|
|
"ORDU KILICINI ATTI"
Ya da
"HAYIRLARA VESİLE OLSUN"
Alev ATEŞ
(Genel Kurmay Başkani alana indi ve tezkere mezkere, meclis falan kalmadi, ordu Irak'a girdi. Savaş karşiti büyük insan ÇOGUNLUGUNA karşi HERKES memnun.)
Ordumuzun ikide birde kılıcını kınından çıkarıp atması alışıldık bir şeydir. Her zaman en övdüğümüz tarafı budur. En güvendiğimiz kurum sorulduğunda, anketlerde ordu hep birinci sırada çıkar. Toplumsal analiz mi yapacağız, bizim ordumuzun tarihsel gelişimine uygun olarak davrandığını yazmamız temel cümlelerimizden biridir. Bazen ilkidir. Ordumuzun konumunu adeta teolojinin kavramları ile incelenen bir alana sokarız. Zira vazgeçilmez olmasını sağlayan mutlak değerlerin sahibidir o. Ve de bu özelliği mutlaka ilk söz ve son söz sahibi olmayı gerektiren düzenin sahibi olmak gibi kendinde başlayan ve kendine kapanan bir çemberdir. Kısaca önce doğasında var olduğu kabul edilen iktidar ve buna bağlı insani değerler diyen kadiri mutlak bir güç. Sosyolojik incelemesi yapılırken teolojik disiplin jargonuyla incelenmesi gerektiğini de, siyasi islamın, " önce mutlak iktidar sonra onun adaleti" söylemine çok uygun düştüğünden burada kullandım. Zira bize özgülüğün sonucu olarak, diktatörlük, jakobenlik, hegemonya, parti, meclis, demokrasi vs. gibi kavramlar açıklama için yetersiz kalıyor.
Aslında bu karmaşık benzerliğin islamcıları da dehşetli korkuttuğu çok göreceli bir gerçek. Ama bazılarının çözümlemeleri için esas alarak toplumsal mühendislik çalışmaları yapmalarına "veri" olan bu korku sandıkları gibi yok etme, yok olma korkusu değil. Alan savunmasına da bu nedenle çok ihtiyaç duyuyorlar. Çünkü biliyorlar ki, insanlığın tarihi gelişimi artık bu alanları çok geçirgen ve kırılgan hale soktu. Ne ortaçağ zırhları ne de pozitivizmin mekanik çözümleme kolaycılığı alanlarını savunmada yeterli olmuyor. Çünkü iki sistemde de insanın özgürlüğü mutlak iktidarın sahibinin ellerinde. Ve mutlak aidiyet duygusu bunun için sürekli beslenmeli. Felsefeden kaçınmalarının, düşünebilirliğin olmadığı yaşama alanlarının yaratılması ve mutlak iktidar. Her ikisinin de korktuğu şey mutlak iktidarı kaybetmeleri. İktidarın "kazara" gerçek anlamıyla halkın eline geçmesi. Bu iki güç özellikle islamiyetin kabulünden sonra hep birbirlerinden yararlanırken birbirlerine olan düşmanlıklarını da gizlememişler. (İktidar için kafası vurulan şeyhülislam sayısı ile veziriazam sayısı neredeyse aynı) Çünkü anlaşamadıkları nokta anlaştıkları noktalardan daha az olmuş hep. Ama temelde ki çelişkileri hep sahiplenmek olmuş. Adalet konusu, paylaşım konusu, üretim biçimi konusu ve aklınıza gelecek her konuyu vazgeçilebilir, yok sayılabilir ikincil alanlar olarak kabul etmeleri ise temel belirleyici olmuş. Örneğin ; barış konusu, mutlak iktidar altında elde edilendir. Özgürlük konusu mutlak iktidarın verdiği kadarıdır. Adalet konusu mutlak iktidarın dağıttığı kadardır. Kolayca anlaşılacağı gibi temel söylem imparator / padişah mantığıdır. Özgürlük barışı yok eder. Kısaca her ikisi de verdikleri ile yetinmenin ideolojisi yaratarak bunun üzerinden oluştururlar kendilerini. O nedenle birisi diğerini kışlaya ya da camiye hapsetmekle uğraşır durur.
