SENDİKALAR
YASASI VE 15-16 HAZİRAN OLAYLARI
TBMM
TUTANAKLARI
11 Haziran 1970 Perşembe günü toplanan
Millet Meclisi’nin 101. birleşiminde Sendikalar Yasasında değişiklik yapılmasına
ilişkin Yasa Tasarısı ele alındı. Dört gün sonra başta İstanbul olmak üzere
ülke çapında “15-16 Haziran Olayları” adıyla anılan işçi gösterilerine
neden olan tasarı üzerinde TİP İstanbul Milletvekili Rıza Kuas söz alarak şöyle
konuştu:
“Hükümetin 274
sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu
ile ilgili olarak hazırladığı iki Yasa Tasarısı Türk çalışma hayatında
büyük hüsrana ve zararlara yol açacaktır. (Kuas konuşmasında
iki tasarıdan söz ediyor. Ancak görüşülmekte olan yalnızca 274 sayılı Sendikalar
Yasasında değişiklik yapılmasına ilişkin olanıydı, diğer tasarı ise gündemdeki
sırasını bekliyordu)
Bu iki tasarının
Meclise getirildiği bu sırada İsviçre’de Cenevre şehrinde 111 ülkeyi temsilen,
aralarında 70 Devletin çalışma bakanlarının da bulunduğu 1224 hükümet temsilcisi,
işveren ve sendika temsilcili Uluslararası Çalışma Konferansı adı altında
toplantı halindedir ve toplantının baş gündem maddesi sendika kurma, sendika seçme
ve toplu pazarlık, grev hak ve özgürlükleridir. Türkiye’nin de temsil edildiği bu
konferansta, adı geçen hak ve özgürlüklerin daha da geliştirilmesi söz konusu
edilirken, ülkemizde buna ters bir hareketin başlaması Dünya kamuoyunda çok ters
yankılar yaratacaktır.
Gerek
hükümetimizin uluslararası planda bağlı olduğu 87 ve 98 sayılı Uluslararası
Sözleşmeler, gerekse Anayasamızın 46 ve 48. maddeleriyle garanti altına alınmış
olan sendika seçme, toplu pazarlık ve grev hak ve özgürlüklerini, adı geçen
tasarılar ortadan kaldırmaktadır. Aynı zamanda Anayasamızın 2, 4, 8, 10, 11, 17,
20, 40 ve 42s maddeleri de ihlal edilmektedir.
Burada İş
Yasası görüşülürken ‘Anayasaya aykırıdır, Anayasaya aykırıdır’ diye uzun
uzun söylememize karşın, Anayasaya aykırı bir görüşün içinde olan Adalet
Partisine dinlettiremedik. 3008 sayılı İş Yasasını değiştiren 931 sayılı Yasa
Anayasa Mahkemesince reddedilmiştir. Burada tekrar işaret ediyoruz: Bu kanun da
Anayasaya taban tabana zıttır ve Anayasa Mahkemesi bunu da geri gönderecektir.
Konuyu
açıklığa kavuşturmak için getirilen hükümet tasarısının Anayasaya
aykırılığını açıkça sıralayalım: Anayasamız 46. maddesiyle, önceden izin
almaksızın sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlarla serbestçe üye olma ve
üyelikten ayrılma hakkını getirmiştir. Ayrıca 47. maddesiyle de, işçilerin
işverenlerle olan ilişkilerinde ekonomik ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltmek
amacıyla toplu sözleşme ve grev haklarını tanımıştır.
Hükümetin
getirdiği tasarı, sendika seçme özgürlüğünü ortadan kaldırmaktadır.
Sendikaların en önemli görevleri olan toplu sözleşme yapma ve greve gitme hakları
da ortadan kaldırılmaktadır. Böyle olunca, getirilen tasarılar bu nitelikleriyle
yasalaştığı takdirde Anayasaya aykırı olacaktır. Sendika özgürlüğünü yok
eden tasarılarla demokrasiye aykırı bir yönetim, bir TÜRK - İŞ diktası getirilmek
istenmektedir.
Sendikaları
denetleme, olağanüstü bazı koşullar dışında resmi makamların dahi hakkı
değilken, bu tasarılar böyle bir hakkı özel bir örgüte, TÜRK – İŞ’e
devretmektedir. Ve giderek, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesiyle de çelişmektedir.
Hükümet
tasarıları, işçilerin sendika seçme, üye olma, ayrılma; sendikaların da dilediği
alana yatırım yapma haklarını yok edici ve sendika özgürlüğünü hiçe indirici,
bir anlayıştadır. Yeni tasarılarla TÜRK - İŞ Konfederasyonuna ayrıcalık
tanınmakta, iktidarla aynı politik ve sosyal görüşlerde olmayan, özgür düşünceyi
savunan ve TÜRK - İŞ dışındaki diğer bütün sendikalar ortadan kaldırılmak
istenmektedir. Böylece, yasa önünde eşitlik ilkesine son verilmektedir.
Getirilen
yeni hükümlerle, kendisine üye olmayı kabul etmeyen işçi örgütlerinin bütün
hesaplarına el koyma hakkı TÜRK - İŞ Konfederasyonuna verilmekte ve yine bir başka
Anayasa ilkesi ayaklar altına alınmak istenmektedir. Getirilen tasarıya göre, en
çok üyeye sahip konfederasyon diğer sendikaları kontrol edecektir. Aynı mantıkla en
çok oy almış Adalet Partisi iktidarının bütün siyasi partileri denetleyebilmesi
veya en çok işçi çalıştıran Vehbi Koç’un, bütün Türkiye’deki patronların
hesaplarını kontrol edebileceği de düşünülebilir. Getirilen tasarı böyle
antidemokratik bir tasarıdır.
Türk demokratik
hayatı, Türk işçisi hayatı elini kana bulamadan bugünlere gelmiştir. Ama işçiyi
elini kana bulamaya sevk etmek istemektesiniz. Demokratik hayatın dibine dinamit koymak
niyetindesiniz. Biz onu önleme çabasındayız.
