|
|
Daha öğrencilik
yıllarında başlayıp yıllarca yaptığım sendikacılık işinin, (elbette, gene yıllarca içinde olduğum
sosyalizm mücadelesinin de) en önemli ve
görkemli günlerinden olan 15 / 16 Haziran
olaylarında Ankara’da başımıza neler geldiğini, o dönemin önemli sendikacıları,
günün( mana ve önemini)de en yetkin şekilde anlatacak başka arkadaşlarım olduğuna
inandığım için ben konuya başka türlü ilintilenmeye karar verdim. A.A.
SİVİL TOPLUM
SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ
Alev ATEŞ
Pakistan kaynaklı,
‘yoksulluğu yok etme’ projesinin Türkiye’de de uygulanmaya başlanması nedeni ile
tartışılmaya başlandığı günlerde, bu
konuyla ilgili olarak yapılan ve Prof.
Türkel Minibaş’ ın, Mithat Bereket’ in sorularını yanıtladığı bir programı
izledim. Ustaca sorulara, ayak üstü bile olsa ustaca yanıtlar verdi Minibaş. Ve
Pakistan kökenli “yoksulluğu önleme projesinin” kelin merhemi olsa kendi başına
sürerdi örneğindeki gibi Pakistan’a da hiçbir yararı olmadığını anlattı ve
yoksulluğun bu tür projelerle alt edilemeyeceğini, daha geniş bir vizyondan
bakılması gerektiğini yetkinlikle anlattı hepimize.
Pakistanlının
katıldığı başka programlarda da anlattığı ve
bazı ülkelerde uygulandığını ileri sürdüğü (ABD ve bazı Avrupa ülkelerinde de
uygulanıyormuş) bu proje; yaşamak için gerekli olan asgari kazancı bile olmayan çok
fakir insanlara belli miktarda kredi açarak, küçük de olsa bir iş kurabilmelerine
olanak sağlamak, böylece de yoksulluğu
azaltma esasına dayanıyormuş. Türkiye’ de, Diyarbakır üs olarak ve pilot bölge
seçilmiş ve “İsrafı Önleme Vakfı” diye bir vakıf aracılığı ile proje hayata
geçirilmeye başlanmış. Bu uygulama sonucunda günlük kazancı bir (1) doların
altında olan vatandaşlarımız kendilerine sağlanan bu “ ilk birikim” le çalışkan
minik ,,minik kapitalistler haline dönüşecek ve bu “saadet
zincirinin” tüm yurtta uygulanması yoluyla yoksulluk ortadan kalkacakmış.
Bütün aklı
başında, angaje olmamış iktisatçılar gibi Prof. Minibaş da böyle projelerin
yoksulluğu ortadan kaldıracak yapılar olamayacağını anlattı ayak üstü de olsa. Bu tür projeler Profesöre göre; “onların
(siyasi islam mı ? a.a.) kendilerine
yoksullar arasından yandaş sağlamaya yönelik yapılanmalardır, içtenlikleri
yoktur.” Bu tanımlamaya ben de aynen katılıyorum.(Zaten bu adamların SİCİLİ
LEKELİ. Sevap işleme kisvesi altında kurdukları yemek çadırları bile muktedir olma
yolunda kendilerine yandaş sağlamak içindir.)
Ama işin
bundan sonrası biraz karışık. Çünkü Mithat Bereket sorusunu patlattı; “peki o
zaman yoksulluk nasıl yok edilecek ?”. Bu can alici soruya Sayın Minibaş’ın
verdiği yanıt aslında tüm solun uzun zamandır içine düştüğü açmazın bütün olumsuz elemanlarını kapsıyordu. Öncelikle,
Minibaş “Devletçiliğin yoksulluğu hiçbir şekilde önleyemediğini, devletçiliğin
bu konuda yeniden denemesinin hiç bir işe yaramayacağını ileri sürdü. Çözüm
önerisini anlatırken de önce kartvizitinde ‘Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği 2.
Başkanı’ yazdığını belirtti. ÇYDD hepimizin yakından takip ettiği ve
övündüğü bir sivil toplum kuruluşu. Bu kuruluş Minibaş’ in anlatımıyla,
“beş- on koyun alıp yoksul ailelere veriyor ve onların çocuklarını okula
göndermeleri koşulunu da getirerek onları üretici kişiler haline” sokuyormuş.
Gerçi herkes çok görkemli çalışmalar yaptığını biliyor bu kuruluşun. Fakat
ayaküstü elbette bu kadar anlatılabilir. Vahim olan bundan sonrası. Çünkü Prof.
