Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 K.MARKS

 



Peki, siz ne biçim insanlarsınız?

Halil NEBİLER

Ünlü Belçikalı düşünür Ernest Mandel, Hoş Cinayet (Delightful Murder) adlı yapıtında, kapitalizm ve örgütlü suç konusunda gelip şu noktaya dayanıyor:
"...Örgütlü suç, burjuva toplumunun çevresine ait olmaktan çok, giderek artan bir ölçüde, genel olarak sermaye birikimini belirleyen aynı sosyoekonomik itici güçlerden doğmaktadır: özel mülkiyet, rekabet ve genelleşmiş meta üretimi (genelleşmiş para ekonomisi)..."
"...Örgütlü suç için esas ekonomik sorun, gördüğümüz gibi, yasadışı yollarla biriken sermayeye meşru çıkış yolları bulmaktı. Geç kapitalizm altında, bu, yalnızca daha genel bir sorunun, yani sermaye fazlası kitlesine yeterli yatırım alanları bulma sorununun özgül, -belki paradoksal, hatta kaba- bir yansımasıdır. Bununla birlikte bu iki olgu birbirine düpedüz kenetlenmez; aslında birbirlerinin içine akma ve nüfuz etme eğilimindedirler. Kirli para, yabancı vergi sığınaklarında -tabii çoğu kez, ama yine de yalnızca buralarda değil- açılan banka mevduat hesapları kanalıyla temizlenir. Fakat kirli paranın meşru eşdeğeri -sermaye fazlası- de aynı vergi sığınaklarındaki aynı bankalara yönelme eğilimindedir: kirli ve temiz fonlar bilançolarda birbirine karışır...."
"...Vicdansız spekülatörleri, meşru iş alanlarında büyük çapta faaliyet gösteren sahtekarları, doğrudan doğruya dolandırıcılardan ayıran sınır çizgisi giderek incelmektedir..."
"...Bir yandan tek bir büyük şirket, ya da ima yoluyla bütün böyle (kötü adamların şirketi. HN) şirketler, bazen birçok Marksistin kullanacağından da keskin terimlerle gerçekten sorgulanırken, topyekün sistem asla sorgulanmaz. Ama bu şirketler işledikleri suçlardan dolayı ara sıra kovuşturmaya uğrar, pek seyrek olarak da iflas etmeye terk edilirse de kendilerini doğurmuş olan ve tekrar tekrar da ortaya çıkaracak olan, kapitalist sistemdir. Gerçek şudur ki, hepsi birlikte, bunlar, sistemin kendisidir. O halde, bütün onaylanırken parçalar nasıl itham edilebilir?.." (E.Mandel. Hoş Cinayet. 134-135-136)
Edebiyatta Dürrenmatt, Yargıç ve Celladı adlı kitabında bir başka dille anlatıyor bu bütünleşmeyi:
"Burjuva düzeni artık adil değildir. Bu düzenin nasıl işlediğini biliyorum... büyüklere kimse dokunmuyor, yalnızca küçükler yakalanıyor... nazik bir işadamı çoğun Martini'siyle öğle yemeği arasında suç işler, bunu zorlu bir iş meselesini 'hallederek' yapar. Bu, kimsenin suç olarak göremeyeceği bir suçtur; işadamı da, işlediği şeyi suç olarak nitelemez."
Buraya bir not daha koyalım:
Bütün bu yolsuzluk-yağma yöntemleri arasında, zaman zaman karşımıza çıkan şiddet, suçun başlıca amacı değil, karı en çoğa çıkarma hedefinin amaçlarından biridir.
Şimdi, bir şeyler söylemek lazım.
Bütün bunların ışığında; örneğin kaçakçılık olarak nitelenen eylemlerin, aslında ve özünde sermayenin riskli işlerle içli dışlı ticaret kesiminin ilgi alanı olduğunu, riskli olduğu için de karının çok yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Yine, örneğin kaçakçılığın neden kapitalizmin kendisine ait bir eylem olduğunu; bu ticari alanın aslında belirli sınırlamalar dahilinde çeşitli ülkelerin istihbarat örgütleri, ticarete konu olan ülkenin güvenlik ve istihbarat kuruluşlarının omurgasını oluşturan üst düzey bürokratlar ile birtakım paramiliter vurucu güçlerin kesişme alanı olduğunu söyleyebiliriz.
