bir
enternasyonalizmi yaşabilmek. Kürt halkı
da tüm ezilenler gibi yaşanacak olan enternasyonalizmde kurtulacaklardır.
Burada dikkat etmemiz gereken nokta enternasyonalizmin bir kurtuluş
manifestosu ve planı olan örgütlenme değil
yaşanacak bir uluslararasılık olarak
nitelenmesi. Yaşayacak olduğumuz
enternasyonalizme hangi araç ve yöntemle ulaşacağımız
meçhul. Zira dolayımlı anlatımlarıyla,
SSCB çökünce işçi sınıfının
uluslar arası dayanışması
da çöktü. Oysa hep
bilirdik ki enternasyonalizmin emekçilerin ve işçilerin önderliğinde
ki kurtuluş örgütünün de adidir. Yani
sömürüsüz, insanca yaşanacak bir ortamı
hazırlayacak uluslar arası
bir organizasyondur. Daha da ötesi kapitalizmin kendi iç çelişkilerinin
çözümünü yaratacak, ideolojik
bağımsızlığı esas alan ve böylece sistemden kopan bir oluşumun
adidir. Ama tarihi süreç
içinde SSCB ile özdeşleştirilen ve hatta aynılaştırılan
uluslar arası dayanışma,
sosyalizmin olmazsa olmaz koşuludur ve mutlaka oluşturulmalıdır.
İşte bu bildirinin bir türlü dili varıp
söyleyemediği de bu. Oysa sermayenin
global hücumu ve SSCB’nin çöküşü böyle bir örgütlenmeyi
zorunlu kılmıştır. (Gerçi
bir 4. var ama onu yok saymak genlerimize işlediğinden
hala görmezden gelmeyi şanımızdan
sayıyoruz.)
Yani ulusların kaderini tayin hakkını benimseyip bunu bir
dünya görüşü olarak kabul eden ama ulusların birlikteliği ve
kardeşliği değil, işçi sınıfı bilimi ve onun somut öncülüğünü
esas alan dünya çapındaki bir işçi
kuruluşu olmak zorunda. Ama işçi sınıfından umudunu
kesmiş ve üstelik işçi sınıfının kurtuluşunu da bir ulusun
kaderini tayin mücadelesine endekslemiş bir yönelimin
enternasyonalizmle falan ilgisi yoktur. Bu tür bir söylem işçi sınıfının
iktidarı demek olan sosyalizm hedefini kaydırarak yerine “ulusal
bağımsızlığı” ikame eden 3. Dünyacılık söyleminin ta kendisidir. Demokrasi ve
sosyalizm üzerine hala eskiyle yetinmek artık mümkün değildir.
Ortodoks görünüm vererek ceberrut
devletçiliği sosyalizm diye, bağımsızlık diye, herkese iş
herkese ekmek bulmak diye basitleştirerek söylemeye devam edersek
gerçekten kitlelerin özgürleşmesini sağlamak ereğinde ki
ideolojiden çok ayrı bir konumda kalacağımız açıktır. O
nedenle bu bildiri özünde AB emperyalizmine teslimiyet
falan gibi geleneksel “flulaştırma”
yöntemi ile kendine yer aramanın, varolanı parçalayarak, yöntemsizliği
öngörerek, yeniden örgütlenme ve doğru örgütlenme çabalarının
önünü kesmektedir. Bu yaklaşım, ordoksluk
görünümü ile “bürokratik sosyalizmin” kendine yeniden yol
aramasından başka bir şey değildir.
En azından bu nedenle, imzacıların bir kez daha gözden geçirmesinde
yarar var. (Yazmak istemiyordum ama; bazı
isimler var ki bildiriye çok yakışırken, bazı isimler var ki
nasıl olur diye sorduruyor.)
Elbette iş
sosyalist blokun çökmesi ile açıklanması
çok daha zor noktalara geldi. Şimdi artık
her şeyi bizim adımıza açıklayıveren
“Bilimler Akademisi” de
yok. Buna bir de “Enternasyonal”
kavramının kaydırılması
ile, zaten bir türlü
çözüm öneremediğimiz “sosyalist
ekonomi” , “Piyasa/sosyalizm” ilişkisi, paranın
metalaşarak sıcaklaşması ve dolaşıma
öyle girmesi ve elbette buna
bağlı olarak sınıfın
niteliksel değişimi ile birlikte
“hizmet sektörünün” hangi
üretim ilişkisine denk düşen üst yapının
ürünü olduğu falan gibi sorular yanıtlanması
gereken devasa sorunlar olarak ortaya çıkıyor.
Ucuz cevaplar ustaları artık
günü kurtaramıyorlar. Oysa çok açıktır
ki, sosyalistler bu soruların yanıtını
vermeden çözümü üretemezler.
Bu sorunların yanıtları
ise, sistemin kendisinde saklıdır.
Sizin sistemin içinde olup olmadığınız
iradi bir sorun değildir. Sistem kendi
bütünleşmesini sizin dışınızda yürütmektedir.
