Emekçilerin 
Kurtuluşu
Kendi
Eserleri
Olacaktır.

                 K.MARKS

 


Büyüklerin Güç Mücadelesi

Ergin YILDIZOĞLU

Soğuk Savaş'ın bitmesi iki kutuplu dengeyi bozdu ve bir anda deyim yerindeyse Pandora'nın kutusunu açtı. ABD'nin tek süper güç olarak ayakta kalması, onun açısından bu durumu korumayı amaçlayan yaklaşımlar temelinde bir politika doktrini aramayı gündeme getirdi.

Amerika, savaşa ayırdığı bütçenin çok ufak bir kısmıyla Saddam rejimiyle ilişkilerini düzeltebilir, sonra rejimi dışa açarak, petrol kuyularının mülkiyetini, olmazsa en azından çalıştırma hakkını yeniden eline geçirebilirdi. Ama ABD bunlardan hiçbirini seçmedi.

Uzmanlar ABD'nin Irak'a karşı açacağı savaşın nedenleri arasında bu ülkenin kitle imha silahı açısından tehdit oluşturduğu düşüncesinin yanı sıra sahip olduğu zengin doğal kaynakların da bulunduğu konusunda birleşiyor. Irak, BM gözetimindeki gıda karşılığı petrol anlaşması dışında üretim yapmasa da kaynak açısından, Suudi Arabistan'dan sonra dünyanın ikinci zengin ülkesi. Dünya petrollerinin büyük bölümünün üretildiği ve transit geçtiği Körfez'deki güvenliği sağlamak ABD'nin savaş isteminde etken. Irak'ın Safvan kentinde Kuveyt'le olan sınır çizgisinin birkaç metre ilerisindeki rafineri de bölgede ''Saddam'ın yanı başında'' üretim yapılan merkezlere örnek.

 

 

2003 yılına bölgesel ve küresel etkilerinin tam olarak ne boyutlara tırmanacağı henüz öngörülemeyen, ancak ülkemizi hızla içine çekmesi beklenen büyük bir savaşın başlamasını bekleyerek giriyoruz.

2001 11 Eylül'ünde ABD hegemonyasının ve küresel kapitalizmin simgeleri olan ikiz kuleleri hedef alan ve binlerce insanın ölümüne yol açarak dünyada büyük bir şok yaratan terörist bir saldırının arkasından, Bush hükümetinin başlattığı ''terorizme karşı'' savaş, Afganistan'da Taleban rejimini devirdi, yerine kukla bir hükümet kurudu. Sonra, daha Afganistan'da bir düzen kurulamadan savaş hızla biçim değiştirmeye başladı ve tek ülkeye, Irak'a karşı bir savaşa dönüştü. Tüm diplomatik çabalara, dünya kamuoyunun itirazlarına rağmen Irak'ın işgaline yönelik büyük çaplı bir savaş artık kaçınılmaz görünüyor.

İlginç bir durum!

Ancak, Bush hükümetinin, özellikle Avrupalı müttefiklerinin tüm uyarılarına karşın, Irak'ı denetim altında tutmak yerine, hem de Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna ilişkin elle tutulabilir tek bir kanıt dahi üretememişken, bir ''rejim değişikliği'' amacıyla işgal etmeyi seçmiş olması, ilginç bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Geçen haftalarda elinde kitle imha silahları olduğunu açıkça ilan eden, Birleşmiş Milletler silah denetçilerini ülkesinden kovan ve nükleer santrallarını yeniden hizmete sokmaya başlayan Kuzey Kore'ye karşıysa, aynı Bush hükümetinin, bu kez savaş yerine diplomatik bir yol seçtiğini açıklaması, karşı karşıya kaldığımız durumun ilginçliğini daha da arttırıyor. Belli ki ABD için Irak'ın özel bir anlamı var. ABD büyük can kaybı pahasına, bölgesel kargaşa olasılığına ve devasa bir mali faturaya rağmen Irak'ı işgal etmeye kararlı.