Diyelim silah kaçakçılığı:
"Tekelli sermayenin dişlilerinin yağlanmasında 1973-1980 arasında silah, uyuşturucu, hammade ticaretinin yanında, muazzam miktarlara ulaşan bir parayı çeşitli kanallar içinde tekelli sermayeye fon olarak aktaran banker kuruluşları, devletin zımni desteği ile bu işi yaptılar. Kaçakçılık olarak nitelenen aslında sermaye fraksiyonlarından biri olan uluslararası işadamları topluluğunun devlet kadrolarında çalışan ortakları bu desteğin garantörü olurken, 12 Eylül sonrasında da devam eden bankerlerin faizle para toplayıp, toplanan paraları tekelli sermayeye fon olarak karmaşık bir sistem içinde aktarmaları sürecinde diktatörlüğün ünlü yöneticilerinden MGK üyesi ve K.K.K. Nurettin Ersin, Org. Tahsin Şahinkaya, Başbakan Yardımcısı Zeyyat Baykara ve Danışma Meclisi Başkanı Prof.Dr.Sadi Irmak'ın bu bankerlerde paraları bulunduğu basında da yer almıştır. Konunun bu boyutunu iktidar ilişkileri bakımından değerlendiren Prof.Dr.İzzettin Önder'in faiz üzerinde durarak sorduğu soru ve yaptığı tesbit şöyle: Bu iktidar içteki eskiden kalma, geleneksel ciddi sermaye yatırımı yapan adamların bile değil artık. Kim peki bunlar, mafya mı? Evet mafya gerçekten...
Bu mafioz ilişkiler şebekesi içinde basit bir dış mihraklar açıklaması ile devlette ortakları bulunan ve 1973-1980 arasında 30 milyarlık (Bu rakam o günlerin 30 milyarıdır. HN) silahı Türkiye'ye sokan işadamlarını, devletin ve kapitalist enternasyonal örgütlerinin egemenlik alanı dışındaki bir terör kurgusu içine oturtmak yanlış olur. Tekelli sermaye ve onun devletinin politik-ekonomik tasfiye süreçleri içinde, başlangıçta özerk bir kar güdüsü ve kendine özgü olduğuna inanılan bir örgütçülük düzleminde çalışan kaçakçılık sektörü, biriken fonları legalize edilip, kadrolarının kriminal olmayan bölümleri saygın işadamı haline geldikten sonra, misyonlarını farklı alanlara kaydırmışlar, fazla sivrilen uçları devletin bekası adına törpülemişlerdir" (Suat Parlar. Osmanlıdan Günümüze Gizli Devlet. S.360-361)
Türkiye'de darbe döneminde Başbakan Yardımcılığı, sonrasında Başbakanlık ve nihayetinde Cumhurbaşkanlığı bile yapabilmiş bir kişi; Turgut Özal, bir diploma töreninde konuşurken şunları söylüyordu:
"Bizim eski kaçakçılar, ihracatçı olmak için bize müracaat ettiler. Karşımıza MİT raporları getirildi. Bunlar kaçakçıdır, bunlara ihracat belgesi vermeyin denildi. Oysa biz, bunlar teşebbüs sahibi, bunlardan iyi ihracatçı mı olur dedik. Şimdi hepsi ihracat yapıyor. Sistemin gereği ihracatçı oldular."
Bizim de tezimiz o zaten... Riskli olduğu için yüksek kar bırakan yasadışı ticaretten kazanılan kirli paranın temizlenerek, meşrulaştırılarak ekonomiye yani bankalar sistemine aktarılması gerekiyor. Bunun için de ihracatçılığın gerçekten iyi bir yöntem olduğu biliniyor. Türkiye'yi yıllarca meşgul eden hayali ihracat, yurt dışındaki bu tür paraların meşrulaştırılması operasyonları için kullanılıyor. Sistem, bu meşrulaştırma yöntemleri sırasında yaşadığı tıkanıklıkları da gayet iyi aşabiliyor:
"...Hayali ihracatla ilgili bizim illere yazdığımız 500-1000'e yakın yazışma vardır. Ama ne oldu? Mesela Silopi Savcısı bizden yardım talep etti. Biz oraya acele dört ekip gönderdik, tahkikatlara başladık. Silopi savcısının 48 saat sonra tayini çıktı..."
"...Bir tanesi Borsacılar Genel Kurulunda çıkıp konuştu ve dedi ki; Ben Türkiye'nin ve dünyanın gelmiş geçmiş en iyi kaçakçısıyım. Adamın adı Ceyhan Bektaş. Bu adam daha sonra bana geldi. Bizi tehdit etti. Dedi ki: Türkiye'de bir günde dönen kaçak para sirkülasyonu 9-11 milyar dolar arasındadır. Sizin buna güç olarak karşı durmanız mümkün değil. Adam bize; benim elimden bu işi alırsanız, otomatikman yerime aşağıdan bir kişi gelir, dedi. Adamların yurt dışında, Türkiye'ye ait bulundurdukları para miktarı o zaman 59 milyar dolardı. Dikkat ederseniz, Türkiye'de hayali ihracat suçunu yaratan grup, size anlattığım bu kişilerdi..."