Minibaş’ a göre böylesi organizasyonlar devletin yapamadığı işleri yapacak (yani
yoksulluğu yok edecek) aygıtlarmış. Bir model olarak benimsenmeliymiş. Oysa olaya
böyle yaklaşıldığında daha da basitleştirerek söylersek, “interconnecte” sisteme ‘kaliteli’ elektrik transferine benzemektedir. Sistem bu yaklaşımları ezer geçer. Sırf bu
nedenle bile îktidara yönelik olmayan muhalefet örgütleri olmak özelliklerini bile
yitirirler.
Bu tür
örgütlenmelerin, modern iktisatçılar açısından bir anlam ve önemi vardır belki
ama, modern zamanların solculuğu bile “iktidar” perspektifi olmayan sivil
örgütlenmeler zinciri ile kurtuluşu olanaklıymış yanılsaması yaratacak teoriler icat etmemelidir.
Bu tür
yaklaşımların bir diğer önemli tehlikesi (ya da yararı), sizinle ayni
enstrümanları, üstelik de sizi taklit
ederek kullandıklarında, ortaya çıkan acımasız benzerliğin, bir boşluk içinde olduğunuzun kanıtı
olmasıdır. Yani Türkçesi ile israfı koruma Vakfı ile, Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneğinin amaçlarını çok açık biçimde aynileştirmiş olursunuz. Bu yaklaşım
sizin kuramsal yanlışınızı ortaya çıkarır ama öte yandan çok doğru bir tespitle
“siyasi islama” yandaş sağlayacak organizasyonlara da meşruluk kazandırır. Bu
durumda ‘onları’ sadece “Sicili bozuk” olmakla, “takiyecilikle” itham
edebilirsiniz. Eh, başkalarını “senin sicilin bozuk” diyerek karalamak çok da
ahlaki olmasa gerek. Eğer siz yoksulluğu sivil toplum kuruluşları ile yok
edebileceğinizi düşünüyor ve kuramınızı buna göre oluşturuyorsanız,
başkasının neden bu yolu kullanmasının sakıncalı olduğunu kanıtlamanız ve
karalamanız olanağı olmaz.
Bu
çözümsüz çelişkiyi bir kenara bırakıp, tam şu an da; denize düşmüşlerin
sarılacağı bir dal parçası gibi göstermek istedikleri ve bunun için tüm medyayı
ve devleti (Valilik destekli bu işler) kullandıkları
“yoksulluğu önleme” projelerinin, neden toplumsal bir kurtuluş projesi
olamayacağını, “sivil toplum” kuruluşlarının böyle misyonlarla
donatılmasının yanlış olacağının anlatılmasını beklediğimiz kişi
ve kuruluşların neden bu açmazın içine düştükleri sorusu bizim için esas sorudur.
Yoksa ben Prof. Minibaş’in bu ayaküstü konuşmalarını yanlış anlamış
olabilirim, onun sivil toplum kuruluşlarını “ikame” etmek gibi bir niyeti yoktur
da, sözcüklerden tasarruf ederken ortaya çıkan bir anlam kaymasıdır vs...vs... yani
kısaca sorun kişilere değil özünde son yıllarda (boyuna başımıza kakılan SSCB
modeli nedeniyle) dozu iyice artırılan ve sosyalist solu da utangaçlık içinde
"devletçilik kötüdür" söylemine iten teorik zaafımızın irdelenmesine
bağlıdır. Ve Minibaş’ in söylediklerinde esas ürkütücü olan da bu söylemin
önemli ölçüde sol aydının da temel paradigması haline gelmesi, ve yanlış çözümler aramaya neden olmasıdır.
l.
Hollywood Mantığı :
Sistem (kapitalizm)
mükemmeldir, ama içinde kötü adamlar çıkabilir
Sistem
(sosyalizm) berbattır ama içinden iyi adamlar çıkabilir.
Şimdilerde
bu mantığa uygun olarak sosyalist solun temel belgisi olan “devletçilik”,
kapitalizmin ekonomi politiğine uygun kavramlarla yargılanarak yanlış bir yönelim
olarak gösterilebilmektedir ? Öncelikle bu
yanılsamaya dikkat etmek gerekir. Marksist
Sol ; “Anadolu solu, merkez sol, sosyal demokrasi, Baas solculuğu, üçüncü dünya
solculuğu, Pekin sosyalizmi vs..vs.”gibi ne idiğü belirsiz söylemlerin paradigmaları ile yola çıkamaz.