Petrol için savaşa gerek yok

Bu bağlamda ilk anda akla gelen açıklama ''Irak'ta petrol var da ondan'' oluyor. Bu açıklamada tabii ki bir doğruluk payı var. Ama aşağıda tartışacağımız gibi bu petrolün hemen kullanılır hale gelmesinin önünde bir seri çok ciddi fiziksel ve hukuksal engel olduğu gibi, bu petrolü elde etmek için de illa bir savaş gerekmiyor. ABD savaşa ayırdığı bütçenin çok ufak bir kısmıyla ve BM'den geçirilecek birkaç kararla Saddam rejimiyle önce ilişkilerini düzeltebilir, sonra rejimi dışa açarak, petrol kuyularının mülkiyetini, olmazsa en azından çalıştırma hakkını yeniden eline geçirebilir, hatta IMF bıçağının altında, bu ülkeyi bir istikrarsızlığa iterek çökertebilir, ya da rejimi yumuşak bir geçişle değiştirebilirdi.

Ama ABD bu yolların hiçbirini seçmedi. Dolayısıyla açıklamaların kapsamını, petrolü aşacak bir biçimde geliştirmek ve soğuk savaş sonrası küresel siyasi coğrafyanın temel bileşenlerindeki değişmelerden hareketle aldığı biçimleri yeniden gözden geçirmek gerekiyor, bugünkü noktaya nasıl geldiğimizi ve buradan da ne yöne doğru ilerlenebileceğini irdeleyebilmek için.

Okumakta olduğunuz çalışma bu bağlamda. ''Neden savaş ve neden Irak?'' sorularına cevap ararken benimsenmesi gereken perspektifi genişletmeyi amaçlıyor. Önce, Irak savaşına doğru giden siyasi gelişmelerin genel bir haritası çıkarılmaya çalışılacak, sonra bir ikinci yazıda da Irak işgal edildiği takdirde, bölgesel ve küresel jeopolitik ortamda bölge ülkelerinin ve Avrupa Birliği, Rusya, Çin, Japonya gibi büyük güçlerin ne yönde etkilenebileceği araştırılacak.

Soğuk Savaş'tan sonra jeopolitik

Soğuk Savaş'ın bitmesi iki kutuplu dengeyi bozdu ve bir anda deyim yerindeyse Pandora'nın kutusunu açtı. ABD'nin tek süper güç olarak ayakta kalması, onun açısından bu durumu korumayı amaçlayan yaklaşımlar temelinde bir politika doktrini aramayı gündeme getirdi. Buna karşılık bir ekonomik ve siyasi birlik sürecinde hızla ilerlemeye başlamış olan Avrupa ülkeleri ve Rusya, Çin, Japonya gibi büyük güçlerle, dünyanın Brezilya, Hindistan gibi büyük gelişmekte olan ülkeleri, çok kutuplu, uluslararası ilişkilerde daha çok eşitliğe dayanan, çok yönlü bir şekillenme oluşmasını amaçlıyor, ulusal çıkarlarını ifade etme kapasitelerini sınırlayan her hangi bir kutup altında yaşamaya niyetli olmadıklarını açıkça dile getirmeye başladılar.

Böylece 1990'larda karşımıza, giderek geleceği belirsiz, tarif edilmesi zor bir uluslararası düzenin, daha doğrusu düzensizliğin kıvrımları açılmaya başladı. Bu siyasi belirsizliğin ve düzensizliğin yaratacağı olası etkiler, başlangıçta küreselleşme heyecanı altında hemen fark edilemedi. Ancak 1997 Asya krizinden ve Kosova savaşından sonra bu belirsizliğin giderek özellikle ABD açısından dayanılmaz bir hale gelmeye başladığı ve yeni bir dış politika doktrini arayışlarının hızlandığı söylenebilir.

Bu zemin üzerinde soğuk savaş sonrası jeopolitiğin temel bileşenlerine, bu güne doğru yaklaşarak ve Irak savaşını ilgilendiren özellikleri üzerinde özellikle durmaya çalışarak bakmaya başlarsak ilk anda gelişmeleri dört başlık altında toplamak mümkün olur:

1. Çatışmaların yeni coğrafyası.

2. Ortadoğu'daki gelişmeler.

3. Hegemonyanın sakatlanması.

4. ABD'nin Yeni Savunma Stratejisi.

Bu gelişmelere daha yakından baktığımızda ve elde etmeye başladığımız resmi Irak'ın jeostratejik konumuyla birleştirmeyi denediğimizde bugünkü ABD yönetiminin uzun erimli projesini ve proje açısından Irak'ın neden bu kadar büyük bir öneme sahip olduğunu görmeye başlayabiliriz.

