Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 K.MARKS

 


Küreselleşmenin insan ve çevre üzerindeki olumsuz etkileri gözlerden saklanamaz noktaya ulaştı
 
Dünya artık taşıyamıyor 

ERGİN YILDIZOĞLU 

Bugün başlayacak olan Johannesburg Dünya Çevre Sorunları Zirvesi öncesinde, küreselleşmenin ve insanlığın geleceğine ilişkin tartışmalar yoğunlaştı. On yıl önce yapılan bir önceki Rio zirvesinde gelişmiş ülkelerin verdikleri sözleri bugüne kadar tutmamaları, bu kez ana teması ''sürdürülebilir gelişme'' olan Johannesburg zirvesinde alınacak kararların hem önemini hem de aciliyetini arttırıyor. Bu zeminde başlayan zirveye ilişkin hazırlıklar ve katılacak taraflar (dev uluslararası şirketlerle gelişmiş ülkelerin hükümetleri, gelişmekte olan ülkeler ve sivil toplum örgütleri) arasındaki pazarlık sürecinin yoğunlaşmasının bir diğer nedeni de dar anlamda ticaretin ve mali piyasaların serbestleştirilmesi ve kamu alanlarının özelleştirilmesi olarak tanımlanan bir küreselleşmenin toplumsal yapılar, insanların refahı ve çevre koşulları üzerinde kapitalizmin/sanayileşmenin yarattığı olumsuz etkileri daha da hızlandırarak artık sürdürülemez ve etkileri de gözlerden saklanamaz bir noktaya taşımış olmasıydı. Zirve, gittikçe artan sayıda düşünür, ekonomist ve siyasetçinin, küreselleşmenin karanlık yüzünden, böyle devam edemeyeceğınden ve insana önem veren reformların gereğinden söz etmeye başladıkları bir dönemde toplanıyor. Türkiyede ise durum 'biraz' farklı. Dünya Bankası ve IMF destekli Kemal Derviş 'in uyguladığı ''güçlü ekonomiye geçiş programı'' , işsizliği ve yoksulluğu daha önce görülmemiş boyutlara çıkarmasına ve toplumsal dokuyu tarumar etmiş olmasına rağmen, küreselleşme ve serbest piyasa üzerine süren tüm bu tartışmalardan uzak, IMF politikaları üzerinde konsensüs oluşturan partiler arasında yaşanacak bir seçim sürecine giriyoruz. Seçimlerden sonra yeni hükümete katılmaya aday partilerin ve liderlerin hepsi, IMF'nin (dışa açılma, serbestleştirme, ekonomiyi yabancı şirketlere teslim etme ve özelleştirme) dünyada uygulandıkları her yerde toplumsal ekonomik yıkıma yol açmış olan ve etkileri de Johannesburg zirvesi öncesinde yayımlanan bir seri raporla ve saygın ekonomi profesörlerinin araştırmalarında ve yorumlarında gözler önüne serilen programlarını benimsediklerini iftiharla açıklıyorlar. 
Böyle devam edilemez! 
Halbuki Dünya Bankası'nın Dünya Gelişme Raporu (World Development Report) 2003'ün ve Dünya Bankası'nın yoksulluk alanında çalışan en önemli ekonomisti Branko Milanoviç 'in ''Küreselleşmenin iki yüzü'' başlıklı çalışmaları, merkezi Londra'daki ''Çocukları Koruyun'' (Save The Children) adlı uluslararası yardım kuruluşunun, özelleştirmenin etkileri üzerine hazırladığı ''Küreselleşme ve Çocukların Hakları'' (Globalisation and the Children's Rights) raporu da dahil olmak üzere bir seri belgenin ortaya koyduğu ortak sonuç kısaca şu: Küreselleşme böyle giderse dünya yaşanmaz hale gelecek. Dünya Bankası Dünya Gelişme Raporu, bugünkü büyüme modellerini ve ekonomik alışkanlıkların ''sürdürülemez olduğunu'' bugünkü ekonomik modelde ısrar edildiği takdirde önümüzdeki 50 yılda küresel nüfus artışının, ekolojik tahribatın, yok olan kaynakların, artan yoksulluğun toplumsal yapıları dağıtacağını, siyasi kargaşalara yol açacağını ileri sürdü. Milanoviç'in çalışması, hem bir önceki 1873-1913 döneminde hem de 1980 sonrası dönemde küreselleşmenin (mal ve finans piyasalarının serbestleştirilmesinin) küresel yoksulluğu arttırdığını, gelir dağılımını daha da bozduğunu gösterdi. Save The Children'ın raporu, hükümetlerin temel hizmetler sektöründe özelleştirme politikalarının, hizmetlerin fiyatlarını arttırdığını, bundan da en çok çocukların zarar gördüğünü saptadı. 
