|
|
KATLİAM
KORKUSU
ZEYNEP
ORAL
**Bağdat,
dünya gündeminin en sıcak noktasında... ABD'nin savaş
tehditleri, ha bombalandı ha bombalanacak gerilimi altında her gün,
işe gidip gelen insanlarıyla, ders çalışan öğrencileriyle,
yokluk ve yoksulluk içindeki halkıyla var olma savaşımında.
BAĞDAT
- Bağdat'ta
hayat, ''Neden biz? Neden bizim başımıza geldi bütün bunlar;
neden, neden, neden'' sorularıyla; ''Kaybedecek hiçbir şeyimiz
yok, sonuna dek çarpışacağız'' öfke ve isyanlarıyla; ''Allah
büyük, savaş olmayacak'' tevekkülüyle devam ediyor. Her gün,
işe gidip gelen insanlarıyla, ders çalışan öğrencileriyle,
ailesini doyurabilmek için olmayan parasıyla, olmayan yiyeceği
bulup sofraya getiren kadınlarıyla, yokluk ve yoksulluk içindeki
halkıyla yaşama savaşımı veriyor ülke. Ve Bağdat'ın kalbi çocukların
gözlerinde çırpınıyor.
Bağdat'a
''Oxford Research Group'' adlı, barış aramaları yapan İngiliz
sivil toplum kuruluşu başkanı Scilla Elworthy ve Margarita
Papandreu 'nun oluşturduğu ekiple geldim. Hiçbir yasal zemini
olmadığına inandığımız şiddete, alternatif çözümler üretme
yoluna diyalog kanalları açabilmek, böyle bir diyaloğa malzeme
toplamak hedeflerden biri. Ama, belki de asıl önemlisi dünya
liderlerinin demeçleri, çeşitli hükümetlerin pazarlıkları,
silah tacirlerinin hesapları, Irak petrolüne egemen olma tutkusu,
saldırganların silah yığmaları arasında sıkışıp kalmış
ve yaşama hakkı ellerinden alınmış insanların sesi olmak...
Çocuklar...
Onlar her yerde! (Yüzde 46'sı 16 yaşından küçük.) Sokaklarda
hemen çevrenizi sarıp, sizinle konuşmaya, iletişim kurmaya çalışıyorlar.
Besili değiller, gülmüyorlar, gülünce yalnız gözleriyle gülüyorlar,
elleriyle zafer işareti yapmaktan da geri kalmıyorlar.
Bağdat'ta
çocukların yüzleri, büyük insan yüzleri gibi. Yalnız gözleri,
çocuk olduklarını ele veriyor.
Bir
de.. bir de.. (yazmak istemiyorum, yazmak ta zorlanıyorum) çocuk
hastanesinde gördüğüm çocukları... Kentteki benzeri 3
hastaneden birinde...
Onların
gözleri de gülmüyor, konuşmuyor. ''ABD'nin bize armağanı'' diyor,
beni dolaştıran doktor Ahmet Fahdeh. Onlar kanserli, tümörlü
çocuklar. Geçen savaşın etkileri. Tümörler, bebek bedenlerini
kaplamış; lösemi, karanlığın, umutsuzluğun, acının adı
olmuş. Bir anne iyice anlamam için bin kez tekrarlıyor: ''Bu
anormallikler genetik değil. Bizim çocuklarımız böyle değildi.
Radyasyondan oldu.''
Ana
rahminde kapılan, yiyecekten, içecekten soludukları havadan yayılan..
minicik bedenleri esir alan hastalık değil, şiddet politikalarını,
çıkarlarını, güç odaklarını savaşla noktalayanlar. Savaşın
faturasını en ağır biçimde ödeyenler ise çocuklar. 1991'den
bu yana 750 bin bebek ve çocuğun savaş sonrası etkilerden öldüğü
belirtiliyor. Güney Irak'ta geçen savaşta çölde denenen uranyum
taşıyan füzelerin etkisi daha çok uzun yıllar sürecek.