Ve zaten istediği onun (paranın)
serbest dolaşımını engellemeden ona
(paraya) en üst kari sağlamanızdır
esas olan. Ve kapitalizm teorisine göre bu arz kendi talebini
yaratacak dolayısıyla zaten kendini
yeniden ve onun (paranın) isteği
doğrultusunda yönlendirecektir. Siz
hangi düzen içinde olursanız olun ona
(paraya) istediği istikrarı
sağlarsanız o hayatından
hoşnuttur. İlk bölümde özetlemeye çalıştığım
şema SSCB ‘nine çökmesi ile
birlikte tümden değişmiştir. Eski
jargonla konuşursak, “Milli İhtilal”
yapmış bağımsızlıklarını
kazanmış ülkelerin önünde iki seçenek
vardı, İlki,
ABD ve Avrupa Emperyalist Devletleri ile ilişkiye girmek ve yardim
almak (Türkiye’nin de yaptığı
gibi) ya da SSCB ile ilişkilerini düzenleyip
devletten devlete yatırım anlaşmaları
sağlamak (gene Türkiye’nin kuruluş yıllarında
yaptığı gibi) . Bağımsızlık,
bir terim olmaksan çıkıp
böylece KAVRAMLAŞIYORDU. İlk cümlemize dönersek, basit
sorular bazen çok geniş kapsamlı yanıtlanabiliyor.
paranın, kalıcı,
üretime yönelik, istihdam yaratıcı olmasının
sağlanması sosyalist de olsanız,
sistem içinde de dışında da olsanız
en temel sorununuz. Yani onların “karşılıklı
bağımlılık” dediği,
bizimse yanıt oluşturmayan “Bağımsızlık”
temalarımız gerçek hayatta hiç de karşıtlık
oluşturmuyor aslında. Ve unutmamak
gerek “Gerçek devrimcidir”. Hem yıllarca
sistemin örgütü WTO kapısında dolanırsınız,
hem kalkınma hızının
en üst düzeylere varabilir, hem sınırlarınız
içindeki tüm halkların orta-çağda
yaşamasına göz yumarsınız
ham de kapitalizme dünyanın en ucuz işgücünü
sağlarsınız hem de paranın
istediği istikrar için (bende ki son
istatistiklere göre 2001) üç ay içinde 2800 kişiyi idam
edersiniz, hem bütün geri kalmış ülkelerin silah ihtiyacını
emperyalistlerden bile
hızla sağlarsınız ve
hem de “bağımsız” ülke olarak gösterilebilirsiniz. Bırakın
abesle iştigali.
Bu
bildiriyi imzalayanların böyle bir anlayışı olmadığını
biliyorum elbette. Ama geçmişte de sergile
dikledikleri “eklektik” düşünme ve eylemleri hiçbir
özgün ve çözümleyici özellik taşımadığından, bu azimetin
sonu yukarıda söylediğimiz türden bir sonuca varır. Halkların
kardeşliğini göz boyayıcı
el çabukluğu ile proleter dayanışmasının yerine ikame
etmek esasına dayalı bu görüşün, uluslar arası sermayeye karşı
mücadele edebilme gücünü oluşturması (yani emekçilerin birliğini
oluşturması) olanağı yoktur. Yani Enternasyonalcin tarihini doğru
okursak, Türkiye emekçilerinin öncelikle AB emekçileri ile
birlikte hareket edecek bir dayanışma örgütü
içinde yer alması zorunludur. Dünya halklarının kardeşliğine
de, kapitalizmden düşünsel ve eylemsel anlamda kopmasının da
yolu buradan geçecektir.
İKİ GÖRÜŞ
DE BİR “DEVLET”
PERSPEKTİFİNDEN YOKSUNDUR.
“Devlet”
sorununa , yeni bir devlet perspektif oluşturmadan bırakın
1920’li yılların bakış
açısıyla yaklaşarak, 1970 ‘lebin
bile bakışı ile çözüm getiremeyeceğimiz
ortada iken, AB ‘ye sadece “Avrupalı
Emperyalistlerin yeni kurduğu bir süper
devlet” diye yaklaşmanın
ve bunu ispat etmek için “işçi dostu olmadığını”
kanıt göstermek de ayrı
ve vahim bir kaydırmacadır. Öte
yandan “esneklik” gibi “piyasa” gibi kavramlar yeni ve işçi
düşmanlığının yeni tezahürleri
imiş gibi gösterilmesinin konuyu hiç incelemeden bildiriye alındığının
kanıtıdır. Bu kavramlar 1960 ‘tan
beri “esnek çalışma” dünyanın
gündemindedir ve Türkiye’de
bile 1970 ‘lebe dayanır.
(TUSIAD, 1980 ‘lebe doğru
Türkiye’nin Temel Sorunları Üzerine.
Bk. Özellikle Özal’ın önerilerine.
