a p a ç ı k
KRİTİK
Erol TOY
Bilmem
dikkat ettiniz mi ?
Askeri
sivili... İşadamı düşadamı, kuyruğu sıkışan her kelin
merhemi, lâf torbasında hazır !..
Ülkenin
“kritik dönemi...”
Elhak
doğru !..
Ülke,
1945’lerde... İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında, “siyasi
irade zoruyla,” kritik döneme... Yâni, “tarım toplumundan,
endüstri toplumuna geçiş sürecine,” girmiş... Çok olasıdır
ki, resmi dışsatımı, resmi dışalımını karşılayacak...
Hatta aşacak güne kadar da, 2005 mi, 6 ya da sonrası mı, sürecek
bir dönemi yaşamaktadır.
Başka
toplumların doğasına uygun olarak 7-8 yüzyılda aştığı bu süreci...
“Siyasal irade” ile de olsa Cumhuriyetin 80. Yılında aşılabilir
kılmak, Türkiye’nin mucizesi sayılmalıdır.
Elbette,
herkes kritik dönemde “mutabıksa !..”
Madem
“mutabık !..”
Şunu
bir kritik eyleyelim mi ?
Öyleyse
“zihin cimnastiğine” hazır olun.
Ve
ilkin şu kocaman lâfı bir not edin !..
“Türkiye’nin
ekonomi politiği, çok kendine özgüdür.”
O
yüzden sosyalist matrise uygulamaya kalkan soygun, vurgun ve
talandan başka şey göremez...Kapitalist şablona uydurmaya
kalkan, ceberrut devletçilikten ötesini.
Çünkü
her iki terminolojide... Hatta öyle de olur, böyle de
liberalizminde de “karma ekonomi” diye bir postula yoktur.
Olmayınca
da, o türden bir ekonomi politiği, bilinen sistemlerin mihengine
her vuruşta, ya ayarı bozuk çıkar... Ya mihenk bozulur.
Sanırım
Türkiye’yi yöneten ve yönlendiren aydınların ikide bir duvara
çarpmasındaki açmaz budur.
İdeolojisi
sosyalist olan, Cumhuriyetin 1930-50’li yıllarını çok iyi
anlar... Sonraki sapmayı çözemez.
İdeolojisi
kapitalist olan, 60 yıllık kapitalistleşme serüvenine karşın
kamu mülkiyetinin yüzde 80’lerde demir atmasını kavrayamaz.
Sistemlerin
doğasından bakıldığında her iki kesim de haklıdır.
Zaten
Türkiye ekonomi-politiğini kendine özgü kılan da budur.
Bir
an yandaşlık-karşıtlık zırhlarımızı çıkararak bakalım mı
?
Bir
sistem, kendi kural ve koşullarına uygunsa, doğaldır.
Oysa,
Türkiye ekonomi-politiği ne sosyalist, ne de kapitalist bir
devrimin ürünü olarak kurulmuştur.
Bilinen
gerçek.
Gerekçesi
ne kadar haklı... Niyeti ne kadar iyi olursa olsun, “İnkılâpçı Osmanlı,” üç Kıt’ada 16.5 milyon
kilometrekarelik “cihan imparatorluğunu,” bir kuşakta 60 bin
kilometrekareye düşürmüş...
Kalkışan
yoksul, yoksun, cahil Anadolu halkı, katılanlarla elele, yürek yüreğe,
Ulusal Kurtuluş Savaşı verince, hem 600 bin kilometre kareye çıkarmış...
Hem bütün asalak ve işbirlikçileri sepetleyerek Cumhuriyeti
kurmuştur.
Böylesine
güçlü bir trajedinin, hem aydını, hem toplumu olağanüstü bir
gerekirciliğe sürükleyeceği açık ve kesindir.
Bilgelerimiz
hiç düşündüler mi, bilemem.
İngiltere
sanayi devrimine, XI. Yüzyılda kurulan loncaların, XVI. Yüzyılda
kızışan rekabeti sayesinde ulaşmıştır.
Ve
Osmanlı’nın hiçbir zaman ulaşamamasının nedeni de, aynı
XVI. Yüzyılda Ahiliğe saldırarak Celâli isyanlarına neden
olması.
Saltanat
hevesinin sonu hem Osmanlı, hem halkı için hazindir.
Ve
Cumhuriyetin bütün arayışlarına yoklar yanıt verir.
