|
|
Borç
Yükü Nasıl Hafifletilir
Korkut
BORATAV
Geçen
hafta, iç borçlarda reel faizlerin 2003 yılında da yüzde
30'lara yaklaşmakta olduğunu ve bu koşullarda borcun çevrilmesinin
giderek güçleştiğini vurguladım.
O
halde tartışalım: ''Borç yükü niçin hafifletilmelidir? Ve nasıl?
Şimdiye kadar denenmemiş ve işe yarayacak ne gibi öneriler söz
konusudur?''
Türkiye'de
iktisatla ilgilenenlerin pek çoğu için IMF reçetelerinin dışına
çıkan bir politika seçeneğinin saygınlığı ''yabancı
patentli'' olmasına bağlıdır. Ben de ''umumi arzuya'' uyarak,
bir yabancının, ünlü bir iktisatçının tam seksen yıl önce
tartıştığı ''borç hafifletme yöntemleri'' ni aktarmak
istiyorum. Üstelik, devrimci, Marksist, sosyalist, hatta solcu
herhangi bir ''sapkınlığı'' olmayan; tüm mesleğini kapitalizmi
işler hale getirmeye, hatta kurtarmaya adamış bir iktisatçıdan,
bir ''kurulu düzen'' insanından, J. M. Keynes 'ten söz ediyorum.
****
Borç
yükünün hafifletilmesi ne zaman gündeme gelir? Bakalım Keynes
usta ne diyor: ''Bir toplumun aktif ve çalışan öğeleri, rantiye
veya tahvil-tutan sınıflara, emek ürünlerinin belli bir oranından
daha fazlasını devretmeye asla rıza göstermeyeceklerdir. Yığılmış
borçtan kaynaklanan talepler tahammül edilebilir bir oranı aştığı
anda, durumu hafifletmek için genellikle üç mümkün yöntemden...
biri aranır.'' Ne dersiniz? 2001'de vergi gelirlerinin yüzde
110'unu, 2002'in ilk on bir ayında ise yüzde 87'sini borç
faizlerine tahsis eden Türkiye'de ''yığılmış borçtan
kaynaklanan'' yükümlülükler, ''tahammül sınırını'' aşmamış
mıdır? Ve toplumumuzun ''aktif ve çalışan öğeleri, emek ürünlerinin
bu derecede büyük bir oranını rantiye sınıflara devretmeye''
daha ne kadar rıza göstereceklerdir? Kısacası, Keynes'in ölçütlerine
göre ''çıkar yol'' arama zamanı gelmemiş midir?
****
Peki,
nedir Keynes'in borç yükünü hafifletmek için öngördüğü ''üç
mümkün yöntem'' ?
Aktaralım:
''Yöntemlerden birincisi, borcun reddedilmesidir. Fakat,... bu yöntem,
çok kabadır; fazlasıyla kasıtlıdır ve sonuçlarının kime
yansıyacağı çok açık-seçiktir. Kurbanlar durumu derhal
farkederler; şamatayı koparırlar ve bu nedenle, bir devrim söz
konusu değilse, şimdilik iç borçlar bakımından bu yol gündem
dışı sayılabilir.'' Dış borçlar açısından mümkün sayılan;
iç borçlarda ise ancak devrimci koşullarda uygulanabilir görülen,
''borcun reddi'' seçeneğinin Keynes'in de ''gündem-içi''
sayabileceği daha yumuşak türleri vardır. Örneğin borcun
siyasi iktidar tarafından yeniden yapılandırılması ( ''konsolidasyonu''
) ve borç yükünün böylece fiilen hafifletilmesi gibi...
Devam
edelim: ''İkinci yöntem paranın değer yitirmesidir. (Yani,
enflasyondur.) Bu, en düşük direnç çizgisinin izlenmesi anlamına
gelir. Kimin sorumlu olduğu belli olmaz. Siyasi iktidarın hastalığın
tedavisinde gösterdiği çaresizliğe karşı sessizce işlemeye başlayan,
bir anlamda doğal olan ilaçtır.'' Bu, ya enflasyonun kendiliğinden,
örneğin bir finansal kriz sonunda yükselivermesi sonunda gerçekleşir.
Geçen hafta anlattım: Türkiye'de enflasyonun yükseldiği yıllarda,
borç yükü düşmektedir. Ancak siyasi iktidarlar böylece oluşan
fırsatı kullanamadıkları için durum hızla eskiye dönmektedir...
Ya da, bu politika bilinçli olarak kullanılır. Ve vadesi gelen
borçların anapara ve faizleri Merkez Bankası kaynaklarınca ve
para basarak ödenir. Parasal genişleme enflasyonu arttırdığı
ölçüde düşük enflasyonlu dönemde çıkarılmış olan borç
senetlerinin reel değeri aşınır. Alacaklılar, yani yerli-yabancı
finans kapital ve rantiyeler bu yöntemden o kadar korkmaktadırlar
ki, Merkez Bankası yasası değiştirilmiş ve bu seçenek, bugün
için, yasaklanmıştır.
Üçüncü
yöntem, Keynes'e göre, borç senetleri üzerinden alınan
''sermaye vergisidir... Bu, rasyonel, bilinçli yöntemdir... Ancak,
açıklanması güçtür; para sevgisini çevreleyen köklü içgüdülerle
çelişir ve bu yüzden şiddetli muhalefetle karşılaşır...
Alacaklıların talepleri vergi mükelleflerinin yük taşıyabilme
sınırını aşarsa, ve enflasyonu arttırmakla vergi politikaları
arasında bir seçim yapma zamanı hâlâ varsa, hem amaca uygunluk,
hem de adalet açısından vergileme yeğlenmelidir.'' Keynes'in
servet vergisini fazla insafsız buluyorsanız, bunun daha ''yumuşak''
türleri de akla gelebilir. Türkiye koşullarını düşünelim. Ve
enflasyonun düştüğü yıllarda (örneğin fiyatların yüzde 33
arttığı 2000 ile yüzde 20 artacağı öngörülen 2003'te)
vadesi gelen; ancak bir önceki dönemdeki yüksek faiz oranlarını
taşıyan (örneğin 1999'da yüzde 110 ve 2002'de yüzde 64 oranla
borçlanılan) senetlerin faizini, ödenme anında yüksek oranla
vergilemek niye olmasın? 2000'de bu doğrultudaki hafif bir
vergiyi, bankalar sessizce sineye çekmediler mi?
***
Peki,
alacaklıların sözleşmelerden doğan mülkiyet hakları? Yine
Keynes'i dinleyelim: ''(Bu önerilere), sözleşmelerin kutsal
dokunulmazlığı adına karşı çıkanlar, en büyük sosyal
ilkelerden birini, ...devletin yerleşik çıkarları denetleme hakkını
göz ardı ediyorlar ve (aslında) kendi bindikleri dalı
kesiyorlar... Sözleşmelerin mutlak geçerliliğini savunanlar,
devrimin gerçek ebeleridir.''
Keynes,
bir de kehanette bulunmuş: İşler böyle giderse, ''halkın yarısı,
diğer yarısının kölesi gibi olur'' diyor. Üstadın öngörüsü
Türkiye koşulları bakımından fazla iyimser. Biz Türkiye'den söz
ederken, devlet borç kâğıtlarını ellerinde tutan bir avuç
banka ile, haydi haydi birkaç yüz bin rantiyeden söz ediyoruz;
halkın yarısından değil...
|
|
|