Çalışma
Bakanı, kendisi gibi, düşünmeyen DiSK’i kapatmak istediklerini Erzurum’da TÜRK -
İŞ kongresinde söylemiştir. Açıkça söylemiştir orada, Kongre tutanaklarında
var. Böylece bir Anayasa hakkı olan hür düşünce, hür sendikacılık ilkesi hem
ortadan kaldırılmakta, hem de hür sendikacılık, hür düşünce cezalandırılmak
istenmektedir.
Tasarılarda yer
alan hükümlerle küçük işletmelerin, yeni kuruluşların ortadan kaldırılması
sonucu doğacak, işsizlik daha da artacaktır. Böylece, işsizliği önlemekle görevli
Hükümet, yani işsizler yaratmak suretiyle de, yine Anayasaya ters düşmüş
olacaktır. Bütün bu Anayasa dışı hükümlerle birbiri arkasına Anayasa suçu
işlemesinin ilk ve en belirgin nedeni, Hükümetin sendika özgürlüğüne saygı
duymamasıdır. Sendika özgürlüğünü yok ötmeye hazırlanan iktidar, böylece
işçilerin sendika seçme, toplu sözleşme yapma ve greve gitme haklarını da
kökünden kaldırmaktadır.
Bugün
yürürlükte olan 274 ve 275 sayılı yasaların değiştirilmesi gereklidir. Gereklidir,
ama Anayasa doğrultusunda. Sendika özgürlüğünü, sözleşme ve grev yapma
özgürlüklerini koruyacak ve gerçekleştirecek nitelikte bir değiştirme
olmalıdır. Yani grevi isteyip istemediklerini öğrenmek için nasıl oylamaya
gidiliyorsa, işçilerin hangi sendikayı seçtiklerini belirtmeleri için, oy
kullanmaları, yani referandum sisteminim uygulanması demokratik rejim açısından
kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu hak tanınınca, hangi işyerinde hangi sendikanın
toplu sözleşme yetkisi olduğu açıklanacağından, bundan sonraki işlemler bu
temele oturtulur. Böylece, hem Anayasa ilkeleri gerçek hayata geçirilmiş ve
gerçekleştirilmiş, hem de çalışma hayatındaki çekişmelere son verilmiş olur.
İşçiler, sendika seçme özgürlüğünü en iyi şekilde kullanınca, sözleşme yapma
ve gerekirse grev hakkını kullanma ilkesi de yerine getirilmiş olur ve Anayasaya
uygunluk kazanmış olur. Buna aykırı bir gidiş anarşiyi bilerek davet etmek
olacaktır.
Bu iki tasarının
taşıdığı antidemokratik hükümleri böylece özet olarak belirttikten sonra,
açıkça sıralayalım. Bu tasarıya göre, isçilerin sendika kurma ve istedikleri
sendikaya serbestçe girme ve çıkma hak ve özgürlükleri kısıtlanmakta ve ancak
Türk - İş Konfederasyonuna üye olan sendikalara yaşam hakkı tanınmaktadır. Asıl
önemli olan, toplu sözleşme ve grev yapma hak ve özgürlüklerini kısıtlayan
hükümlerdir. Sendika kurma ve istediği sendikaya işçinin serbestçe girme ve çıkma
hakkından söz edilince, önemli olan böyle bir sendikanın, işçinin çıkarlarını
korumak için toplu sözleşme ve grev olanaklarıyla donatılmış olması gerekir.
Böyle bir durum yoksa, sendika kurma ve sendika seçme hak ve özgürlüğü de fiilen
yok olur. İşte, adı geçen tasarının asıl amacı da budur. Tasarı, oy
çoğunluğuna sahip olduğu gerekçesi ile Türk-İş’e ve ona bağlı sendikalara
toplu sözleşme ve grev yapma hakkı konusunda bir tekel tanımakta; Türk-İş’in
dışında kalan sendikaları ise, toplu iş sözleşmesi, grev yapma olanaklarından
yoksun bırakmaktadır. Aynı tasarı, Türk-İş’in gerek mali alanda, gerekse yönetim
alanında yalnızca kendisine üye olan sendikaları değil, Türkiye’deki tüm
sendikaları denetleyebileceği hükmünü getirmektedir.
Bizim
sendikalarla ilgili antidemokratik bir davranış karşısındaki tutumumuz açıktır.
Gerek işyeri, gerekse işkolu çapındaki hangi sendikanın işçiyi temsil yeteneğine
sahip olduğunu saptamanın tek yolu, referandumdur; yani işçilerin gizli oy, açık
tasnif yolu ile kendilerini temsil edecek sendikayı diledikleri gibi seçmesidir.
Tasarılar
Anayasaya aykırılıklarıyla temel bir ilkeyi, yasaların Anayasaya aykırı
olamayacakları ilkesini açıkça çiğnemektedir. Böyle olunca, Anayasa ilkelerini
işlemez duruma getirecek bu tasarılara karşı devrimci işçiler ve sendikalar ve bu
sendikaların kurduğu DİSK, Anayasal haklarını kullanarak sonuna kadar direnecektir.
Bu tasarılar, bu nitelikleriyle yasalaştıkları takdirde, yine devrimci isçiler
direnme haklarını sonuna kadar en etkin şekilde kullandıkları zaman, doğacak
sorumluluk bu yasayı çıkartanlara ait olacaktır.
Türk
demokratik ve sosyal hayatı dar boğazlara sokulmak istenmektedir. DİSK, Türk
işçilerinin gerçek çıkarlarını savunanlar, bu vahim duruma dikkatinizi çekmeyi
bir görev sayar, adı geçen yasanın çıkmamasını dileriz.
İşçilerin temel
haklarını yok etmeyi amaç bilen girişimler, gençliğe yönelmiş saldırılar,
devrimci öğretmenlere ve tüm devrimci güçlere karşı uygulanan baskılar, uzun
süredir planlanan Anayasayı rafa kaldırma çabalarının son örnekleridir.