Sermaye
birikimi yoktur...
Teknik
deneyim yoktur...
Eğitilmiş
insan yoktur...
Dış
yardım, yatırım ve destek vereceklerin tamamının arkasında
kalkışan Anadolu’nun tekme izi taptazedir.
Yâni
yabancı sermaye ve teknoloji, bunca yokluğa karşın üst gelen
bir halkla yeniden peşrev için aklını peynir ekmekle yememiştir.
Ama
halkla yönetenlerinde, dehşetli bir uygarlık özlemi... Ve buna
bağlı olarak müthiş bir gerekircilik vardır.
Çünkü
gereksinim vardır.
İbn-i
Haldun ; “Herşeyin anası ihtiyaç,” der.
Marx
bunu ; “Herşey gereksinimden doğar,” diye çevirir.
Ve
“Devletçilik,” hem de “katı devletçilik,” Anayasaya
girer.
Ne
var ki, İkinci Paylaşım Savaşı, aynı gerekircilere endüstri
toplumlarıyla tarım toplumlarının ayırımını gösterir.
Sevgili
solumuz katılır mı dersiniz ?
Çok
uzun yıllar saf saf işin salt politik yanına baktık.
Oysa
endüstri toplumu olabilmenin o koşullardaki tek ekonomi-politik
yolu... Devletçi, yatırım ağırlıklı, Sovyet teknolojisinin
yanına, özelci tüketim ağırlıklı, Batı teknolojisini
eklemekten geçiyordu.
1945’lerin
“ siyasal iradesi,” hiç gözünü kırpmadan o yolu seçti.
Şimdiki
ivme ve başarısını sürdürür... Ağlayan bebek dönemini aşar...
Uluslararası rekabete yerleşir... Yeni yeni yatırımlarla, ucu görünen
icatlar ve keşifler dönemine geçebilirse, geçiş tamamlanır.
Belki
o zaman aydınımız da kendine gelir !..
Neyin
ne olduğunu nesnellikle inceler, değerlendirirse, çok olasıdır
ki, ekonomi-politik sözlüğe, “karma ekonomi...” Ya da
“Kemalist ideoloji,” deyimlerini kazandırabilir.
Ve
o zaman, yüzde 50’nin üstünde mutabakatlarla hayata geçirilen
ekonomi-politik ve elbette kritik evreyi... Yüzde ellinin altında...
Hatta bazen 20-35’lerle mıncıklamaya... Tırtıklamaya ya da
yozlaştırmaya kalkanların encâmı da... İster antidemokratik
bulun, ister trajik deyin, neden ve sonuçlardaki Ordunun yeri ve
konumu da doğru anlaşılır.
Çünkü
kendini, “kemalist ideolojinin” etkin ve yetkin varisi sayan
ordunun, ekonomi-politik içeriği tam kavramasa... Ya da her zaman
tam anlamıyla dolduramasa da, yapılanla yaptığını... Yâni
Cumhuriyeti kuranların yaptıklarıyla, kendisinin onlar adına gerçekleştirdiğinin
tamamını korumak ve kollamakla yükümlü sayması da doğaldır.
Ve
bilinen bir başka gerçektir.
Ekonomi-politiği
doğasına uygun değişimi devrim-karşıdevrim sarmalında gerçekleşiyorsa...
Doğasına aykırı, “siyasal irade” gereği değişimin
darbe-karşıdarbe sarmalında gelişmesi kaçınılmazdır.
O
yüzden de, entel-dantel mollalar nice dertlenirse dertlensin... Rüzgârgülleri
hangi rüfailer adına, hangi fetvaları verirse versin. Daha da önemlisi
ABD ne kadar eleştirirse eleştirsin... AB nasıl baskı uygularsa
uygulasın, teslimiyette halkın, düzen kurcalanınca ordunun
geleneksel tutum ve davranışlarına girmesi sürpriz sayılmaz.
Biri
sandıkla terbiye eder... Öteki süngüyle.
Türkiye
ekonomi-politiğini kurcalamayı düşünen herkes... İster
“misli görülmemiş kudret sahibi düşman...” İster halkın
yarısından az oy almış dostu olsun, birinden birine çarpacaktır.
Çünkü
biri, doğasına uygun olanı, altyapıdan süren bir oluşum...
Diğeri,
“siyasi irade zoruyla” olanı, üstyapıdan inen gelişimdir.
Bilmem
yanılıyor muyum ?
|