Hastanede
bir anne avaz avaz haykırıyor: ''Asıl, kitle imha silahları
onlarda, Amerikalılarda. Gelsinler, görsünler çocuklarımızı!''
''Bizde olmayan bir şeyin varlığını nasıl ispat edebiliriz
ki!'' diyor, burada konuştuğum herkes.
Birleşmiş
Milletler'in silah denetçilerine, tüm kapıları açtıklarını söylüyorlar.
Denetçilerin bugüne dek inceledikleri 230 bölgede hiçbir şey
bulamadıklarını anlatıyorlar. ABD'nin savaş gerekçesi saydığı
Irak'ın kitle imha silahlarına sahip olduğu varsayımına karşılık
sokaktaki adam bile asıl nedenin ''ABD'nin petrol ve Ortadoğu'da
güç tutkusu'' olduğunu belirtiyor. Bir yandan ''Biz,
burada sanki savaş çıkmayacakmış gibi yaşamaya mecburuz'' derlerken
bir yandan da yiyecek ve içecek depolamaya devam ediyor aileler. İki
aylık yiyecek depolayan bir aile, 3 aylık daha depolama çabası içindeydi.
Ve
herkes bahçesinde kuyu kazıyor. Su depolamak, yiyecek depolamaktan
çok daha zor! Kendilerini savaş olmayacağına inandırmaya çalışırken,
buna inanmak isterken, arada ağızlarından kaçırıveriyorlar: ''Bu
sefer sığınaklara gitmeyeceğiz.'' 1991'de El Amiriye Sığınağı
bombalandığında (ABD'ye göre ''yanlışlıkla bombalandığında''
) ölen 405 kadın ve çocuğun anısı, unutulacak gibi değil.
O
dehşeti bir başka yazıda anlatmalıyım. Çünkü şimdi Tarık
Aziz 'le randevumuza yetişmeliyim.
Bağdat'ta
bir kahvede
Bağdat'ta
hava sıcak. Güneş insanın içini ısıtıyor. Üstelik bugün
bayram. Ordu bayramı. Okullar tatil, işyerleri tatil... Millet
sokaklara taşmış, parklara yayılmış, çarşı pazar kapalı da
olsa, vitrinleri seyretmek de eğlenceli... Kritik günler yaşandığı
için törenler, resmi geçitler iptal edildi. En yoğun kalabalık
kahvelerde. Kahveler zaten hep dolu. Bol şekerli koyu mu koyu çayların
biri gelip biri gidiyor. Ama kahvelerin piri nargileler, bir de
tavla... Bugün tavlaya sıra pek gelmeyecek, çünkü bayram
nedeniyle Saddam Hüseyin halka seslenecek. Herkes nefesini
tutmuş, gözünü televizyona dikmiş onu dinliyor. En işlek
meydanların birini tutmuş Azzawahi Kahvesi'nde, tüm nargile
tekliflerine direnerek konuşmayı dinlemeye, anlamaya çalışıyorum.
Konuşmanın
büyük bir bölümü Irak halkının kahramanlığına adanmış.
Bir de Amerikan dış politikasının saldırganlığına... Hayır,
burada uzun uzun konuşmayı anlatmayacağım. ''Allah büyüktür.
Irak halkı bugüne dek direndi. Bundan sonra da direnecektir, saldırganları
geri püskürtecektir'' diye biten konuşma boyunca, bu saldırganlığın
gerisinde yatan ekonomik nedenleri, dünya ekonomisini, petrol
rezervlerini, Filistin davasını, İsrail'in tutumunu,
Afganistan'da yaşananları dile getirdikten sonra, ''Biz sağlam
ve sarsılmaz inancımız ve gücümüzle burada anayurdumuzdayız,
kendi topraklarımızdayız, bizi istilaya kalkanlar düşünsün''
diyecekti...
Kahvedekilerin
çoğu yaşlı... Onlara bakıyorum, ne hissettiklerini anlamaya çalışıyorum.