IMF tipi küreselleşme başarısız 

Prof. Doni Rodrik , Harvard Magazine'in Temmuz-Ağustos sayısında yayımlanan ''Küreselleşme kimin için?'' (Globalisation for whom) makalesinde, 1990'lar döneminin birçok gelişmekte olan ülke için düş kırıklığı yarattığına, IMF politikalarının uygulandıları yerlerde hiç de vaat ettikleri sonuçları yaratmadığına dikkat çekti. Rodrik yazısında, daha sağlıklı bir küreselleşme için öncelikle ulusal gereksinimlere ve özelliklere ağırlık verilmesi gerektiğini vurguladı, serbest ticaret ve IMF programlarının yandaşlarının tezlerinin yanlış olduğunu, bu tezleri desteklemek için verdikleri Çin ve Hindistan örneklerinin, bu iddiların aksine IMF tipi küreselleşmeci değil, ulusal koşullara öncelik veren ekonomi politikalarının başarılı olduğunu; mal ve mali piyasaların yakından denetlenmesinin, ulusal ekonomik kurumların oluşmasına öncelik verilmesinin, bu ülkeleri hem Asya krizinden koruduğunu hem de dünya ekonomisiyle entegrasyon açısından, IMF poltikalarından çok daha sağlıklı sonuçlar ürettiğini de gösterdi. 
Bir başka yaşam biçimi neden mümkün olmasın 
Nobel ödüllü ekonomist Amaratya Sen 'in Le Monde'da yayımlanan makalesinde vurguladıgı gibi, gelişme ve çevre sorunları birbirine yakından bağlantılı ve her kuşak bir sonraki kuşağın geleceğini de düşünerek hareket etmek zorunda. Bu ise uluslararası bir dayanışmayı ve işbirliğini gerekli kılıyor. Johannesburg zirvesi, bundan on yıl önce yapılan Rio zirvesinin bir devamı. BM Genel Sektereti Kofi Annan 'a göre Rio zirvesinden bu yana geçen 10 yılda alınan kararların hemen hiçbiri uygulanamadı... Ne yazık ki, geçen 10 yılda gerçekleştirilemeyen işbirliğinin önümüzdeki 10 yılda gerçekleştirilebileceğini ve alınacak kararların uygulanabileceğini söylemek kolay değil. Çevreye en çok zarar veren ve küreselleşmenin yarattığı yıkımdan en çok sorumlu dev şirketler, zirveye kendi gündemlerini dayatmak için Johannesburg'a doluştular. 
Dünya Bankası Marksist mi oldu? 
Johannesburg zirvesinden 10 gün önce yayımlanan Dünya Bankası Dünya Gelişme Raporu, geleceğe yönelik çok karanlık bir resim sunuyor. Buna karşılık çok ''tehlikeli'' bir biçimde, büyüme ile refah arasındaki ilişkiyi sorguluyor ve genel sorunsalın içine, ilk kez servet dağılımı konusunu sokuyor. İşte bu yüzden The Economist de ''Dünya Bankası Marksist mi oldu'' diye soruyor.'' 