"...1988'de tayin edildim... Benimle birlikte Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık Dairesi'nin bütün personeli dağıtıldı..." (Tuncay Özkan. Kıyamet Mahkemesi. S.86-87-88)
Bir zamanların efsanevi kaçakçılık polisi Atilla Aytek'in sözleri bunlar.. Süleyman Demirel'in 70 cent'e muhtaç Türkiye'sinin, yurt dışındaki Aytek'e göre 59, kimilerine göre 70 milyar dolar karaparaya ihtiyacı var. Bunun için hayali ihracat iyi bir meşrulaştırma yöntemi. Aytek, karaparayı aklayanların hayali ihracat suçunu yaratan grup olduğunu da biliyor. Görevi gereği onlarla mücadele etmeye de çalışıyor ama kapitalizmin kuralları çok nettir ve tasfiye ediliyor... Pürüz çözülüyor. (Aytek'le ilgili bir not: Kendi döneminden bir çok bürokrat bir biçimde ödüllendirildi. Aytek, bu kitapta adı sık sık geçen Sazak ailesinin Eskişehir'inden, MHP listesinden milletvekili adayı oldu, seçilemedi. Bürokraside kızakta kaldı ve başkaları milletvekili, sermayedar falan olurken Aytek'e ünvan olarak Gençlerbirliği Spor Kulübü Asbaşkanlığı kaldı. Pürüz olmuştu çünkü)
Devam edelim...
Zaman zaman da çok daha kaba yöntemlerin kullanıldığı oluyor: 
"1984-1985 yasama yılı sonlarında TBMM'nin kabul ettiği bir dizi yasa, bazı çevreler tarafından "sahur yasaları" olarak adlandırıldı. Yasaların çıkarıldığı 7 Mayıs 1985 tarihi, hicri takvimle ramazan ayına rastlıyordu ve muhalefetin direnişleri karşısında, normal çalışma koşullarında çıkarılamayan yasalar, TBMM'nin çalışma saatleri uzatılarak sabaha karşı, yani sahurda çıkarılabilmişti. Liberalizmin bayraktarı ANAP Genel Başkanı Turgut Özal, kaçakçılık suçlarını "ekonomik suç diye adlandırıyor ve ekonomi literatürüne değil ama ceza hukuku literatürüne geçecek bir fikirle ortaya çıkıyordu. Özal'a göre "ekonomik suçları" işleyenlere verilecek hürriyeti bağlayıcı nitelikteki hapis cezaları, kafasındaki liberal modeldeki ithalat-ihracat rejiminin uygulanmasını engelleyecekti. Çünkü, "onlar" kaçakçı değil "girişimci"ydi...
Böylece; 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine İlişkin Kanun, 1177 sayılı Tütün ve Tütün Tekeli Hakkında Kanun, 3078 sayılı Tuz Kanunu, 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu, 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkındaki Kanun ve 2305 sayılı Kanun maddelerinde yapılan değişikliklerle birlikte hayali ihracat, altın ve döviz kaçakçılğı sanıkları serbest bırakıldı.
Düşünce suçluları hakkında en küçük bir olumlu düzenlemeye yanaşmayan ANAP iktidarı, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanarak hüküm giymiş silah kaçakçılarının cezalarından 3-8 yıl indirim yapılmasını kabul ediyordu. Orhan Apaydın, Ruhi Su gibi ülkenin yetiştirdiği en değerli insanlar, pasaport alamadıkları için yurt dışında tedavi yaptıramıyorlar ve ölüyorlardı ama, kaçakçılar, yargılanmaları aşamasında yurt dışına kaçma ihtimalleri varken bile pasaport alıp yurt dışına çıkabiliyorlardı. Dört bankanın genel müdürünün, ünlü borsacı Nasrullah Ayan'ın, bazı bakanların ve bizzat Turgut Özal'ın adlarının karıştığı dört tonluk altın kaçakçılığının sanıkları, 100 bin lira ekonomik ceza ödedikleri zaman haklarındaki davalar böylece düşüyordu.
Özal'ın (ileride göreceğimiz gibi) İsviçre'de bir hotelde toplantı yaptığı döviz kaçakçılarının işledikleri suçlarla ilgili dosyalar da düşüyordu. Özal dönemi ANAP'ının kaçakçılara gösterdiği şefkat, sadece sahur yasalarıyla sınırlı değil. Daha iktidara geldiği 1983 yılında çıkardığı 7340 sayılı bir tebliğ var ki... Dünyanın hemen bütün kapitalist ülkelerinde yabancı paranın hesabı sorulur. Örneğin ABD'de 10 bin doların üzerinde döviz bulunduran kimse, dövizin kaynağını bildirmek zorundadır. ANAP'ın çıkardığı 7340 sayılı tebliğ ise dövizin kaynağının sorulamayacağı ve elde edilen yabancı paranın hiç bir kayda tabi tutulamayacağı gibi bir hüküm getiriyor." (Halil Nebiler. Mafyanın Ekonomi Politiği. Sarmal Yayınevi. 1995. s.77-78)
Böyle bir hüküm açıkça karaparaya davetiye çıkarmak oluyor ve kirli paranın ekonomiye sokulması için düzenleme yapan bir yönetim, yolsuzluğun, yağmanın, talanın, kaçakçılığın kapitalizmin bizzat kendisi olduğunu kanıtlıyor. Bütün amaç, Aytek'in 59, kimilerinin 70 milyar dolar olduğunu söylediği yurtdışındaki karaparanın bankalar sistemine sokulmasıdır. Burada, Mandel'in sözünü ettiği karmaşık aklama sistemlerine bile ihtiyaç duyulmuyor. En kaba biçimiyle, hükümet tebliğiyle karapara sisteme sokuluyor.