Savaşı beklerken.. hayır hayır, herkes beni durduruyor...
Savaş
mı dedim... ''Savaş olması için iki taraf olması gerek''
diyorlar.
''Burada
iki taraf yok. Yirmi yıldır istilaya uğramış bir ülke var.
Ambargo ve yaptırımlar nedeniyle yirmi yıldır açlığa mahkûm
edilmiş bir ülke var... Bu ülkeyi istilaya kararlı, haritadan
silmeye niyetli bir düşman var. Biz kimseye saldırmıyoruz. Biz
kimseyi tehdit etmiyoruz''
diyorlar. Hayır bu bir savaş değil, saldırganların şiddeti
diyorlar.
Geriye
yapacak tek şey kalıyor; kendilerini savunmak...
İran
da hedefte
**
Dışişleri Bakanı Sabri, ABD'nin Avrupa'ya karşı güçlenmek için
Irak'ın petrollerine ihtiyacı bulunduğunu belirterek "Zaten
niyetlerini gizlemiyorlar. Irak'tan sonra sıra İran petrollerine
gelecek" dedi.
**"Bize
yapılacak her kötülük Türkiye'ye yapılmış sayılacaktır"
diyen Sabri, sorunun yöresel değil küresel olduğunun altını çizdi.
Naci Sabri dünyaya insan hakları dersi vermeye çalışan ABD'nin
Irak halkının yaşama hakkını yok saydığını söyledi.
BAĞDAT
- Irak
Dışişleri Bakanı Naci Sabri, gözlerini gözlerimin içine
dikip ''Allah aşkına siz söyleyin, siz Türkiye'de hiç Irak
tehdidi hissettiniz mi? Bizim yüzümüzden kendinizi tehlikede
hissettiniz mi'' diye sorduğunda gülmeye başladım. Hayır,
hiç ama hiç böyle bir tehdit hissetmediğimi söyledim. İçimden
de keşke dünya politikasını hükümetler değil, bireyler
halletseydi diye geçirmedim değil... (Daha önce Viyana'da büyükelçilik,
Londra'da kültür müsteşarlığı yapmış, Körfez Savaşı'nda
Enformasyon Bakanı'ymış...)
Naci
Sabri, görmüş geçirmiş, İngilizceye tümüyle hâkim, evrensel
kültür birikimini gösterişe kaçmadan ortaya koyan, en önemlisi
harika bir mizah anlayışı olan bir insan. İşte söyledikleri,
sorulara yanıtları:
''Şimdi
içinde yaşadığımız durum 'Irak'a
saldırı kampanyası' , şiddet kampanyası, yalnız Irak'ı değil
başta komşularımızı, tüm Arap dünyasını, Avrupa'yı, Uzakdoğu'yu,
tüm dünyayı ilgilendiriyor. Avrupa'ya karşı da güçlenmek,
Avrupa'yı baskı altında tutmak için ABD'nin petrol
rezervlerimize ihtiyacı var. Zaten niyetlerini gizlemiyorlar.
Irak'tan sonra sıra Suudi Arabistan ve İran petrolüne gelecek. Özetle
bu bir yerel yöresel mesele değil, küresel bir sorun... ABD parmağını
sallayıp dünyaya insan hakları dersleri verirken Irak halkının
yaşama hakkını, eğitim, sağlık, çevre ve yaşamı sürdürme
hakkını, barış hakkını yok sayıyor.''
-
İnsan hakları deyince... Bağdat'a geldiğim günden beri insan
hakları konusunda atılan adımları dinleyip duruyoruz. Ne yapıldı,
ne yapılıyor, neler gerçekleşti?
-
İnsan hakları yalnız politik ve demokratik değildir. İnsan
haklarının toplumsal ve ekonomik yanı da var ve nedense bu yok
sayılıyor. Birkaç ay önce Saddam Hüseyin tüm bakanlarından
yasaları incelemelerini ve insan haklarına aykırı buldukları
her maddeyi gündeme getirip tartışmaya açılmasını istedik.