Karanlık bir gelecek 
Bugün 6 milyarlık dünya nüfusunun 2.8 milyarı günde iki dolardan (3 milyon 200 bin TL) daha az bir gelirle 1.2 milyarı da bir dolardan daha az bir gelirle yaşamaya çalışıyor. 1 milyar insanın içme suyu yok. En zengin 20 ülkede ortalama gelir, en yoksul 20 ülkedeki ortalama gelirin 37 katına ulaştı. İnsanlar dünyanın iklimini değiştiriyorlar, çevre ve ada nüfusları yükselmekte olan deniz seviyesinin tehdidi altında yaşıyorlar. Kurak bölgelerin nüfusu ise çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya. Gelişmekte olan ülkelerin kentlerinde hava kirliliği az bir bir harcamayla kolaylıkla önlenebilecek erken ölümlere yol açar bir düzeye ulaştı. Dünya Bankası raporu, böyle devam edersek, bu koşulların hepsinin önümüzdeki dönemde daha da ağırlaşarak gezegeni ekolojik, sosyal ve ekonomik olarak bir kaosa sürükleyebileceğini söylüyor. Peki ne yapmak gerekir? Dünya Bankası'nın, önerilerini sunmaya başlarken, daha başlangıçta, sosyal bilimleri değil de muhasebe kavramlarıyla konuşmaya başlaması, iyimserliği pek teşvik etmese de, devam edersek, bankaya göre insanların yaşamları ve refahları varlıklara (assets) dayalı. Bunlar, doğal, insan imalatı, toplumsal, bireysel ve kamusal varlıklar. Bu varlıkların gelişmesi için hepsinin korunması, teşvik edilmesi gerekiyor. ''Bu korunma olanağını tanıyan kurumlarsa sosyal sermaye, otlakların kullanılması, balıkçılık kotaları, ormancılık işletmeleri, mülkiyet hakları''. ''İnsanların uzun dönemli perspektifleri, güvenlikleri olmadığı koşullarda, toprak, balık ve orman kaynakları hızla israf edilerek yok edilebiliyor. Aynı biçimde, toplumsal sermaye ve makinelere yapılan yatırımların da güveni arttıran mülkiyet hakları ve yasalarla desteklenmesi gerekiyor.'' Daha belirgin olarak Dünya Bankası, gelişmekte olan ülkelerin yönetim kademelerindeki yolsuzluklardan kurtulması, katılımcılığı ve demokrasiyi, kapsayıcılığı ve şeffaflığı güçlendirmesi, böylece kaynaklarını yönetecek kurumları inşa etmeleri gerektiğini söylüyor. Dünya Bankası'nın zengin ülkelere de tavsiyeleri var: Daha az bencil olunuz, azgelişmiş ülkelere daha çok yardım yapınız, borçların azaltılması konusunda daha eli açık olunuz, piyasalarınızı gelişmekte olan ülkelerin mallarına açınız; hastalığı engelleyen, enerji tasarrufunu, tarımsal üretkenliği arttıran teknolojilerin transferine yardımcı olunuz. Özel firmalar ise günlük etkinliklerinde sürdürülebilirliğe daha duyarlı olmalı, çevresel ve toplumsal amaçları gerçekleştirmeye çalışırken kâr etmeleri teşvik edilmeli. Sivil toplum kuruluşlarıysa, güçsüzlerin ve iktidarsızların sesi olmaya teşvik edilmeli, kamusal, özel performansların denetlenmesinde bağımsız bir kaynak olmaları sağlanmalı. 
Dünya Bankası'nın, sendikaları ve siyasi partileri yok sayan, genelde iyi niyete dayalı bu önerilerine bakıp da ''ölme eşeğim ölme, yonca bitecek'' deyişini anımsamamak elde değil. Peki öyleyse The Economist'in bu rapora ilişkin yazısına neden ''Dünya Bankası Marksist mi oluyor?'' başlığını koydu. Tüm yüzeysel ve çoğu kez pratikte anlamsız önerilerin arasında Dünya Bankası Raporu'nun genel ekonomik anlayıştan sapan çok önemli bir seri varsayım gizli de ondan! The Economist'in paranoyak gözlerinin hemen yakaladığı gibi rapor, ''liberal ekonomistler tarafından yoksulluğun azaltılmasının en kestirme yolu olarak görülen ekonomik büyümenin bu sorunu çözmekte yetersiz olduğunu'' ima ediyor. İkincisi, Dünya Bankası Raporu, ''Doğanın tahribatının sanayileşmenin önlenemez ama geri çevrilebilir bir yan ürünü olduğu'' inancını da paylaşmıyor ve ''çevresel sorunların temelde toplumsal sorunlar olduğunu'' saptıyor. Bu noktadan sonra da rapor iyice saparak işi varlıkların (assets) dağılımı sorununa getiriyor. Rapor diyor ki, ''Varlıkların dağılımı, çeşitli politikaların maliyet fayda hesapları ve güven, toplumların çevresel, toplumsal ve ekonomik sorunlara yönelik işe yarar yasalar ve kurumlar geliştirmeleri için gerekli koşullardır.'' The Economist ' in tüylerini diken diken eden satırlar, ''Eğer