Yolsuzluk, soygun, yasadışı işler v.s. nin kapitalist sistemin bizzat kendisi olduğunu kanıtlayan en belirgin olaylardan biri, en belirgin kişilerden biri İrangate olayıdır ve ABD'li Yarbay Oliver North'dur.
"Oliver North, 1968 yılında Denizcilik Koleji'nden mezun oldu. Vietnam savaşına gönderildi. Üstün başarılarından ötürü çeşitli madalyalarla ödüllendirildi. Hırslı, gözüpek, disiplinli, büyük hedefleri olan North, bu özellikleriyle öne çıkmaya başladı ve 1980 yılında Tahran'daki elçilikte rehin tutulan ABD görevlilerini kurtarmak için Türkiye'de hazırladığı gizli operasyon planlarını uygulamaya koyuldu, ancak plan fiyaskoyla sonuçlandı. 1981 yılında Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi'nde görevlendirilen North, Nikaragua limanlarının mayınlanması, Ortadoğu'da İran bağlantılarının kurulması, Londra'da İranlı silah tüccarlarıyla pazarlık, Libya'da Sirte Körfezi'ne yapılan hava saldırısının planlanması gibi olaylarda önemli rol oynadı. ABD'de bir dönem içinde "Amerikan halkının yetiştirdiği en kahraman evlat", İrangate skandalının ortaya çıkışından sonra ise "Karanlık Yarbay" olarak anıldı. North'un Karanlık Yarbay olarak bilinmesinde yarar olduğu kanısındayız. Bunu hakediyor...

Bir örnek verelim:
1989 yılının Temmuz ayı ortalarında Kosta Rika kongresine sunulan bir rapora göre, Panama Devlet Başkanı Manuel Antonio Noriega'nın pilotu tarafından yönetilen ve uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı yapan bir şebeke, 1984 yılı Ekim ayından 1985 yılı sonuna kadar Meksika üzerinden ABD'ye en az beş ton kokain kaçırdı. Bu şebekenin Yarbay Oliver North sayesinde, Nikaragua'daki karşı devrimci kontralara yardım eden bir örgütle ilişkisi olduğu raporda yer aldı. Kontralara yardım eden örgütün içinde ABD'nin Kosta Rika Büyükelçisi Lewis Tambs'ın yanısıra aralarında John Pointdexter ve Richard Secord'un da bulunduğu Ronald Reagan yönetiminin üst düzey görevlileri ve eski bir CIA ajanı olan Joe Fernandez'in de bulunduğu aynı raporda açıklandı. Kosta Rika kongresine sunulan raporda, Yarbay North'un, Noriega'dan Nikaragua'daki Sandinist hükümete karşı mücadelede işbirliği istediği ve şebekenin 1985 yılından başlayarak uyuşturucu kaçakçılığı işine karıştığı vurgulandı.
North'un anti-komünist örgütünün Nikaragua'da Eden Pastora önderliğindeki kontrgerilla oluşumuna silah sağlanması ve ABD'ye uyuşturucu sokulması için çalışan bir örgüt haline geldiği saptandı. Noriega'nın emriyle uyuşturucu kaçakçılığı yapan pilotların, kendi mesleklerini terketmeden silah sevkini sağlamak için Kosta Rika'ya geldikleri ifade edilen raporda, "Kosta Rika'nın Güney Amerika'dan gelen uyuşturucuların depolanması ve silah sağlanması için üs haline getirildiği" kaydedildi. Söz konusu rapor, 12 Haziran 1986'da Miami'de tutuklanan Kolombiyalı pilot George Morales'in tanıklığına dayanılarak hazırlandı. Morales, Nikaragua'daki kontralara mali ve lojistik destek vermek ve Kolombiya'dan gelen uyuşturucuları ABD'ye taşımak için CIA ile bir anlaşma yapıldığından söz ediyordu. Yarbay North, 5 Temmuz 1989 günü Washington'da yapılan yargılamada 3 yıl hapis ve 150 bin dolar para cezasına çarptırıldı.