Sendikalar Yasası ile Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Yasasını değiştirmek
Hükümetin bazı sömürücü ve işbirlikçi çevrelerle yaptığı pazarlık sonunda
gerçekleştirilirse, Anayasanın özgür sendikacılık ilkesi ve bu ilkeyi
perçinleyen öteki hükümler tamamen tahrip edilmiş olacaktır. Toplumumuz yerli ve
yabancı sömürücülerin ve de işbirlikçilerin bu kör ihtirası yüzünden yeni
bunalımlara itilmiş olacaktır. Çünkü, DiSK ve tüm devrimci sendikaları
görevlerini yapamaz hale getirmek için atılacak her adım, açıkça ortadan
kaldıramadıkları Anayasaya dolaylı olarak yapılmış birer saldırı hareketinden
başka bir anlam taşımayacaktır.
Sömürücü
çevreler, Anayasanın bir gün devrimciler eliyle uygulanmasından ve kendi
çıkarlarının sona ermesinden korkuyorlar. Bu nedenle iktidar ellerindeyken, tüm
devrimcileri örgütsüz bırakmaya çalışıyorlar. Bizi örgütsüz bırakmak
istemeleri, toprağı olmayan köylüye toprak, herkese iş, her aileye konut
verilmesini istememizdendir. Bizi hedef seçmeleri, dış ticareti, bankacılığı,
sigortacılığı devletleştirecek; vurguna, soyguna son vereceğiz dememizden ileri
gelmektedir. Bizi susturmaya kalkışmaları, ülkenin bütün doğal kaynaklarının
yabancıların ve de yerli işbirlikçilerin ipoteğinden kurtarılmasını istememizden
ileri gelmektedir. Bizi, işçi sınıfının devrimci temsilcisi olmaktan çıkarmak ve
ezilen, horlanan işçileri örgütsüz yakalamak için giriştikleri Anayasa dışı
tasarlamalara ve Türkiye’nin yabancı çıkarlar uğruna sömürülen, geri bir
tarım ülkesi olarak bırakılmasına göz yummayacağız. Bütün bunlar sanayileşmenin
Devlet eliyle yapılmasını, kalkınmayı gerçekleştirmeyi istememizden ileri gelmektedir. Bunları,
bütün işçilere duyurarak, işçileri uyarmaya çalışmamızdan ileri gelmektedir ve
de bunların gerçekleşmesi için sürekli, açık, kesin bir mücadele vermemizden
ileri gelmektedir.
Örgütlerimizin,
yasa zoruyla tasfiye edilmeleri hep Anayasadan korkmalarından ve bizim Anayasaya sahip
çıkmamızdandır; ama ne yapılsa boştur. Devlet, mutlaka halkın hizmetinde işler
hale getirilecek, emekçi halk ve Atatürkçüler mutlaka iktidara gelecektir.
Türkiye’de emekten yana, halka dönük, Anayasa doğrultusunda bir düzen
kurulacaktır. Çünkü, Atatürk ilkeleri ve devamı olan 27 Mayıs Anayasası bunu
öngörmektedir.
Sayın
milletvekilleri; 1946 da çok partili döneme geçtik. 1946 yılında Demokrat Parti
çıktı. Demokrat Partiye bütün halk oy verdi. O zamanki tek parti devri, jandarma
devri, dipçik devri, bunların hepsini yaşadık. Bir yasa çıkarılabilirdi; çoğunluk
partisinin dışında başka parti olmayacak diye. Ama öyle bir yasa çıkmadı. O
parti gitti, Demokrat Parti geldi. Demokrat Partisi gitti, şimdi Adalet Partisi
iktidarda. Öyle bir yasa getiriliyor ki, çoğunluk olan Türk-İş Konfederasyonunun
dışında hiçbir sendika Türkiye’de kalmayacaktır. Dünyanın, hiçbir ülkesinde
böyle yasayla ayrıcalık tanınan sendika yoktur. Güçlü sendikaların kuruluşunun,
güçlenişinin yollan başka. Gerek Türk-İş, gerek Türk-İş’in dışındaki başka
sendikalar, referanduma varlarsa hodri meydan. Mademki, ‘biz sandıktan çıkıp geldik,
istediğimizi yaparız’ diyorsunuz, dönelim bakalım sandığa, işçi sınıfının
referandumuna. Niçin ona yanaşılmıyor da, yasayla ille de Türk-İş’in diktasını
kurmak istiyorsunuz?
Dünyanın hiçbir
yerinde yoktur. Almanya’da 16 sendika vardır, yasayla sendika sayısı
sınırlandırılmış değildir. Fransa’da, İtalya’da sendika sayısı yasayla
sınırlanmış değildir, işçiler zamanla güçlenerek, kendi kafalarını
çalıştırarak, istedikleri sendikaları seçmek suretiyle güçlendirmişlerdir.
Yoksa, faşist yasalarla bir sendika etrafında işçileri toplamak, dünyanın hiçbir
yerinde mümkün olmamıştır. Türkiye’de de olamayacaktır. Geçici bir dönem
için bu böyle oluyor sanılacak, geçici bir dönem için bu başarılmış gibi
görünecektir, ama gelecek günler tersine tepecektir.
Anayasanın 46.
maddesini kısaca hatırlatmakta yarar var: ‘Çalışanlar ve işverenler önceden
izin almaksızın, sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma
ve üyelikten ayrılma hakkına sahiptirler.’ Getirilen yasa tasarısında
Sendikalar Birliği kaldırılıyor. Rıza Kuas olarak Sendikalar Birliğinin devamına,
yaşamasına taraftar olan bir kişi olarak konuşmuyorum. Bu, Anayasaya aykırıdır.
Bazı sendikaların işine geliyor, Sendikalar Birliğini kaldıralım diye Anayasaya
aykırı yasaları buradan çıkaramayız. Anayasa gayet açık yazmış: Sendika
birlikleri kurulur ve işçiler sendikalara serbestçe girer, serbestçe çıkar.
Getirilen
tasarıda, sendikalardan istifa edebilmek için noter zorunluluğu getiriliyor. Paralı
bir iş üstelik. Zavallı işçi haftada 70 - 80 lira alıyor, 20 - 30 lira götürüp
notere para verecek ve sendikadan istifa edecek. Girişi de yazılı belgeye bağlıyor
tasarı.
Anayasanın gayet
açık olarak, ‘işçiler sendikalara serbestçe girerler ve serbestçe
çıkarlar’ demesine karşın, tasarıda dilekçeyle sendikaya girecek olan işçi,
çıkarken de noterden yine 15 - 20 lira masraf yapacak ve öylece çıkacaktır.