İşte bence Türkiye' nin sorunu bu. Tarihin kendi tekerleğini kendi dinamizmi ile döndürmesine engel olan tüm güçlerin kendine bir yer oluşturabildikleri coğrafyaların ülkesiyiz. Ve de bunun sonucu olarak her coğrafyadan küçülerek çıkan ve çoğu kez yok olmaya yelken açan "devlet" ler kurmuşuz. Bu iki iktidarın ikisi de üretim üzerine değil, ticaretin fantastik dünyası üzerine kurulur. Bunlar için bir denklik kurabilir mi tarih içinde, sanmıyorum. Çünkü bunlar Türkiye'ye özgüdürler. "Zaman dışıdır lar". Çünkü her iki iktidarın da üretim biçimine yönelik bir 'tanrısal ilk birikim' kuramları vardır. Çünkü her ikisi de "beş parmağın beşi bir olmaz" felsefesine bağlıdır. İnsan bugün nasılsa var edildiği gün de öyledir mi doğrudur, yoksa tek hücreliden gelişip bu güne varmıştır mı doğrudur ? Bu tartışma mutlak iktidarın sadece biçimine değgin özgün olmayan bir tartışmadır. İktidarın tek ereği, tüketimde eşit olunamayacağının ama üretmek için çalışmanın ilahi bir kaçınılmazlık olduğunu kabul etmek üzerine yapılanır. Bu ideolojik yapı, tümüyle gerçeğin çarpıtılmış hali olan bir gerçeklik üzerinden 'reel politik' ini yaratır. Başka rotası yoktur. Reel politik aslında yaratılmış, yeniden üretilmiş gerçekliktir. Mutlak iktidar kaygusunun oluşturduğu bir açmazdır bu yönelim, kendini yineler durur, buna zorunludur. Çünkü kendini aştığında, bu aşkınlık anlamına gelir ki mutlak iktidarın buna tahammülü yoktur. O nedenle sürekli olarak çarpıtılmış bir realite söylemine dayanır. Bu taraflara göre "irtica" veya "laik" liktir. Bunlar yenilikçi veya liberal-muhafazakarlar olduklarını bile söyleyerek, ama ortak düşmanlar üretmekten vazgeçmeden yarattıkları bu çarpık realite, kendilerinin sürdürülebilirliği sağlayan, insanın düşünebilme kapasitesini sınırlayan iklimi diri tutabilmek içindir. Ancak böylece iktidar mutlakıyetçi niteliğini meşrulaştırabilir. Konulmuş amaçların seçilmiş yolları vardı ve bu yollar her iki söylem için de dokunulmaz olması gereken yollardır. Eğer bu yolların dışında yollar ararsanız "recm" edilmeniz zorunludur. Adalet ve eşitlik, özgürlük hiçbir şekilde dünyevi değildir. İster kışladan isterse camiden doğsun mutlak adalet iktidarın adaletidir. İster kışlanın ister caminin yönetiminde özgürlük insana ait değildir, bireyin istemine bırakılamaz, iktidar gereğini yerine getirir. Ve çok özgürlük anarşi ile birlikte özgürlükleri yok eder. Kısaca ikisinde de insanı özgür kılan tek şey iştir. Üretmek için yapılan çalışma kutsaldır. Ama ürettiğinizi kendiniz için kullanma hakkınız yoktur. Kısaca seçme hakkınız yoktur. Seçme hakkınız yoktur zira, eşitlik tanrısal bir hiyerarşi ya da kışladaki hiyerarşi içinde ki eşitliktir.
Bunlar sürekli olarak birbirlerini beslerler. Birisinin "ordulaşmiş millet" eşitligi digerinin kullanimina girerken, ötekinin sürekli ertelenen bir "tanrinin istedigi olur" paradigmasi birbirini besleyen olgulardir. Birbirleri için öteki olmak bir doganin diyalektigine aykiri bir beslenme zincirini ideolojik olarak hazirlamaktadir.
Modernitenin bittiği ve ötesine geçildiğinin "bilimsel" olarak ilanı ile yaratılan kaotik düşünce alanları ise her ikisinin ortaklaşa kullanımına sunulmuş, globalizmin imalatıdır. Bu 'bilimsellik', diyalektik düşüncenin ve mantığın yargılanması ile birlikte "mutlak iktidarın" meşrulaşması (demokratik olmak) için ötekilerle pekiştiğinin kanıtı olmaktadır. Onun için her ikisi de amansızca diyalektik düşüncenin düşmanıdır. Birbirlerinin iktidarına tahammül edebilirler bile ama toplumsal diyalektiğin yatağını değiştirmeyi esas amaçları olmaktan çıkartmazlar. "Tarihin kokuştuğu nokta" denilen nokta burasıdır. Ve çoğunlukla da diyalektik düşünebildigini sanan bizlerin yaptigi hatalardan, bu ülkenin tarihini yanliş okumamizdan kaynaklanir.
Sanırım işin burasında tüm yazıya bir çizgi atarak gene klasik analizlere dönmek , bunun aslında iktidar çözümlemeleri içindeki konumu geçici olan "ikili iktidar" sürecinin kalıcılık kazanmış bir hali demek daha doğru olacak. Bu da bize özgülüğün sonucu olsa gerek.
Neden acaba ?
|
|
|
|