1. Kaynak savaşları: (1)

Uluslararası jeopolitiğin fay hatları ''Soğuk Savaş'' döneminde iki blokun rekabet ve sürtüşme alanlarından geçiyordu. İki blok açısından esas sorun Avrupa'nın kontrol edilmesiydi. Buna ek olarak bu iki blok dünyanın çeşitli bölgelerinde dolaylı olarak birbirlerinin etkinliklerini kırmaya, etki alanlarında istikrarsızlık yaratma ve kendilerine bağımlı devletlerin sayısını arttırarak nüfuz alanlarını genişletme yoluyla diğerini geriletmeye çalışıyordu. Bu bağlamda birçok gelişmekte olan ülkeye kültürel, ekonomik, siyasi ve askeri yardım yapıyorlardı. Dünyanın önemli stratejik bölgelerinde, örneğin Ortadoğu'da katı bir denge vardı. Her iki güçde petrolün akısını engellemiyor, diğerinin engellemesi için tedbir almaya çalışıyordu. Soğuk Savaş bittikten sonra, Avrupa birlik sürecinin de etkisiyle ayrı bir blok olarak şekillenirken, Çin hızlı bir büyüme trendine oturmuşken, doğal kaynakların, özellikle enerji kaynaklarının, ama bunlarin yanı sıra su, kıymetli madenler, kıymetli taşlar, besin ürünleri havzalarının denetimi ön plana çıkmaya başladı.

Devletlerin bölünmesi

Bu sırada soğuk savaş döneminde dış kaynakla ayakta duran, ekonomileri ve ideolojik yapıları bu baskı altında şekillenmiş çeşitli devletler, mali, askeri ve ideolojik kaynakları kuruyunca çökmeye, devleti elinde tutan sınıf, klan ve gruplar da devlet bürokrasilerini, orduyu kullanarak ayakta kalma savaşı vermeye başlamışlardı. Bu kesimler, ellerindeki şiddet araçlarına, etnik etkilere de dayanarak, (uzun dönemli bir ekonomik inşada kullanılacak siyasi istikrar da olmadığından), kolay talan edilebilir, el konulabilir doğal kaynakları ele geçirmek için savaşmaya başladılar. Bu süreçte birçok devlet etnik hatlarda bölünerek dağılmaya başladı. Silah ticareti, uyuşturucu kaçakçılığı, soğuk savaştan arta kalan istihbarat elemanlarıyla birleşince, etnik, ayrılıkçı hareketlerle, kaynak savaşlarıyla ilişkili yeni suç örgütleri de oluşmaya başladı, bu suç örgütleri kaynak savaşlarını daha da yoğunlaştırdılar. Bu coğrafyalar, Pentagon'un bir deyişiyle gri savaş alanları, El Kaide gibi terörist örgütlerin ortaya çıkması ve barınması açısından da çok verimli topraklar oluşturuyordu.

Serbest piyasaya dayalı bir küresel ekonomi kurma projesi mali sermayenin basıncıyla yerel kaynakları giderek artan bir hızla hortumlarken, metalaşma sürecinde ani bir hızlanma, sosyal hizmetlerin kapsamının ve hacminin daraltılması, hatta yok edilmesi, bu ülkelerde, verili kaynak dağılımı ve bölüşümü matrislerini allak bullak etti. Etnik gruplar arası dengeler, konsensüsler bozuldu ve etnik çatışmalar güçlendi. IMF paketlerinin uygulandığı ülkelerde, örneğin Yugoslavya, Türkiye'de, etnik ve dini kimliklerin hızla öne çıktığı, yeni istikrasızlık alanları yarattığı görüldü. Kısacası, uluslararası siyasi coğrafya dağılmaya, yerel savaşlar mantar gibi bitmeye başlarken bunların giderek artan oranda doğal kaynak alanlarıyla, bunların taşınma yollarında yoğunlaştığı görüldü.

Dünyada doğal kaynaklar etrafında istikrarsızlığın giderek artması, başta ABD olmak üzere hemen tüm büyük güçlerin bu kaynakların akışını istikrara kavuşturmak için siyasi ve askeri stratejileri geliştirmelerini, ordularını yeniden şekillendirmelerini gerekli kılıyordu. Öncelikle petrol ve doğalgaz kaynaklarına doğru ilginin, bunların denetimini amaçlayan girişimlere yönelik askeri ve sivil yatırım ve harcamalarda bir artışın başladığı gözlendi.