Albay North ve CIA, İsviçre'deki karapara aklama uzmanı bankerler ve İsviçre gizli servislerinin desteğiyle Amerikan ve İsrail silahlarını İranlı mollalara ulaştırıyorlar. Humeyni, silahların parasını dolar olarak ödüyor. İhtiyaç duyduğu doları sağlamakta kullandığı en önemli malzeme ise baz morfin ve eroin... İsviçre'ye yerleşen Türk ve Lübnanlı uyuşturucu kaçakçıları, uyuşturucuyu mollalar rejiminden teslim alarak uluslararası pazara sürüyorlar."(Halil Nebiler. a.g.e. s.86-87)
"Türk-Lübnan mafyası uyuşturucu satışından payını alıyor, geri kalan para da Cenevre ve Zürih'in belli başlı bankalarında açılan gizli hesaplara yatırılıyor. Burada yine North devreye giriyor. İran rejiminin ve mafyanın payı çıktıktan sonra geri kalan para, Oliver North'un talimatıyla, İsviçreli bankerler tarafından Orta Amerika'ya transfer ediliyor. Bu paralarla Salvador'da Farabundo Marti cephesine ve Nikaragua'da Sandinistalara karşı paralı askerlerin Honduras'tan hareketle yürüttükleri sabotaj, terör ve katliam savaşını finanse ediyorlar..."(Jean Ziegler. İsviçre Daha Beyaz Yıkar. AFA Yayınevi. 1990. s.123)
Sistem bu...
Üstelik dünya ekonomisindeki küreselleşme olgusu ile birlikte bu içiçelik hız, yaygınlık ve boyut kazanıyor. Chossudovsky'ye göre, "Pazarların açılması, koruyucu devletin çöküşü, özelleştirmeler, uluslararası ticaret ve finansın serbestleştirilmesi v.s. bunların yasadışı eylemlerine olduğu gibi uluslararası boyutlara ulaşan rakip bir cinayet ekonomisinin oluşumuna da yardımcı olmuştur." (Michel Chossudovsky, Teori, Şubat 1997, s.42) 
Dolaşımdaki kirli paranın hesabını kimse yapamıyor ve bu para küreselleşmenin en önemli unsuru oluyor. Yalnızca, "Londradaki Interbank piyasasında her gün işlem gören Eurodolar, Euromark ya da Euroyen gibi transnasyonal paraların tutarı mal ve hizmetler alanındaki dünya ticaretini finanse etmek için gerekli olan paranın 10-15 katıdır." (F. Drucker. Türkiye İş Bankası Yayınları. İstanbul 1992, s.29)
Cinayet ekonomisinin pazarın bir anlamda yarı-resmi ortağı olmasında IMF'nin payı ya da rolü ya da dayatması vardır. Yine Chossudovsky'e dönersek;
"Dünya borçları ile yasadışı ticaret ve karapara aklaması arasında sıkı bir ilişki mevcuttur. 1980'li yılların başındaki borç krizinden bu yana, hammadde fiyatları dibe vurarak, gelişmekte olan ülkelerin gelirlerinin dramatik bir biçimde azalmasına yol açmıştır. Uluslararası alacaklıların dayatmasıyla sert tasarruf önlemleri alınmak zorunda kalınmış, çok sayıda çalışan işten çıkarılmış, ulusal kuruluşlar haraç mezat yok pahasına satılmış, kamu yatırımları dondurulmuş, sanayi ve tarıma yönelik krediler önemli ölçülerde kısıtlanmıştır. Artan işsizlik ve ücretlerin düşürülmesiyle de yasal ekonomiler bunalıma girmiştir. 
Çok sayıda ülkede, suç mafyasına uygun olan alternatif bir ekonomi gelişmiştir. Ulusal Pazar ve ihracatın çöktüğü bir ortamda, ekonomik sistemde boşluk oluşmuş, yasadışı üretim en önde gelen döviz kaynağı olarak hakim sektör konumuna geçmiştir. Birleşmiş Milletler'in bir raporuna göre, borçlu ülkeler Uluslararası Para Fonu'nun ödünç verme olanaklarından yararlanmak için kabul etmek zorunda kaldıkları yapısal uyum programlarının, cinayet sendikalarının pazara girmesini kolaylaştırdığına tanık olmuştur"(M.Chossudovsky, age. S43-44), dediğini okuruz.
Bu durumda onyıllardır IMF politikalarını uygulayan Türkiye'nin 12 Eylül 1980 öncesinde Süleyman Demirel'in deyimiyle neden 70 cente muhtaç kaldığını ya da bırakıldığını ve Turgut Özal'ın neden kirli para aklayıcılarıyla İsviçre otellerinde pazarlık yaptığını, pazarlığın hemen sonrasında 70 cente muhtaç ülkenin nasıl çikita muz ithal edebildiğini, Atilla Aytek'e göre 59, kimilerine göre 70 milyar doları bulan kirli paranın ülkeye girebilmesi için çıkarılan sahur yasalarının yanısıra neden bir de Hıyanet-i Vataniyye Kanunu'nun yürürlükten kaldırıldığını her halde daha iyi anlayabiliriz.