Onun tartışma alanı elbette kapitalizmin vardığı aşamanın eleştirisi ile
olanaklı olur. Ama değişmeyen tek temel yargısı vardır: “Devletin temelinde
eşitlik ve özgürlük eş zamanlı ve eş anlamlı olacaktır. Bunu belki, kapitalizmin
işlevselliğini liberal insani değerlerle genişletebilmek için “insan hakları”
savunucusu olma aşamasına denk düşürmek isteyen de olabilir. Ama burada sosyalist
teorinin ayırıcı bir yönünü unutmamak gerekir. Çünkü sosyalizmin
"teorik” olarak, insan haklarına dayalı değil, insan hakları temeli üzerinde
oluşması gerekir. Malum devlet kendine özgü ve yeniden kurulacaktır. Teorinin bu
özelliği bir kenara itilerek, devrim sade suya tirit bir sosyolojik kategoriye
indirilince sorun da ortaya çıkmıştır. Pratiğimizin
temeline konulacak veriler bu içerikleriyle tartışılmalıdır.
SSCB bu eşitliği gerçekleştiremediği gibi bunu tartışacak “sivil toplum”
kuruluşlarını da zararlı ilan ettiğinden yıkılmıştır. Şimdi dünya devi olarak
en hızlı kalkınan Çin buna benzer nedenlerle oligarşisine karşın kabuk
değiştirmektedir. Ama ayni nedenlerle yıkılırsa bu çok da şaşkınlık verici
olmaz. Çünkü teori yaşama uygulanmakta ve yanlışı doğrusu ortaya
çıkmaktadır. Sistemlerin yıkıma
uğraması da bu temel gerçeği reddetmesinden kaynaklanmıştır. Tam bu noktada,
kapitalizmin devleti kullanımı ile, sosyalistlerin devleti kullanımı arasında fark
vardır demenin abesliğini yaşıyorum ama, ne yazık ki iki de bir bunu anımsatmak
gerekiyor. Zira kelimelerin hep kapitalizmden yana kavramlar haline sokulmalarını ve
böylece doğru olabildiğinin zorlanması / dayatılmasına boyun eğmiş durumdayız. Kapitalizmin kendini var etmesi ve yürütmesi
sürecinde geçilen, arza dayalı ekonomi, talebe dayalı ekonomi, liberal-sosyal ekonomi
gibi aşamalar kapitalizmin kendi pratiğini en sakıncasız şekilde üretmesinden
kaynaklanır. Bunalımları yaratma ve aşma kapasitesinin dayandığı veriler,
bilimsellik dışında pratik içinde üretilen çözümlerdir. Birikime gereksinim
vardı, devlet fakirden aldıklarını bu yolda kullanır, gerekli birikim
sağlanmıştır ve artık devletin
“haksiz” rekabeti ortadan kalkmalıdır. Birikimin daha büyümesi, kendini yeniden
üretmesi için sınırlar dışına
taşınması gereklidir ya da başka ülke kaynaklarının içeriye aktarılması
gerekmektedir bu süreçte, bu da devlet güvencesi ve silahı ile yapılmalıdır.
Eşitsiz gelişime karşı kitlelerin baskısı dayanılmaz hale gelince, devletin
“sosyal” içeriği olduğu hatırlanır, insanlar sigorta edilir, güvenceleri
varmış gibi ellerindeki her şey yeniden ellerinden alınır. Ama bir suskunluk dönemi
başlayınca birden anlaşılır ki “sosyal” devlet aslında kocaman bir “kara
delik” miş. Böylece yeniden devlet küçültülmelidire gelinir ve
insanlar buna inandırılır. Kısaca, kimimizin teorik olarak bildiği kimimizin bizzat
yaşayarak öğrendiği ‘şey’, paranın belirlediği süreçler zincirinin
sürdürüle geldiğidir. Burada krizleri aşma becerisinin aslında her krizin
daha büyük krizlere evrilerek aşılmasının adı olduğu gözden kaçırılmaktadır.. Bu tür gelişimler hep “paranın kapitalisti”
yönettiği gerçeğinin somut sonuçlarıdır ve hatta
teorisine Nobel verilerek dayanakları pekiştirilir. Devlet, kapitalist üretim
biçiminin yarattığı ilişkilerin önüne geçtiği zaman zayıflatılmalıdır, ya da
paranın evrensel hareketine göre silahlı gücü artırılmalıdır. Ayak bağı olan
ilişikler kırıla döküle, “reformlar” yapa boza, demokrasinden faşizme uzanan
salınımlar içinde bir aygıttır devlet. Bu süreçler zinciri ve kapitalizmden