büyüme sürdürülebilir olacak ve dünya toplumsal kargaşalardan korunacaksa yoksullar ve güçsüzlerin varlıklara erişimi arttırılmalıdır.'' diğer bir deyişle servet dağılımı daha adaletli bir hale getirilmelidir! Yoksa banka bir yeniden dağılım, diğer bir deyişle var olan servet dengelerine siyasi müdahale (mi) öneriyor! The Economist, hemen raporun önde gelen yazarlarından Zmarak Shalizi 'yi yakalamış ve sorguya çekmiş. Söyle bakalım, sen aslında ne diyorsun? Shalizi kan ter içinde, varsayımlarının aslında neo-klasik (neo-liberalizmin) anlayışa dayandığını anlatmaya çalışıyor ama, ok bir kez yaydan, ''kedi bir kez torbadan dışarı kaçmış'' , her ikisi de geri girmiyor. Shalizi her ne kadar varlıkları emek ve sermaye ile sınırlamadığını (valla Marksist değiliz!) mülkiyet haklarını, yasaları, şeffaflığı hatta güveni bile bunlara kattığını anlatmaya çalışıyorsa da dönüp dolaşıp eninde sonunda, ''nasıl olsa gelecekteki ekonomik büyüme bir sürü yeni varlık yaratacak'' , ''şimdi zenginler ellerindekilerin bir kısmını paylaşsalar ne olur'' demeye getirmek zorunda kalıyor. Bankanın uzmanları ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar rapor, dikkatleri varlıkların dağılımına, neo-liberal politikaların sürdürülemezliğine, ulusal çözümlerin önemine çekti bir kere. Kediyi tekrar torbaya sokmak artık kolay değil! 
Harvard Üniversitesi'nden Türkiye'li Prof. Dani Rodrik, ''Neo-Liberalizmden sonra ne?'' (Haziran 2002) çalışmasında ''Neo-liberal ekonomik politikalar, gelişmekte olan ülkelerde 20 yıldan fazla bir süredir uygulanıyor. Artık şimdi bunların sonuçları üzerine kesin bir yargıda bulunacak konumdayız. Karşımızda güzel bir resim yok'' diyordu. Rodrik'e göre gelişmekte olan ülkelerde, 1980-2001 döneminde ekonomik büyüme, 1950-70 döneminin gerisinde kalmış. Eski sosyalist ülkelerde, gerçek üretim çıktısı hâlâ 1990'ın gerisinde. Bu genel trend'den ayrılan üç ülke Çin, Vietnam ve Hindistan ise bunu IMF politikalarına aldırmadıkları, kendi ulusal gereksinimlerine öncelik verdikleri için gerçekleştirebilmişler. Üstelik bu sefil performans, gelir dağılımında bir bozulmayı birlikte ilerlemiş. Dünya Bankası'nın gelir dağılımıyla ilgili çalışmalarının başındaki uzmanlardan Branko Milanoviç'in Mayıs 2002'de bankanın WEB sitesine konan ''Küreselleşmenin iki yüzü: Bildiğimiz haliyle küreselleşmeye karşı" (The two Faces of Globalisation: Against Globalization as we know it) başlıklı çalışması da bu son noktayı inceliyor ve etraflı bir çözümlemeden sonra, ''1978-98 döneminin sonuçları, bir önceki dönemden kesin bir biçimde çok daha kötüdür'' diyor ve ekliyor: ''küreselleşme partizanları, küreselleşmenin hiç tartışmasız faydalı bir süreç olduğunu, son dönemin verilerini ancak çok ciddi bir biçimde yanlış okuyarak savunabilmektedirler''. Milanoviç, çalışmasının sunuşuna koyduğu özette, ''Bu çalışma, küreselleşmenin otomatik ve iyi bir güç olduğuna ilişkin görüşün çiddi bir biçimde hatalı olduğunu gösteriyor'' diyor. Milanoviç, küresellemeye ilişkin egemen görüşün tezlerini, sonra da küreselleşmenin en parlak dönemi olarak bilinen 1870-1913 dönemini ve 1978 sonrası dönemi inceliyor. Her iki dönemde de zorla küreselleştirilenlerin bu süreçten faydalanmadıklarını, hatta zararlı çıktıklarını gösteriyor; küreselleşmenin ekonomik benzeşiklik (convergence)) yarattığı tezini şiddetle reddediyor. Milanoviç, ''salt kapitalist çıkarlar tarafından yönlendirilen küreselleşmenin bu kez de yüz yıl öncekine benzer sonuçlar doğurmasının kaçınılmaz olduğunu'' vurguluyor ve ekliyor. ''Nasıl 19. yüzyılın ulusal kapitalizmleri II. Dünya Savaşı'ndan sonra uygarlaşmışsa, küresel kapitalizm de uygarlaşmak zorundadır!'' Milanoviç'in çalışması, kapitalist paradigmanın sınırları içinde kalmasına rağmen (ne de olsa Dünya Bankası bünyesinde) egemen teorilere, daha da önemlisi ''Washington Consensus'' olarak bilinen IMF politikalarına, bu bağlamda dogma olarak kabul edilen serbest ticaret ve gelir dağılımı ilişkileri üzerine varsayımlara köklü bir biçimde karşı çıkıyor. 