İşte bunları anladıktan sonra Çatlı'ların falan, komisyon ya da savcı karşısında neden "açıklayamam, devlet sırrıdır" dediklerini ve neden ya zaman aşımı veya bir başka mekanik hukuk unsurunun devreye girmesiyle sokaklarda dolaştıklarını çözebiliriz.
Peki sonra ne oldu da ard arda operasyonlar geldi?.. 
Türkiye'ye 80'li yıllarda akan karapara, nereden bakarsanız bakın yerli malı mafyanın, yerli malı dolandırıcının yurtdışına kaçırdığı kendi parasıydı. Kirli de olsa ulusal yanı vardı!..
İşin esprisi bir yana, bir zamanların ünlü Ankara Valisi Nevzat Tandoğan'ın, "Komünizm gelecekse onu da biz getiririz" sözlerini yeni dünya düzenine ya da uluslararası sermayeye uyarlayıp, "Türk halkı soyulacaksa onu da yeni dünya düzeni yapar" haline getirebiliriz. 
İşin bir yanı daha var:
Türkiye, soygundan, yağmadan kaçırılan parayı bir biçimde yurda sokup rahatlayabiliyorsa, bu rahatlama aynı zamanda IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların ekonomik-siyasi (ki o baskılar daha çok siyasidir) baskılarından da bir ölçüde kurtulması anlamına gelir. Oysa, bu, uluslararası sermayenin asla işine gelmeyen, asla affetmeyeceği bir durumdur.
Kimi bilim-kurgu filmlerinde görürsünüz; gelecekte dünyayı bir imparator, bir meclis, ya da ABD gibi bir süper güç falan yönetmez, bilmem ne tröstünün yönetim kurulu başkanı yönetir.
Evet, dünyayı uluslararası sermaye yönetecektir ve uluslararası sermaye siyasi erkte kendisiyle rekabet ya da ortaklık edecek ulusal bir devleti istememektedir. 
1991 yılı Temmuzunda Almanya'nın Baden Baden kentinde Bill Clinton ve Dan Quayle'ın governörlüğünde yapılan Bieldelberg toplantısında, Rockefeller grubunun önerisi şöyleydi: "Birilerinin, hükümetin yerini alması lazım, bize en mantıklı adaylar şirketler gibi görünüyor"
Devam edelim:
"Ulusal formatların boşaltılacağının ilanı, 1994'te... O yıl Birleşmiş Milletler İş Konseyi'nde kürsüye çıktı, birbirlerine kopamayacak şekilde bağımlı kılınan ünitelerden oluşan bir dünyanın barışçıl olmaktan başka çaresinin olamayacağını anlattı. Başkan Clinton'ın Amerikan kıtalarını Birleşmiş Milletler'in emrine veren kararnameyi imzaladığı yıl da 1994. Clinton'ın çok yakın arkadaşı İçişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott'ın 'Küresel Ulusun Doğuşu' isimli makalesi de aynı yıl yayımlandı. Makalede, Amerikan ulusal egemenliği düşüncesi eleştiriliyor, ulusallığın metruk bir kavram olduğu iddia ediliyordu. Bundan böyle bütün devletler tek bir küresel otorite tanıyacaklar." (Alev Alatlı. Schrödinger'in Kedisi, Rüya. Boyut-Alfa ortak yayını. 2001. s.287) 
Bu olaylardaki IMF'nin rolü böylesine önemli olduğu için, özellikle 90'lı yılların sonlarından itibaren Dünya Bankası ve IMF, Türkiye'de klasik karapara-mafya-banka hortumlanmaları-ihale mafyası gibi olayların üzerine gidilmesini istemiş, 2000-2001 yıllarındaki o ünlü operasyonlar uluslararası finans kuruluşlarının gözetiminde yapılmıştır. Uluslararası sermaye işi şansa bırakmak istememiş, Çağlar-Demirel v.s yerine Soros'u istediği için onları tasfiye yolunu seçmiştir.
Oyunun kuralları bir kez daha belirlenmiş ve kuraldışı oynayanlar, mızıkanlar oyun dışı bırakılmıştır.