devralınan devlet modeli, sosyalist uygulamaları da batırınca tüm çürümüş
payandalar çeliğe dönüştürülür, en azından buna fırsat ve zemin hazırlanır,
gerekçeler güçlendirilir. Yaşanan pratiği, geçmişimizdeki yanılsamalarımız
nedeniyle çözemediğimiz problemlerin çözümsüzlüğünün kanıtı olarak
kabullenmemiz de çok daha kolay olduğundan, yeni yanılsamaları tereddüt etmeden
kullanarak kendimizi aklamak yolunu tutarız. Bunun elbette bir adı vardı ama bu çok
etiksel bir tanımı kapsamaz. O nedenle, ayaküstü bir söyleşinin kişiyi bağlayıcı
hiçbir yani olmadığını ama çok daha genel olarak oluşturulmaya çalışılan “
post-moderniteye” uygun ‘sol’
yaklaşımların temel dayanağı yapılmak istenen konuya yönelmek istiyorum. Çünkü
,kapitalist ekonomi-politik içinde çözüm arıyorsanız;post-moderniteye karşı da
olsanız, yandaşı da olsanız, devlet/devrim sorunsalının çözümün de abesle
iştigal etmek yani utangaç bir post-modern sola kılıf aramaktan öteye geçemeyen bir
çaresizlik içindesinizdir. Örneğin bende
de ‘saplantı’ haline gelen “örgüt
demokrasisi” sorunsalına bağlı olarak bu işi yapmak tek doğru yoldur.
ll.
Sürekli ve hızla tekrarlanan sözcükler dehşetli bir anlam kaymasına uğrar ya...
işte yazı yazmaya oturunca kendimi bu tekrarları yazarken buluyor ve dehşetli
sıkılıyorum. Hani ‘para’
sözcüğünü hızla ve sürekli söyleyince nasıl ‘arap’ olarak anlaşıldığını
bir düşünün. Söyleyen de doğru bir sözcüğü yinelemekte ama anlayan da
algıladığı biçimiyle sözcüğü kabullenmektedir. Özcesi söyleyen de doğrudur,
anlayan da.... Bizim şimdi içine düştüğümüz durumu buna benzetiyorum. Bunu
bildiğimize göre anlatımı yavaşlatalım mı Öylesi
de bıkkınlık verici bir malumatfuruşluğa dönüşüyor. En azından benim için öyle
oluyor. Durum böyle olduğuna göre “Dinleyen anlatandan arif olsa gerek” diyerek
özetlemeye devam edelim.
lll.
Devlet ve bürokratik bir parti hantallığın iç içe geçmiş olmasının yarattığı
sapmaların nelere mal olduğunu yakın geçmişimizle iyice öğrendik. Partinin ve
sendikaların devletten bağımsız denetim organları olamamalarının ve sivil toplum
örgütlenmelerinin yasaklanmasının nelere mal olduğunu yaşayarak öğrendik.
Öylesine öğrendik ki, kapitalist ekonomi politiğin “devletçi ekonomi insanlık
için kımıl zararlısıdır” tespitini onlardan birkaç adım öteye geçerek
sosyolojik bulgular üzerine oturtma çabalarına giriştik. Kimiz İnadına Marksizm
doğrultusunda çözüm aramaya devam ediyorsa da, tüm eski solcuların neden TV
ekranlarında, üniversitelerde, gazetelerde, “bilir kişi” “akil adam” muamelesi
gördüklerini sanıyorsunuz ? Örneğin hepsi eski solcu olan ve dayanakları
yıkılınca altında kalan sendikacı dostlarımız ya da gazetecilik yapan
dostlarımız, bir sempozyum düzenleyip Türk-İş ‘in tek adam gibi sendikası olan
Gazeteciler Sendikasının yalnızlaştırılmasını (en kibar deyim bu) artık
sendikacılığın “uzlaşmaz” niteliğinin kalmadığını patronla birlikte el ele
kurtulmak gerektiğini karar altına almışlar. I5
- 16 Haziran tarihine denk düşürülen bu toplantı ile, sendikalar mavi bayrağı hak
etmiş, sivil toplum örgütü haline sokularak, belkemiksiz aydın tiplerinin aslında
tüm muhalefet örgütlerini nasıl parçaladıklarının kanıtı olmuştur. Bu
sendikayı örnek olarak üyeleri en entelektüel kesim olduğu için verdim.Çok daha
çarpıcı bir örnek ise,özelleştirme karşıtı binlerce işçi ayaklanmış olduğu
ve onlarca STK işçileri desteklediği halde ,işçiler örgütsüz oldukları için ve
sendikaları da devrimci bir perspektiften yoksun olduklarından yenilmeleri mukadderdir.