Sendika
özgürlüğü ve sendika haklarının korunmasına ilişkin 87 sayılı uluslar arası
sözleşmenin 2. maddesi, ‘işçilerle işverenler hiçbir ayrım yapılmayarak önceden
izin almaksızın, istedikleri kuruluşları kurmak ve yalnız bu kuruluşların
statülerine uymak koşuluyla bunlara üye olmak hakkına sahiptirler’ diyor.
Uluslararası sözleşmedir bu,
Türkiye
Cumhuriyeti Hükümeti de altına imza atmış.
Madde 3: ‘işçi
ve işveren kuruluşları statülerini, idari tüzüklerini düzenlemek, temsilcilerini
serbestçe seçmek, idarecilerini ve faaliyetlerini düzenlemek ve iş programlarını
belirlemek hakkına sahiptirler.’
Ben iş
programını yapamıyorum şimdi. Benimle hiç ilgisi olmayan Türk-İş
Konfederasyonu ikinci Başkanı Sayın Hasan Türkay
(AP Milletvekili) arkadaşımız,
Türk-İş Yönetim Kurulu Üyesi Osman Soğukpınar (CHP Milletvekili) falan
karar verecekler. Lastik İş Sendikasının milyonları var, yatırım yapacak,
Türk-İş Konfederasyonu izin verirse yatırım
yapabileceğim ben.
Uluslararası sözleşmelerle
benim özgürlüklerimi onalıyor. Şu anda Cenevre’de toplantı var ve Türk-İş’in
yetkilileri de orada. Şimdi orada özgürlükten, anayasadan ve demokrasiden söz
ediyorlar.
Madde 5. ‘işçi
ve işveren kuruluşları, konfederasyonlar kurmak ve bunlara üye olmak
ve her türlü
kuruluş, federasyon veya konfederasyon, uluslararası işçi ve işveren
kuruluşlarına üye olma hakkına sahiptirler.’
Madde 7. ‘işçi
ve işveren konfederasyonları ve federasyonlarının tüzükleri yukarıdaki 3 ve 4.
maddeler hükümlerinin uygulanmasını ihlal edecek nitelikte koşullar taşıyamaz.’
Uluslararası
sözleşmeler yapılmış, bunların dışında bir koşula tabi tutulamaz diye hüküm
konmuş, Türkiye Cumhuriyetini Meclisinde onaylanmış ve ondan sonra koşullu bir yasa
tasarısı buraya getiriliyor. Bu tasarısında, daha çocuk doğmadan yürümesini
istiyoruz. Türkiye’de kurulacak bir sendika üçte biri temsil edecek, yani bir
siyasi parti kurulur kurulmaz Türkiye’de, 5 milyon üye alacak, ancak o zaman
Meclise gelebilecek; yani öyle bir kanun tasarısı. Üçte biri temsil edebilirse ona
toplu sözleşme ve rekabete girişme hakkı verilecek. Biz bununla çocuğun doğmasına
engel oluyoruz. Uluslararası Sözleşme, Anayasa, bu çocuk ister istemez doğacak
demiş, o hakkı biz almışız.
Anayasanın 46.
maddesi sendika kurmayı, sendika özgürlüğünü, sendikalara girme çıkma
özgürlüğünü, bize vermiş. Ne Cumhuriyet Halk Partisi, ne koalisyon hükümetleri,
ne de başka bir iktidar vermiş bunu bize. 27 Mayıs Devrimi vermiştir onu bize, onu da
sonradan elimizden almıştır. O da ayrı bir konu.
Anayasamızın 47.
maddesi işçiler grev yapabilir diyor. Türkiye’de işçiler bugün grev yapamaz. O da
ayrı bir konu. ‘İşçiler, işverenlerle olan ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal
durumlarını korumak veya düzeltmek amacıyla toplu sözleşme ve grev haklarına sahiptirler.’ Anayasamızın 47. maddesi bunu
söylüyor, işçiler bu hakka sahip midir bugün Türkiye’de. Bu hakka sendikalar
sahiptir. O yetkiler sendikalara verilmiş, işçilere verilmemiştir. Anayasaya
aykırı olan ayrı bir konu o da. İşçilere grev yapma ve sendika kurma hakkını 27
Mayıs Devrimi getirmiş vermiş. Şimdi bu haklar geri alınmak isteniyor. Türk
işçisine verilen hakların geri alınması pek kolay olmayacaktır. Bunun mümkün
olabileceğini de sanmıyorum.
Bu konuları
komisyon toplantılarında Sayın Çalışma Bakanına ve komisyon üyelerine anlatmaya
çalıştım; fakat peşin pazarlıkla gelindiği için onları ikna etmek olanağını
bulamadım. Yüce Meclisten Anayasa ile verilmiş olan, Türk işçisinin sendika kurma,
sendikaya girme, sendikadan çıkma özgürlüklerini ve toplu sözleşme yapma
özgürlüklerini kısıtlayan bir yasaya oy vermemenizi rica ederim.”
Daha sonra AP grubu adına söz
alan İstanbul Milletvekili Hasan Türkay, Rıza Kuas’ın kulaktan dolma bilgilerle
kürsüye geldiğini, tasarıyı incelemediğini, birisi tarafından hazırlanıp eline
verilmiş bir metni yarım yamalak okumaya çalıştığını öne sürdü.
Güven Partisi grubu adına söz
alan Vefa Tanır’ın hedefi de Rıza Kuas’dı. Tanır, “TİP
Sözcüsü Atatürk’ten söz ediyor. TİP Markçı ve Lenincidir, Atatürkçü
değildir. DİSK ve TİP Türkiye’yi sendika özgürlüğünün yok olduğu bir
sosyalist esaret düzenine götürmek ister,” dedi.
Tasarının tümü üzerinde
görüşmeler tamamlanıp maddelerine geçildiğinde birinci madde üzerinde yeniden söz
alan Kuas, eski Çalışma Bakanı Ali Naili Erdem’i de suçlayan bir konuşma yaptı:
“Birinci maddeyle sendika birliklerini kaldırıyoruz.