Bu sistemin içinde yolsuzluğu, yağmayı, rüşveti, kirli parayı aramanın anlamı kalmıyor. Bir döngü sürüp gidiyor. Sistem işliyor: Sistemin amacı daha fazla kar. Daha fazla kar için daha fazla yatırım gerekiyor. Daha fazla yatırım demek, daha fazla sermaye birikimi anlamına geliyor. Sermaye durduğu yerde birikmediğine göre iki şeyden biri olacak. Ya klasik sermaye birikimi kuralları işleyecek, tefeci faizleri ya da başka yolsuzluklar ve ahlaksızlıklarla (Kooperatif vurgunundan banker skandalına, hayali ihracattan birzamanlar olduğu gibi yabancı sigara-içki kaçakçılığına, banka hortumlamaktan ihale vurgununa, hazine arazisi kapatmaktan mülteci kaçakçılığına) her yol denenecek, ya da daha riskli ama daha karlı yasadışı ticarete (uyuşturucu, silah, kadın) başvurulacak. Yasadışı ticareti yapanların ellerinde biriken muazzam karlar karmaşık sistemlerden geçirilip aklanacak, bu sırada fazla kriminal olmayan tipler işadamı yapılacak. Diğerleri ve kendini bir güç sanan kriminal olmayan tipler ise, "vay vicdansızlar, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yersiniz ha!" denilerek aslanların önüne atılacak.
Fahişe Magdalena'nın recmini önlemek için İsa, "İlk taşı en günahsız olanınız atsın" diyordu. Bu sistemden nemalanmayan emekçi katmanların dışında, kimin parası temiz? Hangi banka karaparayla oynamadı, hangi büyük holdingin ne kadar hissesi uluslararası uyuşturucu şirketlerinin eline geçti, hangi ünlü ressamın kaç tablosunun kimin eline nasıl bir parayla geçtiği belli mi?
"70'li yıllardan itibaren mali sermaye ile yeraltı ekonomisi ittifak içine girmişlerdir. Mali sermayenin hacmi, dolaşım olanakları, narko-ekonominin boyutlarını büyütmüştür. Artık meşru ile gayrımeşru, yasadışı ile yasal ayrımları belirsiz bir hale gelmiştir. Yeraltı ekonomisinin suç kartelleri, uluslararası bankaların, borsaların ve finans kurumlarının yatırım olanaklarına dayanmadan varlıklarını sürdüremezler. 750 milyar dolarlık bir büyüklük, elbette bu kuruluşlar eliyle dolaşıma sokulacak, karlı işlere yatırılacaktır. Örgütlü suç ile mali sermaye arasındaki ittifak, mafios grupları iş dünyası ile kaynaştırmıştır. Günümüzde, yeraltı ekonomisi fonlarının büyük bir bölümü, yasadışı sektörlere geri dönerken ağırlıklı olarak meşru ekonomiye yatırılmaktadır. Bu yatırımları kolaylaştıracak mali araçlar ise her geçen gün biraz daha çeşitlenmektedir." (Ergin Yıldızoğlu, Globalleşme ve Kriz, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, s,52)
"1990-1994 yılları arasında 50 yeni borsa açıldı. Gelişmekte olan ülkelerin borsalarına milyarlar aktı. 1986'da 2.1 milyar dolar olan yatırımlar 1993'te 200 milyar dolara yükseldi." (Murat Çulcu, Dünyamızı Saran Mafya, s, 836) 
Dünyada yılda 700 milyar dolar uyuşturucu parasının dolaştığı İnterpol yetkilileri tarafından açıklanıyor. Bu miktar bütün petrol sanayiinin karından daha büyük bir parayı anlatıyor. Peki bu para nereye gidiyor?
Arkasına devletin gücünü alan, Birleşmiş Milletler'in gücünü alan uluslararası sermaye bu yasadışı ticareti bütünüyle mafyaya mı bırakıyor? Hiç mi nemalanmıyor? Ya da ne kadar nemalanıyor? Ya da artık mafya-uluslararası sermaye birbirine girmiş durumda mı? Ortak mı çalışıyorlar? Hangi mafya babası aynı zamanda hangi uluslararası holdingin patronu? Hangi holding yönetim kurulunun hangi eroin veya kokain naklinde ne kadar payı var?
Bu paralardan kazanılan korkunç serveti uzaydan gelen birileri alıp götürmüyor herhalde? Bu paralar bu sistemin içine giriyor ve kullanılıyor.
Bütün bunlar olup biterken kamu görevlileri ne yapıyor?
Rüşvet neden ve nerede ortaya çıkıyor?
Görüyoruz, kapitalist ekonomi yasalar tarafından denetim altına alınamıyor. Sigara kaçakçılığı önlenemiyorsa, yabancı sigara pazarı büyükse, sigara kaçakçılığının önlenmesi yerine yabancı sigara satışı serbest bırakılıyor. Yani yasalar piyasalara uymak zorunda kalıyor.
Görüyoruz, uyuşturucu parasının ekonomiye girmesi gerekiyorsa, para hareketlerini sınırlayan yasalar ortadan kaldırılıyor ve kirli paranın dolaşım alanı ve hızı arttırılıyor. Nitekim, 1980 başında mal işlemlerinin sadece 6 katı olan para-tahvil benzeri portföy işlemleri, 1994'te 50 katını aşıyor. Spekülatif sermaye giderek daha fazla yasadışı ticaretten pay kapmaya başlıyor. Kaptıkları payla mali piyasanın finans imparatoru haline geliyorlar. Bir ülkenin parasını finans oyunlarıyla bir gecede düşürüyor, bir gecede yükseltiyorlar. 