2. Ortadoğu sorunu

1990'ların başında, 1. Körfez Savaşı'nın da yarattığı ortamda başlayan Arap-İsrail barış süreci çöktü ve yerini sonu belirsiz bir çatışma ve çürüme süreci aldı. Bu süreç içinde, Şaron hükümetinin Filistin yönetimini adım adım tasfiye etmeye yönelik bir politikayı benimsemesi, Müslüman Arap halkları arasında, İsrail'e, buradan da İsrail'i destekleyen ABD yönetimine, nihayet bu yönetimle işbirliği içinde olan yerel rejimlere karşı nefret ve tepkiyi güçlendirmeye başladı. İntihar eylemleri giderek tırmandı, ABD yönetimi ve savunma çevreleri, El Kaide ve benzeri radikal örgütlerin bölgede rejimleri devirebilecek karışıklıklar çıkartmasından endişe etmeye başladılar. Diğer taraftan Ortadoğu'daki ekonomik ve demografik trendler de istikrarsızlıkları derinleştirecek bir yönde ilerliyordu. Bir taraftan genç nüfusun toplam içinde payı, ama genelde toplam nüfus baş döndürücü bir hızla artıyor, buna karşılık bölge ülkeleri yeni iş olanakları yaratamıyor, aksine orta sınıfların bile gelirleri de giderek geriliyordu. Ortadoğu'daki, Suudi Arabistan gibi rejimlerin zaman içinde ayakta kalmaya devam etmesinin olanakları hızla ortadan kalkıyordu.

Halbuki, dünyanın en stratejik enerji kaynağı olan petrolün rezervlerinin yüzde 63 'ü Ortadoğu 'da, yüzde 25'i ise Suudi Arabistan 'daydı. Gaz rezervlerinin yüzde 36'sı da Ortadoğu'daydı.(2) Üstelik Suudi Arabistan, küresel petrol piyasalarındaki çok sınırlı fazla kapasitenin yüzde 90'ını elinde tutuyordu. Buna karşılık, ABD petrol ithalatının yüzde 30'unu, Avrupa yüzde 35'ini, Çin yüzde 56'sını, Japonya yüzde 81'ini Ortadoğu'ndan gerçekleştiriyor. Diğer taraftan önümüzdeki 30 yıl içinde petrole olan talebin yılda 75 milyar varilden 120 milyar varile yükseleceği hesaplanıyordu.

Risk alanı

Çin'in petrol tüketimi ve talebi hızla büyümeye devam edecek, Çin enerji piyasalarında stratejik alıcı konumuna yükselecekti. Doğalgaza olan talep daha da hızlı artacak ve otuz yılda ikiye katlanacaktı.(3) Halbuki American Council of Foreign Relations ile Baker Institute'ün birlikte hazırladığı ''Strategic Energy Policy Challenges for the 21st Century'' başlıklı rapora göre enerji sektöründe, kurulu kapasite hem eskiydi hem de yetersiz. Uluslararası Enerji Ajansı' nın hesaplamalarına göre artan talebin karşılanması için 2000-2030 arasında 4.2 trilyon dolar yeni yatırım yapılması gerekiyordu. Dolayısıyla enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelerde ortamın bu yeni yatırımların yapılmasına uygun, diğer bir değişle rejimlerinin istikrarlı ve Batı yanlısı olması gerekiyordu. Demek ki Ortadoğu, 1990'larda giderek çok önemli bir risk alanı haline gelmeye başlamıştı.

(1) Bu bölüm için iki önemli kaynak: Michael T. Klare, Resource wars, The New Landscape of global Conflict. Owl Books, 2002 New York.. Michale Renner, The Anatomy or Resource Wars, World Watch papers 162, Ekim 2002.

(2) Martin Wolf ''Threats to the world's oil well'', Financial Times, 3/12/02.