Anayasanın açık hükmü var, Hani Anayasaya aykırı değildi? Türkiye Lastik-İş
Sendikası’nın Genel Başkanıyım. Lastik-İş Sendikası 1948 senesinde kuruldu.
Kurulduğu günden beri Türk-İş’in üyesiydi ve Türkiye’de tek temsilcidir.
Bütün Türkiye’de çalışan işçilerin; lâstik, kauçuk, plâstik iş kolunda
çalışan işçilerin yüzde 95 ini bünyesinde toplamıştır. Bunu ne Türk-İş, ne
de başka bir kimse bir kuruluş inkar edemez. Bütün her şey belgeleriyle sabittir.
Güçlü
sendikacılığı savunan Türk-İş Konfederasyonu, benim karşımda işverenlerin
adamlarına, müdürlere, müdür muavinlerine, işverenlere bir sendika kurdurdu, 250 bin
lira da kasasından para verdi. (‘Yalan
söylüyorsun’ sesleri geliyor)Türk-İş’in raporlarında var. Öyle, yalan
söylüyorsun demekle geçmiyor. Devamı var daha. Haktan hukuktan söz eden Sayın
eski Çalışma Bakanı Ali Naili Erdem, bütün çalışanların yüzde 95’ini
temsil etmeme, belgelerimle gitmiş olmama karşın, Türkiye çapında toplu sözleşme
yapma yetkisini Türk-İş'in kurdurduğu suni kuruluşa verdi. Danıştay’a gittik,
anlatamadık. Danıştay daha evraklar Çalışma Bakanlığından gelmeden 15 gün önce ‘Evraklar üzerinde yapılan inceleme sonunda
çoğunluğun Türk-İş’in kurdurduğu sendikadır’ diye karar vermiş. O kararı
veren Dokuzuncu Daire Başkanını üç ay primle Amerika’ya göndermiştir.”
Feyzioğlu’ndan
Suçlama...
Aynı madde üzerinde söz alan Turhan Feyzioğlu ise maddeyle
ilgili konuşmak yerine yalnızca Kuas’ı suçlamayı tercih etti:
“Kendisi
TİP’in bir mensubudur. TİP bugün hangi çizgidedir, Rıza Kuas o çizginin
neresindedir, bunları anlamak ta bir hayli güçleşti. Çünkü hepsi Marksist-Leninist
ama kimi Stalin’dedir, kimi Mao’dadır, kimi Brejnev’dedir, kimi ne çeşit
sosyalizmdedir, bunu izlemekte bir hayli güçlük çekmekteyiz. İzin verirseniz burada
size bir belge okuyacağım. Başkanı olduğunu ifade ettiği Lastik–İş
Sendikasının 10-12 Şubat 1970 tarihleri arasında İstanbul’da toplanan genel
kuruluna sunulan çalışma raporundan alınmış bir parça: ‘Dünyada sömürüden
kurtulmuş toplumlar vardır. Sovyet Rusya’sı ile Çin’i ile, Yugoslavya’sı,
Bulgaristan’ı, Macaristan’ı, Polonya’sı, Çekoslovakya’sı, Arnavutluğu,
Küba’sı ile sosyalist toplumlar. İnsanlar orada ne dışarıdan, ne içeriden
sömürülemiyor artık.”
Daha sonra yeniden söz alan Rıza Kuas, Feyzioğlu’nun
suçlamalarına şu yanıtı verdi:
“Ben Türkiye
İşçi Partisinin kurucusuyum, bir milletvekiliyim, doğru, ama bir de sendika
başkanıyım. Sendikanın genel yönetim kurulu ayrıdır, sendikanın hazırladığı
raporlar ayrıdır, sendikanın kongresi ayrıdır, sendikanın görüşü ayrıdır,
DİSK Konfederasyonu ayrıdır, DİSK Konfederasyonu, sendikalar böyledir,
bağımsızdır; bağımlı şekilde çalışmaz. Ama, Sayın Turhan Feyzioğlu, kendisi
profesördür, çok okumuş, işçi sınıfını sömürmek için yetiştirilmiş bir
eleman olanak, hatta ve hatta...”
Bu sözler üzerine oturumu
yönetmekte olan AP’li Başkanvekili Nurettin Ok, Kuas’a müdahale ederek bu şekilde
suçlamalarda bulunamayacağını söyledi. Başkanla aralarında yaşanan uzun
tartışmalardan sonra Kuas sözlerine şöyle devam etti:
“Sayın Başkan,
Sayın Feyzioğlu’nun konuşması başından sonuna kadar suçlayıcı sözlerle
doluydu, hiç müdahale etmediniz. Yaptığı suçlamaların hiçbirini kabul etmiyoruz.
Biz ne Kızıl Çin’den, ne Mao’dan talimat almıyoruz; biz işçi sınıfının
emrindeyiz, işçi sınıfının hak ve hukukunu savunuyoruz.
Sayın Turhan
Feyzioğlu, Çin’den başladı, Makedonya’dan çıktı. Benim bununla hiç ilgim yok.
Ben işçi sınıfının hizmetindeyim, işçi sınıfının, emekçi halkın, ezilen
halkın Türkiye’de iktidara gelmesi için savaş veriyorum. Bu savaşım ömrümün
sonuna kadar devam edecektir, kim nasıl yorumlarsa yorumlasın.”
Daha sonra yeniden
kürsüye gelerek suçlamalarını sürdüren Feyzioğlu önceki konuşmasında okuduğu
sözlerin Lastik-İş Sendikasının raporundan alındığını yineleyince, Kuas
oturduğu yerden, “Rapora yazmak başka
şey, orada söylemek başka şey,” yanıtını verdi. Feyzioğlu ise konuşmasını
şöyle sürdürdü:
“Açıkça gelin
buraya söyleyin, Marksist misiniz, değil misiniz? Marksist - Leninist ihtilalci bir
komünist görüşü benimsiyor musunuz, benimsemiyor musunuz, görüşünüz bu mu?
diye sorunca, ‘Hayır, ben bunları benimsemiyorum?’ diyemiyorsunuz. Diyemezsiniz;
çünkü üst mercileriniz var. Sonra azar işitirsiniz, ceza görürsünüz, hem de çok
şiddetli ceza görürsünüz. Onun içindir ki bunu göze alıp söyleyemezsiniz. Size
sorulan sorunun yanıtı verilmedi; imzanızı taşıyan, sorumluluğunuz altında
sunulmuş olan bir resmi belgeyi, Devletin elinde de bulunan bir resmî belgeyi
yanıtlamadınız.”