Nitekim bu doğrultuda çalıştık, çalışıyoruz ve kabul edilen
her değişiklik hayata geçiriliyor. Benim de katkım oldu bu işe.
Ama bu bitmiş bir olay değil, değişiklikler devam ediyor.
-
Birkaç örnek verebilir misiniz?
-
Örneğin İran-Irak savaşından beri süren devlet güvenlik
mahkemelerini kaldırdık. Politik ve adi suçlulara af ilan
ettik... Yeni doğanlara yalnız Arap adları verilebilirdi, artık
aileler diledikleri adı, etnik kökenlere göre ad verebilir. İkinci,
üçüncü ev sahibi olmak çok zaman alan ve uzun işlemlere
tabidir, bütün o bürokratik işlemleri kaldırdık...
Örneğin
yurtdışına çıkış vizesi çok yüksektir, onu kaldırdık. İsteyen
gidebilir... Ama hemen söyleyeyim, şu son yıllarda gidenler yalnız
ekonomik nedenle gidiyor ve yurtdışında kazandıkları parayı
buraya, ailelerine yolluyor... Bu arada karşıt görüşte
olanlarla da görüşmeleri sürdürüyoruz. Yabancı bir ülkenin
gizli servisleriyle ilişkisi olanlar dışında herkese açığız...
Bunlara
benzer daha birçok reformdan söz ederken sık sık şunu tekrarlıyor:
''Bunları Birleşmiş Milletler istiyor, birileri istiyor diye
değil, kendimiz için, gereğine inandığımız için yapıyoruz.''
İşte
tam içimden bunu ben daha önce de duydum, hem de çoook duydum
diye geçirirken gözlerini bana dikiyor ve ''ABD bizi, en çok
komşularımızı tehdit ediyoruz diye suçluyor. Siz söyleyin,
size bir tehdit oluşturduk mu hiç? Bizim yüzümüzden kendinizi
tehlikede hissettiniz mi?''
Yanıtımı
aldıktan sonra şöyle devam ediyor: ''1990'dan öncesinde Türkiye'yle
sınırımızda hiç sorun var mıydı? Tam tersine iki halk da sınır
ticaretinden yararlanıyordu. Savaştan sonraki yeni oluşumlar hem
Irak'a hem Türkiye'ye zarar verdi ve sonrasını biliyorsunuz.''
Evet
biliyorum. PKK terörünü kastediyor. ''Şunu eklemeliyim.
Irak'a yapılan her kötülük, her saldırı, Türkiye'yi de
etkileyecektir, Türkiye'ye yapılmış sayılacaktır. Bize gelen
her zarar, size de gelecektir.'' Ve bu sözleri birkaç kere
tekrarlamaktan alamıyor kendini... Ama burada Dışişleri Bakanı'nın
karşısında İngiltere'den, Suriye'den, Yunanistan'dan ve Türkiye'den
dört kişiyiz. Yalnız Türkiye ilişkileri üzerine konuşamayız.
Margarita
Papandreu
'ya dönüp ''Avrupa Birliği önemli bir rol oynayabilir''
diyor. (AB Başkanlığı'nın Yunanistan'a geçtiğini anımsatırım.)
''Ama önce Irak'ın değil ABD'nin tehdit oluşturduğu artık görülmeli!''
diyor.
Bizim
sorumuz üzerine de Irak'ın diyaloga açık olduğunu, ancak bugüne
dek ABD'nin hiçbir diyaloğa yanaşmadığını, yalnız bombalar
ve silahlarla konuştuklarını söylüyor. Naci Sabri'nin yanından
ayrılmak üzere vedalaşırken söylediği ise şu: ''Biliyor
musunuz, şu anda biz burada oturmuş konuşurken, ABD ve İngiliz uçakları
Irak'ın güneyindeki köylerimizi bombalıyor.''
|
|
|