ABD, zayıflayan hegemonyasının yarattığı boşluğu rakipsiz teknolojik ve askeri gücüyle kapatmak istedi

Daha önce birçok kez vurguladığımız gibi hegemonya salt şiddete dayanamaz. Hegemonyacı hegemonyasını sürdürmek için, kendi ekonomik, kültürel ''modelinin'' , bu modelin sunduğu yaşam tarzının üstünlüğünü diğer ülkelere kabul ettirmeli, diğer ülkelerin halklarının bu modeli örnek alma arzusunu canlı tutmalıdır. 1990'larin sonuna doğru, özellikle Asya krizinden sonra ABD hegemonyasının iki ayağından biri, Gramschi 'nin deyişiyle ''kabul edilmesine'' olanak veren özellikleri, Joseph Nye 'in deyişiyle ''yumuşak gücü'' (4) zayıfladı. Kriz sırasında Asya ülkeleri, ABD mali kuruluşlarının operasyonlarının, IMF programlarının da yardımıyla ekonomik yapılarının kırılganlığını arttırdığını, Merkez Bankası rezervlerinin talan edildiğini, ulusal varlıklarının yabancı yatırımcılarca çok ucuza kapatıldığını gördüler. O sırada radikal bir adımla ülkesinde sermaye hareketlerini denetim altına alarak krizi atlatan Malezya Devlet Başkanı Mahatir Muhammet , Asya krizini bir ''yeniden sömürgeleştirme'' dalgası olarak niteleyecekti.

'Yeni ekonomi'nin çöküşü

Daha sonra IMF'nin Latin Amerika'da yarattığı tahribat, giderek yükselen ve Seattle 'de patlak veren küreselleşme karşıtı hareket ve bunun giderek kurumlaşması, ABD modelinin parlaklığının sönmeye başladığını gösteriyordu. ''Yeni Ekonomi'' adı altında ABD üstünlüğünün en önemli göstergesi gibi sunulan İnternet ve telekomünikasyon temelli piyasaların çökmesi, bunu bir borsa krizinin izlemesi, modelin cazibesini iyice azalttı. Nihayet Enron-WoldCom olayları olarak bilinen şirket skandalları, ''Asya krizinde'' ABD tarafından, adeta aşağılanarak Asyalıların kafasına kakılan, bunu ancak serbest piyasa temizler denen ''ahbap çavuş kapitalizminin'' ABD'de, hem de dünyanın geri kalanına dudak ısırtacak boyutlarda var olduğunu, hatta ucunun Beyaz Saray'a kadar açılabileceğini ortaya koydu.

Siyasi kültürel alanlardaysa, Bush hükümetinin ''terorizme karşı savaşı'' sürdürüş tarzı tepki çekmeye başlamıştı. Bu savaşın içinde yaşanan katliamlar, ABD'li olmayan insanların yaşamının ucuzluğu, insan haklarını, demokrasiyi, ABD'de de ayaklar altına almaya başlayan uygulamalar, ABD'nin herkese örnek gösterilen demokrasisinin de bir hayalete dönmeye başladığını gösteriyordu.

Tüm bunlar, dünya kamuoyunda etkisini göstermeye başladı ve bir ABD şirketi, Pew Research Centre 'in gerçekleştirdiği, tarihin en geniş, 44 ülkede 38.000 örneklik kamuoyu araştırması küresel düzeyde çok güçlü bir Amerikan karşıtı dalganın yükselmekte olduğunu ortaya koydu. (5) Kısacası 1990'ların ikinci yarısında ABD'nin ''yumuşak gücü'' hızla aşındı.

Aşınan 'yumuşak güç'

Kasım 2000'de yapılan başkanlık seçimlerinde, muhafazakâr bir kadro, oldukça tartışmalı bir biçimde, seçim sonuçları kesinleşmeden, yandaşı hâkimlerin kararıyla iktidara geldi.Bu kadro, ''Yumuşak gücün'' aşındığını görüyor, bunu boşalttığı yeri ABD'nin rakipsiz teknolojik ve askeri kapasitesini kullanarak kapatmak istiyordu. Savunma, enerji ve kimya sektörünün dev şirketleriyle, (6) İsrail lobisiyle yakın bağları olan kadronun (7) iktidarı yeni savunma stratejisinin belirlenmesinde önemli rol oynadı.

ABD'nin Soğuk Savaş sonrasında yeni bir savunma doktrini oluşturma çabalarını 1990'ların ortalarından bu yana yazılarımızda sık sık irdelemiş ve yayımlanan raporlara dikkatinizi çekmeye çalışmıştık. Özetle, ABD 1990'larda Clinton döneminde henüz ''yumuşak gücün'' etkin olduğu dönemde, savunma stratejisini, küreselleşmenin sürdürülmesi, Avrupa ve Asya müttefikleriyle birlikte davranmaya dayanan ''uluslararası topluluk'' söyleminin ve NATO gibi ortak savunma kurumlarının kullanılması, orduyu da grektiğinde iki cephede birden savaşabilir bir hazırlılık düzeyinde tutmak üzerinde yoğunlaştı.