Piyasa sözkonusu olduğunda mahkemeler adalet dağıtmıyor, kural dağıtıyor. Kuralı da piyasa koyuyor.
Elde ettikleri korkunç mali güç ve yasalarda sağladıkları rahatlamayla birlikte suç kavramıyla oynuyorlar ve suç ile spekülasyon arasındaki sınırları kaldırıyorlar. Tefecilik, spekülatörlük suç olmaktan çıkıyor, piyasanın unsurlarından biri haline geliyor. Bir tefeci, bir spekülatör olan Soros, devlet başkanları düzeyinde saygı görüyor.
Bazen, pek nostaljik ve romantik "gizli örgüt", "nefret edilesi kahraman" çağrışımlarını kullanıyorlar. Çünkü gizli muhaliftir. Ama soyguncunun aslında patronun kasasını anlaşmalı olarak soyduğu, çünkü kasadaki paraların sigortalı olduğu ortaya çıkınca olayın hiç bir ilginç tarafı kalmıyor. Türkiye'de 70'li yıllarda tek kanal televizyon ortamında ortalığı kasıp kavuran ve petrolcüler arası entrikaları konu alan Dallas dizisinde, J.R. tipinin neden herkese ilginç geldiği her halde burada netleşiyor. Adam kötü, kötü işler yapıyor ve piyasada kabul görüyor. Herkes J.R.'ın kötü olduğunu biliyor ama herkes adamla iyi geçiniyor.
J.R. Ewing, vahşi kapitalizmi temsil ediyor. Pre-neo-liberal...
Kardeşi Bobby (adını inşallah yanlış hatırlamamışımdır) klasik kapitalist ahlakı temsil ediyor. Biz dizinin her bölümünde kardeşinin tarafını tutuyoruz ama kazanan sürekli olarak J.R. Ewing oluyor. Bu ne anlama geliyor.
Utanmaya gerek kalmıyor. 
J.R. Ewing, (şöyle de söyleyebiliriz:neo-liberalizmin öncü gücü) utanmıyor. Çünkü korkmuyor. Utanma, korku ve günah, neo-faşizm öncüsü tutumlardır. Utanma ahlakın, korku yasanın, günah dinin cezasıdır. J.R. Ewing'in öncülü olduğu yeni dünya düzeninde paranın cezası olmuyor. Her şey açık açık yapılıyor...
Çünkü...
Eskiden kırılan kol yen içinde kalıyordu ve kirli çamaşırlar açıkta yıkanmıyordu. Toplumsal muhalefetten korkuluyordu. 
Sosyalist sistemlerin çözülüşü, soğuk savaşın bitişi, ellerindeki korkunç servet onları güvende kılıyor, kendilerini güçlü hissediyorlar ve korkmuyorlar.
Demokratik denetim mekanizmasını yok ediyorlar, burjuva demokrasisini (11 Eylül 2001'de New-York'a yapılan saldırılardan sonra ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerin demokrasiye aykırı önlemlerini anımsayın) yok ediyorlar, en küçük ve en kendiliğindenci ve en zorunlu, en meşru halk hareketlerine karşı bile (Arjantin'de 2001 Aralık ayındaki ayaklanmayı anımsayın) hemen sıkıyönetim ilan ediyorlar, onlarca, yüzlerce kişiyi öldürüyorlar.
Türkiye, 1980'de alınan 24 Ocak kararlarından bu yana işte bu sisteme eklemlenmeye çalışıyor. Bu eklemlenme çabası yüzünden sistemin özelliklerinin büyük çoğunluğunu içine alıyor, aldıkça da çürümenin, daha fazla çürümenin bütün sancılarını en sert biçimde yaşıyor.
Pekiyi, ne olacak? 
Ne diyordu Serdari?
"Gayri düzen tutmaz telimiz bizim..."
Peki ne olacak?
Belki de Serdari'nin, Batı'dan bir dostumuz tarafından düzeltilmesi gerekiyor. Bertolt Brecht, Seuzan'ın İyi İnsanı'nda kahramanına şunları söyletiyor:

"Ey bahtsız!
Kardeşinize şiddet uygulanıyor ve siz gözlerinizi kapatıyorsunuz!
Yaralı çığlık atıyor ve siz sessiz kalıyorsunuz!
Haydut kol geziyor ve kurbanını arıyor
Ve siz diyorsunuz: Bize dokunmaz, çünkü biz memnuniyetsizlik göstermiyoruz.
Peki, bu kent ne? 
Siz, ne biçim insanlarsınız?
Bir kente haksızlık geldiğinde, bir ayaklanmanın olması gerek
Ve ayaklanmanın olmadığı yerde, 
Gece gelmeden önce, 
Kentin ateşle telef olması daha iyidir."

 
sayfa başına dön