|
|
İKTİSAT POLİTİKALARININ AMAÇLARI
Korkut
BORATAV
Cumhuriyetin ilanından yedi ay önce,
Şubat 1923'te, Mustafa Kemal 'in girişimiyle İzmir'de bir İktisat
Kongresi toplandı. Ve o tarihten bugüne kadar, Türkiye'de siyasetçiler,
bürokratlar, iktisatçılar, aydınlar, sıradan insanlar iktisat
politikalarını tartışıyorlar.
Tartışmaların gündemi, Türkiye'de
ekonomik, toplumsal ve siyasi yapı ve dış dünya dönüşüme uğradıkça,
elbette değişecekti. Tarımsal sorunları örnek alalım. 1923 İktisat
Kongresi'nin gündem maddelerinden biri, savaştan yorgun düşmüş
Anadolu köylüsünün sırtına ağır bir ortaçağ vergisi olarak
yüklenen âşârın kaldırılıp kaldırılmaması idi. Yirmi yıl
sonra, İkinci Dünya Savaşı'nda hızla tırmanan tarımsal
fiyatlardan yararlanan çiftçi gruplarının nasıl vergileneceği
tartışıldı. 21. yüzyılın başlarına gelelim. Bu kez, köylü-çiftçi
nüfusa dönük politikaların tarımsal ürün, girdi, kredi
desteklemelerine mi, doğrudan transferlere mi dayanması gerektiği
tartışıldı. Ekonomik koşullar ve sorunlar değiştikçe, tarıma
dönük iktisat politikaları tartışmalarının içerikleri de
farklılaşacaktı.
Ancak, bu politika tartışmalarının
ortak bir özelliği gözden kaçmamalı. ''Âşârın kaldırılması'',
''toprak mahsulleri vergisi'' ve ''doğrudan gelir desteği''
kısaltmalarıyla anılabilecek olan üç tartışma, uzun döneme açılan
ve stratejik boyutlar taşıyan bir alanın içinde yer almaktadır.
Küçük ve orta işletmeler içinde örgütlenmiş olan bir tarımsal
yapı piyasa koşullarına teslim edildiğinde bölüşüm ilişkilerinin
sistematik olarak üreticilerin aleyhine sonuç vermesi söz konusu
mudur? Bu tablo düzeltilmeli midir? Nasıl? Tarım ile ekonominin
diğer kesimleri arasındaki kaynak transferleri hangi yönde olmalı?
Bu doğrultudaki kararlar kesimlerden her birinin ve ulusal
ekonominin büyüme hızını nasıl etkileyecektir? Ulusal tarım
piyasalarının uluslararası piyasalarla bütünleşmesi ne gibi
sonuçlar verir?
Bu sorular, aslında, ortak bir
paydada, kısacası bölüşüm ve büyüme sorunları etrafında
birleşmektedir. ''Türkiye tarımının uluslararası
piyasalarla bütünleşmesinin sonuçları'' ise bölüşüm/büyüme
ikilisini aşan bir boyut da içerir. İstikrarsız, karmaşık, çıkar
çatışmalarının belirleyici olduğu bir dünya sistemi içinde
yaşadığımızı; böyle bir dünyada ülke ekonomisine özgü çıkarların
söz konusu olabileceğini; bunların ''başkalarının'' çıkarlarıyla
çatışabileceğini ve bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi
kaderine egemen olmasının önem taşıdığını düşünmekte
iseniz, ''gıdada kendine yeterlilik'', ''gıda güvencesi''
diye anılan arayışlara önem vermeniz doğaldır. Küreselleşmeci
ideolojilerin reddedeceği bu öncelik, bölüşüm/büyüme
ikilisine ek olarak ekonomik bağımsızlık derecesini arttırma
arayışlarını da iktisat politikalarının amaçları arasına
katacaktır.
Cumhuriyet tarihinin ilk yetmiş beş
yılı boyunca iktisat politikası tartışmaları büyüme, bölüşüm
ve ekonomik bağımsızlık arayışları etrafında kümelendi.
Tartışmalara katılanlar, genellikle, bu üç amaç arasında karşıtlıklar
olabileceğini ve iktisat politikasının bu çerçevede bilinçli
bir tercih yapmak anlamına geleceğini fark etmiş idiler. Örneğin,
dış kaynak arayışlarının ekonomik bağımsızlık özlemlerini
olumsuz, büyümeyi olumlu etkileyeceği koşullar hep olmuştur. Türkiye'yi
yönetenler, bu ikilem karşısında Cumhuriyetin ilk dönemlerinde
tercihlerini ekonomik bağımsızlıktan, 1945 sonrasında ise büyümeden
yana kullandılar. 1960-1974 yıllarında ise büyüme/bölüşüm
gerilimi hafifledi; ancak dış bağımlılığı artmış bir
ekonomik yapının yerleşmesi pahasına... Buna karşılık, 1974
sonrasındaki istikrarsız siyasi ortam, bölüşüm sorunlarına öncelik
veren, ancak ekonomik büyümeyi köstekleyen politikalara yol açtı.
1980 sonrasında ise iktisat
politikaları tartışmalarının gündeminde radikal bir kayma gerçekleşti.
Bu tartışmalar, artık, büyüme/bölüşüm veya ekonomik bağımsızlık
amaçları etrafında değil; sadece istikrar (ve çoğunlukla fiyat
istikrarı ) arayışları üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu gündem
kayması sonunda, doğrudan doğruya istikrar , büyüme ve bölüşüm
üzerindeki olumlu/olumsuz etkilerinden tamamen bağımsız olarak
bir iktisat politikası amacı mertebesine yükseltiliyor.
Enflasyonu gelir dağılımını
bozduğu için mi, büyümeyi kısa veya orta dönemde aşağıya çektiği
için mi istemiyoruz? Bunların hiçbiri söz konusu değilse niçin?
Hangi eşiği aşan enflasyon? Yüzde 3. 20 veya 50 mi?
Yıldan yıla fazla değişmeyen bir
enflasyonun gelir dağılımını bozan etkileri önlenebiliyorsa ve
bu ortam yeterli bir büyüme hızı ile tutarlı olabiliyorsa; bu
koşulları bölüşümü bozan, milli geliri aşağı çeken,
yoksulluğu, işsizliği arttıran, üstelik sermaye birikimini aşındırarak
uzun dönemli büyüme potansiyelini de düşüren kaskatı bir
istikrar programı ile karşılaştırınız. Hangisini yeğlersiniz?
İktisat politikaları tartışmalarını
geleneksel gündemine taşımanın, orta ve uzun dönem
perspektiflerine kaydırmanın zamanı gelmedi mi?
Cumhuriyet’ ten alınmıştır.
|
|
|