Kaynak savaşları

1990'ların sonuna doğru, ''yumuşak gücün'' zayıfladığı inkâr edilemez bir biçimde ortaya çıkarken, kaynak savaşlarının da yaygınlaşmasına paralel olarak, ABD savunma çevreleri dikkatlerini, rakip bir hegemonyacı gücün saldırısını püskürtecek çapta bir ordu sahibi olmak ve yerel istikrarsızlıkları bastırıp büyümelerini engelleyerek yerel güçlere inisiyatif vermeyecek bir polis işlevini sürdürebilecek kapasiteye sahip olmak üzerinde yoğunlaştırmaya başladılar.

Ancak Bush ekibi iktidara gelene kadar, bu ikili görev tutarlı bir tek savunma doktrini altında birleştirilemedi. Bush hükümeti çok daha önce hazırlanan, ama 11 Eylül'den sonra yayımlanan Quadrennial Defense Review adlı savunma stratejisi arka plan dokümanında, ilk kez bu sorunu çözmeye başladı. Yönetim yeni savunma doktrinini Eylül 2002'de ''Yeni Savunma Stratejisi'' adıyla yayımladı.

Bizim de birçok kez ayrıntılı bir biçimde irdelediğimiz yeni savunma stratejisi, diğer büyük güçlere meydan okur bir biçimde, ABD'yi küresel çıkarları olan tek ülke ilan etti. Bu bağlamda, 11 Eylül sonrası ''terorizme karşı savaş'' olanaklarını kullanarak, denizaşırı üslerinin sayısını arttırmaya başladı. Küresel egemenlik peşinde olduğunu açıkladı. ABD'nin rakip olabilecek yeni bir gücün yükselmesini caydıracak askeri ve teknolojik üstünlüğü korumaya kararlı olduğunun altını çizmesi ve ''önleyici vuruş'' prensibini, başka ülkelerde gerektiğinde zor kullanarak ''rejim değişikliği'' gerçekleştirme taktiğini benimsemesi, bütün zamanlar için mutlak bir güvenlik sistemi kurmak gibi ütopik bir amacın peşinde koşan (8), imparatorlukçu bir eğilimle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyordu.

Neden Irak?

Şimdi bu arka plana dayanarak, bu soruya bir cevap aramayı deneyebiliriz. Bu temelde, ABD'nin yeni savunma stratejisinin iki ayağı olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi ABD'nin hegemonyasını (artık imparatorluğunu kurmak) koruyabilmek için rakipsiz bir askeri üstünlüğün sürdürülmesi amacıyla askeri ve teknolojik bir yeniden yapılanmayı amaçlamak. (9) İkincisi, dünya ekonomisinin damarlarında akan kan olan, özellikle Avrupa, Çin ve Japonya gibi olası rakipler açısından yaşamsal bir önemi olan petrolün akışını garanti altına almak, gerektiğinde akışını kesebilecek biçimde konuşlanmak. Ancak ''Neden Irak'' sorusuna cevap verebilmek için bu arka planı bir de imparatorluk projesinin jeopolitiği üzerine yerleştirmeyi denemek gerekir. Bu noktada işe Zbigniew Brzezinski ' nin ''Avrasya İçin Bir Jeostrateji'' başlıklı yazısında ileri sürülen yaklaşımdan başlayabiliriz. (10)

Her ne kadar Brzezinski, özellikle Irak savası tartışmalarında (11) imparatorlukçu eğilime karşı eleştirel bir tutum almış gibi görünüyorsa da, bu yazısını imparatorluk eğilimiyle benzer noktaya ulaşan bir mantık üzerinden kuruyor. Bu yazı, bize yöntemde ayrılsalar bile savunma çevrelerinin iki kanadının da imparatorlukçu bir eğilimi, daha 1990'ların ortasında benimsemeye başladıklarını göstermesi acısından ayrıca ilginç.

İki stratejik bölge

Brzezinski, yazısını iki temel varsayım üzerine kuruyor. Birincisi, ''hiçbir ülke, askeri, ekonomik, teknolojik ve kültürel açıdan ABD'ye rakip olabilecek konumda değildir'' (51). İkincisi, ''tarih boyunca, tüm küresel iktidar adayları (hegemonyacı güçler-E.Y.) Avrasya'dan kaynaklanmıştır. Çünkü Avrasya'ya egemen olan bir güç, dünyanın ekonomik olarak en üretken üç bölgesinden ikisi üzerinde belirleyici bir etkinlik elde eder.'' (12) (s.50).