Kuas bu sözlere “Oradan
emir almak başka, rapora yazmak başka şeydir,” karşılığını verdi.
TİP
İstanbul Milletvekili Rıza Kuas tasarının daha sonraki maddeleri üzerinde de söz
alarak eleştirilerini sürdürdü. Ancak kendisinden başka karşı çıkan olmadığı
için tasarı üzerindeki görüşmeler tamamlandı.
Sıkı Yönetim...
Olaylar üzerine 16 Haziran 1970 Salı günü
Hükümet, İstanbul iliyle Kocaeli’nin Merkez ve Gebze ilçelerinde saat 21.00’den
itibaren bir ay süreyle Sıkıyönetim ilan edilmesine karar verdi.
Bu konuya ilişkin
Başbakanlık tezkeresi ertesi günü toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel
Kurulu’nda (Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi’nin birleşik toplantısı) 14.
birleşiminde ele alındı. Gerek konuşulan konular, gerekse çıkan tartışmalar ve
gerginlikler nedeniyle bu toplantı
TBMM’nin en önemli toplantılarından biri durumuna gelmişti.
İlk sözü çıkan
olaylarla ilgili bilgi vermek üzere İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu aldı.
Olaylar sırasında 3 kişinin öldüğünü, 42’i ağır olmak üzere 90 kişinin
yaralandığını anlatan Menteşeoğlu, “Olayların
oluşumu, niteliği ve yapısı göstermiştir ki, gerçek neden, yasadışı bir platform
içinde demokratik hukuk devletini yıkmak, milli birlik ve beraberliği bozmak, bir
sınıf bilinci yaratarak vatanımızı bölmek ve ülkemizi parçalamaktır,” dedi.
Olayların
düzenleyici ve kışkırtıcısının DİSK olduğunu öne süren Menteşeoğlu
konuşmasında, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler tarafından işçilere hitaben
söylendiğini iddia ettiği şu sözlere de yer verdi:
“274 ve 275
sayılı yasaların Türkiye Büyük Millet Meclisine geldiği gün -ki çok yakındır- 300 işyerinde
birden greve gideceğim. Genel grevin ne olduğunu anlayacaklardır. Sıkıysa beni hapse
tıksınlar da göreyim.
Düşünün,
taşının ve karar verin, bu yasa tasarısı sizin bütün haklarınızı sizin
ellerinizden almaktadır. Sizi aç ve elinde hiçbir dayanağı olmayan duruma
getirmektedir. Onun için kesin mücadele yapacaksınız. Mücadelenize engel olmak için
karşınıza polisin çıkarılmasını çok zayıf olasılık olarak görmekteyim. Ne
olacak? Asker çıkacak. Kim çıkarsa çıksın muhakkak kendileriyle
çarpışılacaktır. İçinizden bir kişi bile tutulsa, bu arkadaş nereye
götürülürse götürülsün, orayı topluca basacağız ve arkadaşımızı alacağız.
Yasa falan dinlemeyeceğiz, her şeyi kendimiz halledeceğiz.
Fabrikalarda
hareketler, işgal grev şeklinde başlatılacak ve bunları fabrikalarda kurulmuş olan
Anayasal direniş komiteleri yürütülecektir. Fabrikaların tahrip edilmesi ve
dinamitlenmesi de eylem sırasında düşünülecektir.
Eylemin Sendika yasa Tasarısının geri alınmasına kadar sürdürülmesi
kesin karardır. Çalışmayan günlerin
parası da patronlardan zorla alınacaktır.”
İçişleri Bakanı Haldun Menteşeoğlu, DİSK Genel
Başkanı Kemal Türkler tarafından yapıldığını öne sürdüğü bu konuşmayı
aktardıktan sonra, olayların gelişimini kendi bakış açısıyla şöyle özetledi:
“15 Haziran günü DİSK'in teşvik ve tahriki ile bir takım
üzücü olayların cereyan edeceği tarafımızdan haber alınmış ve 14 Hazirandan
itibaren askeri garnizon haberdar edilmek suretiyle polis, jandarma ve asker
üçlüsünün uyanık hale getirilmesi kararlaştırılmıştı. 15 Haziran günü saat
10,30 dan itibaren DİSK'e bağlı fabrikalarda çalışmalar durmuş ve işçiler
sokağa çıkmaya başlamışlardır. Kartal bölgesindeki fabrikaların faaliyetleri
durdurulmuş ve Ankara asfaltında yol kesimine girişilmiş, bazı taraflarda yollar
kesilmiş ve diğer kendilerine katılmayan fabrikalara gidilerek işçilerin kendilerine
katılmaları teşvik ve tahrik edilmiş. Maltepe Tekel Fabrikası camları kırılarak
orada bulunan işçiler yanlarına çekilmiş ve bu suretle Haymak Fabrikasına doğru
yürümüşlerdir. Fabrikayı koruma altında tutan bir taburumuzun kumandanına,
askerlerine hücum etmişler, taşlamışlar ve fabrikanın büro kısmında tahribat
yapmışlardır. Ve İstanbul yakasında bulunanların Silahtarağa Elektrik
Fabrikasını yıkıp yok ederek İstanbul’un hayatını felce uğratma kararı
alıp, o yönde yürüyüşe geçmişler, fakat zamanında alınan önlemlerle bunu
başaramamışlardır. Gece saat 21.30’a kadar hem Anadolu yakasında, hem Rumeli
yakasında bu kanunsuz, bu yıkıcı hareketler devam etmiş ve 21.30 da önlenmiştir.