Bk. MESS 2000 ‘lif
Yıllarda Endüstri ilişkileri ).
Sermayenin son derece ilkesiz ve çıkarcı
gelişimini engellemenin yolunun sistemli ve ilkeli bir emek
platformunu oluşturulmasından ve bunun
tüm muhaliflere önderlik etmesi olduğunu
bildiğinden buna mutlaka engel olmak
gerekir. Zira esneklik (kısaca yasasızlık)
yalnız
çalışan insan sorunu değildir.
Esneklik, sistemin kendisidir. Sermayenin hareketine bağlı
dengesiz gelişmenin adidir. O bildiriye imza atan bazı
iktisatçı ve sendikacı
dostlarımızın (onların
uzmanlığını yapanların)
çok iyi bildiği gibi, esneklik
tümel bir üretim
organizasyonu olarak yasasızlığı yasalaştırmayı
içerir. Bunun sonucu olarak esnek çalışma
( çalışmanın yasasızlaştırılması)
yasalara konulmak istenmektedir. İşin
alt işverenlere bölünmesi (taşeronlaşma) bu gelişmelerin bir
sonucudur ve ILO sözleşmelerinden
bile kendine dayanak arar ve bulur. Bütün bunlara karşı,
Türkiye işçi sınıfı , Avrupalı
işçilerle birlikte (ETUC, CGT vs)
gerek siyasi gerekse sendikal anlamda 1980 öncesinde kiran
kirana mücadele vermiştir. Beğenseniz
de beğenmeseniz de gerek TIP gerekse
TKP etkinliği altındaki
dönemlerde DISK ‘in konumu ve uluslar arası
ilişkileri bu doğrultudadır.
Şimdi DISK yöneticileri işveren sendikaları
ile (ayni ETUC,CGT,DG vs. gibi) ayni masaya sistemi kurtarmak için
oturuyorsa, yani sistem “düşünsel ve eylem” planında
bu örgütlerin bagimsizligini elinden almışsa
ortadaki sorun açıktır.
Sorun işçi örgütlerinin sisteme karşı
olan “düşünsel ve dolayısıyla
eylemci bağımsızlığını” sağlayacak
emek birlikteliklerini kurmaktan geçecektir.
Eğer, sosyalistler DISK ‘i, DISK ETUC
‘u ETUC Globalizme
sorgulayacak konuma girmezse “Kürt halkının
yada başka bir halkın”
feodal “Bağımsızlık” söylemini
ikame ederek hiçbir yere varmak mümkün olmayacaktır.
Türkiye İşçi sınıfı
için, bildiride de yer alan “sermayeye karşı
mücadelenin” günümüzdeki tek yolu
Avrupalı işçilerle birlikte tüm
muhalif hareketleri kapsayacak
bir mücadele perspektifi oluşturmaktan geçmektedir.
Bildiride
bir diğer kaydırmaca da, “...demokrasi ve hukuku AB’ye teslim
eden... emperyalist yaklaşım”
ve “...Kopenhag kriterlerinin uygulanmasını isteyen neo-liberaller”
söylemi ile örnekleniyor.
Neresinden tutsan elinde kalan arkaik bir tavrın tezahürü bu. Ne
üretim araçlarının mülkiyetinin nasıl belirleyici olduğunun,
bu mülkiyet biçiminin nasıl bir sınıfsal yansıma yaratacağından,
mülkiyette ilişkisinin üretim ilişkilerini
bile nasıl belirlediğini dolayısıyla üst yapı kurumlarını
nasıl dejenere ettiğini ve sosyalizm dışına düşürdüğünü,
burjuva üst yapı kurumlarının kendini işçi sınıfının zoru
ile nasıl doğasına aykırı oluşturduğunu, geliştirmek zorunda
kaldığını (yani dünyanın en eski
ve artık tartışılması bile abes olan tartışmasını)
bu üst yapı kurumlarının da üretim ilişkilerini bile nasıl
belirlediğini ve düzenlemeye götürdüğünü, piyasa
ekonomisinin (liberalizmin) belirlediği “demokrasi” kavramı
ile amaçlanan sosyalist demokrasinin hangi süreçle varedileceği
vs...vs... Ama en önemlisi bu kurumların tedavüle sokulması için
işçi sınıfın mücadele vermesi gerektiğini hala göz ardı
ederek, suçlama konusu haline getirebilmek... işte buna hiçbir gücün
artık yetmeyeceğini sanırdım.
SONUÇ
Bilimsel görüşler
pratik içinde sınanır ve doğrulanır.
Bu bildirinin ardında yatan “bürokratik
sosyalist” görüşler pratikte denenmiş ve sınavı
geçememiştir. Bütün sonuçlar
ortadayken, müsebbipleri neden bir
kenara çekilip filler gibi kendilerine bir yer arayacaklarına,
altında kaldıkları
duvarın tozunu ikide bir de silkinerek
ortaya saçarlar “hayret
bir şey”....
|
|
|