Bugün de bu bölgenin her iki ucunda (batıda AB, doğuda Çin ve Japonya ) gelecekte ABD'nin karşısında rakip olarak yükselebilecek iki bölge yer alıyor. Avrasya'nın bu batı ve doğu kanatlarının ortasına baktığımızda, karşımıza, ikinci bir jeostratejik bölge, Güneybatı Asya çıkar. Bu bölge, aynı zamanda dünyanın en önemli gaz ve petrol rezervlerinin, boru hatlarının, deniz yollarının da hinterlandıdır. Enerji kaynaklarını göz önüne aldığımızda, bölgede kapıyı açabilecek iki kilit ülke olduğunu görebiliriz. Birincisi, Hazar petrolleriyle İran, Çin ve Hindistan arasında, Türki cumhuriyetlerdeki petrolü ve gazı denize indirecek boru hatlarının hinterlandında yer alan Afganistan. ABD, Taleban'ı devirmenin (13) getirdiği olanaklarla, bir seri yeni askeri üs ve nüfuz alanı elde etti.

Coğrafi bir kalkan

İkinci kilit ülke, Ortadoğu'nun coğrafi olarak tam merkezinde bir kütle olarak Irak. Irak, Suriye, İran ve Suudi Arabistan'ı birbirinden ayırıyor. Türkiye ve İsrail arasında coğrafi bir süreklilik yaratıyor. İsrail'i koruyacak coğrafi bir kalkan oluşturabiliyor. Tabii büyük petrol ve gaz rezervlerinin ve en önemli su kaynaklarının üzerinde Irak. ABD'nin ''denetiminde'' bir Türkiye, ABD işgalinde bir Irak ve İsrail, birleşince bölgede salt petrolü değil suyu da denetim altına alacak, bölgedeki ABD'den ve IMF'den hâlâ bağımsız iki ülkeye, Suriye ve hatta belki de İran'a karşı stratejik müdahalelere olanak sağlayacak bir güvenlik koridoru oluşuyor. İşte bu yüzden de Irak, ABD açısından en önemli coğrafi bölge olan Avrasya'da Güneybatı Asya'nın ikinci ve Afganistan'dan daha önemli bir kilidi. İşte bu yüzden Irak, salt burada petrol olduğu için değil...

 

(4) Josph S. Nye, The Paradox of American Power, Why the world's only superpower can't go it alone, Oxford University Press, 2002.

(5)

What the World Thinks in 2002 How Global Publics View: Their Lives, Their Countries, The World, America. http://people- press.org/reports/files/report165.pdf.

(6) Örneğin: ''Bush Cabinet profile'', 5 Mart 2001, BBC. Ben Wright, Bush and the Big Business, Tuesday, 1 Mayıs, 2001, BBC.

(7) Jason Vest ''The man from JINSA and CSP'', The Nation 09/2/2002.

(8) Bu konuyla ilgili ilginç bir yazı: Prof. David C. Hendrickson, Towards Universal Empire: The Dangerous Quest for Absolute Security, World Policy Journal, Cilt XIX, No: 3, Sonbahar, 2002.

(9) Micheal T. Clare ''Les vrais desseins de M. George Bush'', Michael Klare. Le Monde Diplomatique, Kasım 2002.

(10) Zbigniew Brzezinski, ''A Geostaregy for Eurasya'', Foreign Affaires, Eylül/Ekim 1997

(11) Ergin Yıldızoğlu, ''ABD Sağında Irak Tartışmaları Yol Ayrımı: Hegemonya - İmparatorluk'', Stratejik Analiz, Ekim 2002, sayı 30, ASAM Yayınları.

(12) Dikkat edilirse burada vurgu, mali piyasalar, serbest ticaret değil, doğrudan üretici kapasite üzerindedir.

(13) Hatırlarsanız, ABD, Taleban rejimini de hiçbir diplomatik çıkış kapısı bırakmadan, baştan işgal niyetiyle hedef almıştı

 (3) Fatih Birol, World Energy Outlook 2002, OECD yayını.

 

 
sayfa başına dön