16 Haziran günü
Kocaeli’nin bazı fabrikalarında DİSK’e mensup kişilerin gene teşviki, tahriki
ve tertibi ile fabrika önlerinde toparlanılmış ve Gebze yönüne ve Gebze’den de
Pendik yönüne yürüyüşler yapılmıştır. İstanbul yakasında İstinye Boğaz
bölgesinde toparlanılarak Levent, Şişli yönünde yürüyüş hazırlığı içine
girilmiş, Bakırköy bölgesinde, o bölgede bulunan bütün fabrikalar tatil edilmiş
ve Topkapı - Beyazıt yönünden yürüyüşe geçilmiştir. Hepsinin hedefi Taksim’de
buluşmaktı.
Anadolu yakasında
ve Rumeli yakasında bulunan bu işçi kitlelerinin sayıları hakkında bilgi vermek
isterim. Pendik’ten Üsküdar ve Kadıköy yönüne harekete geçen işçi kitlesi
tahminen 30 bin kişidir. İstinye yönünden Levent yolu ile Taksim’e yürüyüşe
çıkan işçi kitlesi 4 bindir. Sayıları tahmini söylüyorum ve asgari ölçüler
içinde söylüyorum. Bakırköy yönünden Beyazıt vilayet önü ve Taksim’e geçme
yönünde olan işçi kitleleri iki bölümde yürümüşlerdir. Bunlar da 5’er bin
kişilik gruplardır. Bu şekilde 16 Haziran günü Anadolu yakasında ve Rumeli
yakasında asgari bir tahminle 40 bin kişi harekete geçmiştir. Ellerinde
birçoklarının sopaları vardı, bellerinde tabancaları da olduğu olayların
gelişim noktalarında kendisini göstermiştir. Bu, kanunsuz bir yürüyüştü.
İlk anda
yollarının yasadışı olduğu kendilerine uygun şekilde anlatılmış, yasanın izni çerçevesinde, belirlenmiş yollarda
yürüyüşler yapılabileceği, mitingler hazırlanabileceği anlatılmış olmasına
karşın yasadışı olarak zorla yürüyüşe devam etmişlerdir. Aldığımız bilgilere
göre bunların cana, mala ve birtakım kamu tesislerine saldırmak, onları tahrip etmek
kararında olduklarını öğrenmiştik. Zaten genel başkanları işçilere yapmış
olduğu konuşmada bunları da söylüyor. ‘Yıkacağız, tahrip edeceğiz’ diyor.
Yasaları egemen
için Hükümet ve Devletin güvenlik kuvvetleri bunların karşılarına çıktı ve
dağılmalarını istedi. Ama özgürlük düşmanı olma anlayışı içinde
bulunanlar; sopalarla, taşlarla ve elerindeki silahlarla Türk polisine, Türk
jandarmasına ve Türk askerine saldırmışlardır ve silahlarını tereddütsüzce
kullanmışlardır. Bu iki büyük üzücü olay Levent’te ve Anadolu yakasında
olmuştur. Ricalar ve ısrarlara karşın korkusuzca bu saldırının içine girmişler,
kardeşi kardeşe kıydırmışlardır.
Bu isyan karakteri
taşıyan ayaklanmanın bilançosu şudur:
3 ölü, 42 ağır yaralı ve 50 de hafif yaralı. Tahrip ettikleri yerler dışında
birçok arabaları ve 4’ü polise ait olmak üzere resmi arabaları yakmışlar,
yıkmışlar tahrip etmişlerdir. Kartal Emniyet Amirliğimize saldırmışlar, tahribat
yapmışlardır. Kartal Adalet Partisi binasını kısmen tahrip etmişlerdir. Bağdat
Caddesinden geçerken sağda solda bulunan evlerin, hemen hemen bütün camlarını
kırmışlardır. Ve Ankara asfaltında Haydarpaşa Trafik İstasyonunu
yıkmışlardır.”
İçişleri
Bakanı’ndan sonra Güven Partisi grubu adına söz alan Turhan Feyzioğlu ise olayları
ve sıkıyönetim konusunu tümüyle bir yana bırakarak doğrudan solu hedef alan klasik
konuşmalardan birini yaptı. Feyzioğlu’na göre cinayetleri işleyenler, “emir
aldıkları uluslar arası komünist fesat merkezlerinin direktifleriyle Türkiye’de
akıllarınca bir proleterya ihtilalinin provasını yapmaya kalkışan bir avuç
maceracı” ydı.
CHP grubu adına
söz alıp kısa bir konuşma yapan Genel Başkan İsmet İnönü de Sıkıyönetimin
Anayasanın öngördüğü bir yönetim biçimi olduğu ve idare edenlerin her aklına
geleni yapması anlamına gelmediğini belirttikten sonra sıkıyönetim sürenin bir ay
yerine 15 olarak belirlenmesinin daha doğru olacağını söyledi.
Olaylar Çıkıyor...
TBMM Genel
Kurulunda daha sonra Milli Birlik Grubu
adına Ahmet Yıldız söz aldı. Sıkıyönetim
ilan eden hükümetin olayları bir ‘ayaklanma’ olarak değerlendirdiğini belirten
Yıldız, “Bunun bir ayaklanma olduğuna eğer hükümet inanıyorsa (AP
sıralarından ‘başka türlü nasıl olur?’ sorusu geliyor) Bundan çok daha
önemli, çok daha kanlı olaylarda ayaklanma niçin aklına gelmedi. Ankara’da devlet ve hükümet büyükleri önünde bir
cenaze namazı (İmran Öktem olayı) dahi kıldıramayacak kadar acz içine
düştüğünüz zaman ayaklanma yok muydu?” dedi.
Bu sözlere Adalet
Partisi sıralarından büyük tepkiler geldi. ‘Senatör oldun daha ne istiyorsun?’
diye soran bir AP’li Yıldız’ın “Namuslu bir idare istiyorum, namuslu” yanıtını vermesi ortalığı daha da
gerginleştirdi. Bu arada AP
Milletvekillerinden Kasım Önadım’ın Tabii
Senatörlerden Haydar Tunçkanat’a “puşt” diye hitap ettiği, bunu duyan
kürsüdeki Ahmet Yıldız’ın da “Sülalendir, sülalen” karşılığını
verdiği duyuldu.