Yoksulluk artıyor 
Tabii ki bunun gözlerden kaçması beklenemezdi: Geçen hafta, Wall Street Journal, Milanoviç'in çalışmasının bir önceki taslağı (Aralık, 2001) üzerine ''Dünya Bankası çalışması, bankanın serbest ticaret-gelir dağılımı teorilerine ters düşüyor'' başlıklı bir yorum yayımladı (23/08/02). Şimdi, bizim elimizde çalışmanın daha yeni bir versiyonu olmasına rağmen, WSJ'nin ağzından devam edelim, çalışmanın nasıl algılandığını görebilmek için. 
WSJ'ye göre, ''çalışma, bankanın serbest ticaretin ve yatırımın faziletleri üzerine en değer verdiği görüşlerini eleştiriyor'' . Çalışmaya göre , ''Küreselleşme dünyanın en zengin ve en fakir halkları arasındaki gelir farkını derinleştiriyor'' , ''En düşük ortalama gelir düzeyine sahip ülkelerde bile, dışa açılma sürecinden zenginler faydalanıyor.'' ''Milanoviç'in çalışmasının bulguları, serbest ticaretin ve yatırımın, ihracat olanaklarını ve yabancı sermaye çekme şanslarını arttırarak özellikle yoksul ülkelerin işine yaradığına ilişkin standart ekonomik teoriyi yadsıyor. Çalışma, bankanın geçen 20 yıldaki tüm yöneliminin de yanlış olduğunu söylemiş oluyor.'' 
Dünya Bankası'nın serbest ticaret ve gelir dağılımı üzerine ürettiği tüm olumlu söyleme karşın Milanoviç'in 88 ülkeyi kapsayan çalışması, 1985-1991 dönemiyle 1992-1997 dönemini karşılaştırıyor ve bu dönemde ticaretteki serbestleşme belirgin bir biçimde artarken gelir dağılımının da belirgin bir biçimde bozulduğunu ortaya koyuyor. 
Söz konusu dönemde araştırma konusu olan 88 ülkede ihracat ve ithalatın GSMH'ye oranı yüzde 62'den yüzde 77'ye yükselmiş. Buna karşılık dünya halklarının en yoksul yüzde 10'unun ortalama geliri, birinci dönemde tüm dünyanın ortalama gelirinin yüzde 30.7'si düzeyindeyken ikinci dönemde tüm dünyanın yüzde 24.8'i düzeyine gerilemiş. Aynı dönemde en zengin yüzde 10'un gelir düzeyi, tüm dünya halklarının ortalama gelirinin yüzde 273.5'inden yüzde 293'üne ulaşmış. Kısacası, en üst yüzde 10 zenginleşirken en alt yüzde 10 yoksullaşmış. En yoksul kesminin içinde de küreselleşmeden ancak en zengin kesim faydalanabilmiş. 

* Dünya ekonomisinin insanlığın geleceğini tehdit eden çok kritik bir aşamaya girdiğinden, gözü dönmüş dev şirketlerin ve artık bunlar adına toplumları yöneten komitelere dönüşmeye başlayan sosyal-liberal sentezci III. yol hükümetleri dışında hiç kimsenin şüphesi yok. Uzun süredir insanlığı tehdit eden bir süreç yaşanırken şu yaşamsal soruyu sormak gerekiyor: Bir başka yaşam biçimi neden mümkün olmasın? 

 
sayfa başına dön