Tepkiler arasında
konuşmasına devam eden Ahmet Yıldız, Konya’da vilayete saldırı olduğunu,
camların kırıldığını ama ses çıkaran olmadığını belirterek, “Atatürk
heykelini dikmek için vali yalvarıyor, kaymakam yalvarıyor, diktiremiyorlar.
Samanlığa gidiyor. Bunlar ayaklanma değil mi? Atatürk düşmanlarına cesaret veren ve
Atatürk düşmanını Diyanet İşlerinin
başında hâlâ tutan Hükümet elbette ki huzur getirmez,” dedi.
Yıldız, sol
yumruğunu sıkan öğrenciyle beraber olup olmadığını soran AP Milletvekili İsmet
Angı’ya “Türk gençliğiyle birlikte olmaktan şeref duyarım” karşılığını
verdi. Angı sorusunu, “sol yumruğunuzu sıkmaktan da şeref duyuyor musunuz ?” diye
yineleyince Yıldız, “Solcu olmaktan şeref duyuyorum, yabancı uydusu olmayı onur
kırıcı buluyorum,” diye konuştu.
Ahmet
Yıldız’ın konuşması sırasında zaman zaman çıkan gerginlik henüz
yatıştırılmıştı ki, ikinci kez söz alan Turhan Feyzioğlu’nun Milli Birlik Grubu
üyelerine sataşması ortalığı yeniden karıştırdı. Ahmet Yıldız için, “Ben
solcuyum diyeceği yerde ben milliyetçiyim diye bağırmasını isterdim” diyen
Feyzioğlu, Tabii Senatörlerden Suphi Karaman’a da
“Türk ordusunun şerefli üniformasını taşımış bir insan olarak,
Çekoslovakya işgalini öven Mihri Belli’nin gazetesinde imzanızı görmekten
ıstırap duydum,” dedi. Bu sözlere CHP’liler ve Milli Birlikçiler büyük tepki
gösterdiler. Yer yer itişmeler, küfürleşmeler ve bağrışmalar arasında Feyzioğlu
sözlerini şöyle bitirdi:
“Partileri ne olursa olsun, sıfatları ne olursa
olsun bütün hürriyetçiler, bütün milliyetçiler, bütün Mustafa Kemalciler,
komünizme karşı birleşiniz!”
Demirel Kürsüde...
Daha sonra
Hükümet adına söz alan Başbakan Süleyman Demirel, TİP Milletvekili Rıza Kuas’ın
Sendikalar Yasasının görüşülmesi sırasında yaptığı konuşmayı hedef alarak, “Burada
bir sendikanın başkanı milletvekili, ‘bu yasayı çıkarırsanız Türk çalışma
hayatını kana boyarsınız, kanlı olaylar olur. Bu
tasarıyla Türk işçisinin elini kana bulamaya sevk ediyorsunuz’ diyor. Lastik –
İş Genel Başkanı Rıza Kuas bu kürsüden parlamentoyu, Millet Meclisi iradesini
zorla, kanla tehdit ediyor” dedi.
Kuas’dan sonra
Ahmet Yıldız’a yönelen Demirel, Tabii Senatörlük Kurumunu eleştirerek, “Dünyanın
hiçbir Anayasası milletlerin padişahlara ve hükümdarlara tanımadığı hakkı bir
takım kimselere hayat boyu parlamento üyesi olarak tanımıyor. 1969 seçim
bildirgemizde tabii senatörlük kurumunu kaldıracağımızı söyledik, tabii
senatörlük kurumunun demokrasiye yakışmadığını söyledik. Gayet açık
söylüyoruz, biz hukukun içinde kalan insanlarız, zorla iş görmeyiz. 301 milletvekili
ve 124 senatörü bulduğumuz gün (üçte iki çoğunluk) yoksunuz burada,
yoksunuz... Ahmet Yıldız için öfke baldan tatlıdır, kendisini o ölçüler içinde
değerlendiriniz. Ama söylediği sözler için şunu söylemeden geçemeyeceğim, çok
doğal o şekilde konuşacak, çünkü kendisi fuzuli şagildir, ” dedi.
‘Gereksiz
işgalci’ anlamına gelen ve o yıllar uzun süre kamuoyunun gündeminden düşmeyen bu
sözcük genel kurulda yeniden ortalığın karışmasına neden oldu. CHP’liler ve
Tabii senatörler sert tepki gösterdiler ve sıra kapaklarına vurarak Başbakan’ın
konuşmasını engellediler. Bu arada CHP Milletvekillerinden Yılmaz Alpaslan ve Orhan
Birgit’in Demirel’e “Asıl fuzuli şagil sensin” diye bağırdıkları
duyuldu. Başbakan’ın sözünü geri almasına ilişkin istekler yanıtsız kaldı.
Uzun süre tepkilerini sürdüren CHP’liler ve Tabii Senatörler daha sonra salonu terk
etmeye başladılar. Grubun topluca dışarı çıkışı sırasında “Hırsız
Başbakan, hırsız Başbakan” diye tempo tuttukları görüldü.
Tabii
senatörler ve CHP’liler tümüyle salonu terk ettikten sonra Demirel, “Kapıdan
çıkarken bağıranlara sözlerini aynen iade ediyorum,” diyerek konuşmasını
tamamladı.
Görüşmeler
sırasında hem Mehmet Ali Aybar hem de Fatma Hikmet İşmen kişisel olarak söz
isteğinde bulunmuşlardı. Ancak Başbakan’ın konuşması tamamlandıktan sonra
AP’liler tarafından verilmiş olan yeterlik önergesi oya sunularak kabul edildi.
Böylelikle Aybar ve İşmen’in konuşma olanağı kalmadı. Aybar’ın partisine
sataşma olduğu gerekçesiyle söz isteğine ise birleşimi yöneten Başkan Ferruh
Bozbeyli yanıt verme gereğini bile duymadı.
CHP’lilerin
daha önce verdikleri Sıkıyönetim süresinin 15 gün olmasına ilişkin önergeleri
reddedilerek Bakanlar Kurulu’nun bir aylık sıkı yönetim kararı onaylandı
Turhan SALMAN tarafından hazırlanan ve yakında TÜSTAV yayınları arasında
çıkacak olan TİP MECLİ.STE adlı kitaptan alınmıştır. |