15-16 haziran olayları olumlu sonuç verdiyse ,bunu ; kendini sınıf örgütü olarak
niteleyen,dünyaya bu pencereden bakan partilerin-sendikacıların oluşuna
borçludur.(bk.Meclis konuşmaları,TİP Tarihi...vb,vb,vb...)
Sivil toplum
kavramının aydınlanmanın bir ürünü olduğu bilinir. Dini baskıcı iktidarlardan,
aristokrasinin burjuvazi ile yüzleşmesinde ve bu süreçte tartışma alanı haline
getirilen felsefenin ilgi alanındaki devlet / iktidar ilişkisinin yarattığı sivil
toplum - devlet ayrışmasından ve ilişkisinden söz etmiyoruz burada. Doğrudan
doğruya, felsefeden koparılmış sosyolojik bir olgu haline getirilen sivil toplum
örgütlerinin ‘kişiye özel alanlar’ olarak devletten ve dünyevi hale gelen iktidar
olgusundan ayrılmakla oluşmasından söz ediyoruz.. İktidara yönelik olarak,
kapitalizmin kendine özgü yöntemlerinin karşısında burjuvazinin iktidarını
yadsımayan, kabul eden ancak kişinin özgürlüğü ile bağdaşmayan yönlerini
gerçekleştirecek bir liberal ilişkiler oluşturulması düşüncesi ile ‘sivil
toplum’ kuruluşları ortaya çıkmıştır. Zaten bence sosyalizmin insanın kendine
özgü ilgi alanlarını oluşturmak, korumak
yolundaki örgütlü mücadelesi anlamına
gelen sivil toplum kuruluşlarına “reel” olarak
yaklaştığını ileri sürüp, bunları sosyolojik disiplinle biçimlendirilen kadiri mutlak parti anlayışı
içinde “gereksiz” örgütlenmeler olarak
görmesi en vahim tarihi hata olmuştur. Bu denli vahimdir çünkü aslında bu
örgütlenmelere karşı çıkmak, düzeni korumak adına muhalif sesleri susturmakla
paralellik göstermektedir. İşte bu sosyolojik anlamı ile de olsa; iktidara yönelik olmayan, tümüyle insanın
kendine özgü alanlar oluşturmak için bir araya gelmesi ile oluşan örgütlere karşı
çıkmak ne denli abesse, bunlara iktidarın toplum yararına yapacağı işleri yüklemek
de o denli abestir.
lV.
Sivil toplum kuruluşlarının tümü, demokratik bir hak olarak ortaya çıkmış
olduğundan temelde insan hakları olgusundan da ayrılmaz. Bu nedenle de dünyevi veya
uhrevi tüm iktidar biçimlerinin karşısında olmak özelliği taşımak zorundadır.
İktidarın her hangi biçimini desteklemek için sivil toplum örgütü oluşturulmaz.
Yani iktidarın yanlışlarla dolu eğitim politikasının içinde onu destekleyen değil,
onun eğitim anlayışının dışına çıkacak eğitim kurumlarını oluşturmak için çalışmak esastır. {ÇYDD ‘nin önemi
de 1950 den beri şu veya bu şeklide kullar
yetiştiren sisteme karşı insanın kendini koruması için eğitim demesinden
kaynaklanmıyor mu ?} Bunun
açılımı ise, sivil toplum kuruluşlarının aslında insanın kendini
gerçekleştirmek istediği alanlara (demokrasi, insan hakları, ormanları korumak, laik
eğitimi gerçekleştirmek, silahlara karşı çıkmak,
güvercinleri sevmek, kısaca aklınıza gelen her hangi bir platform...)
iktidarın ivme sağlamasını sağlamak için yapılan çalışmanın adıdır.
Burjuvazinin tüm toplum üzerindeki hegemonyasını sağlamanın aydınlanma sürecinde
konmuş adıdır: Sivil toplum; Yoksa
iktidara gidiş aygıtlarının adı olmadığı gibi, bunların yerine ikame edilecek
şeyler de değildir. İktidar projelerinin dışında oluşurlar. Bu anlamıyla,
isterseniz yoksullara kuzu-koyun veya mini krediler dağıtırsınız. Bunu kimi dünyevi
iyilik severlikle yapar kimi de uhrevi güdüleriyle yapar. Uhrevi güdüleri ile
yapanların gizlemedikleri niyetleri, dini bir iktidar biçiminin temellerinin oluşturmak
(yandaş sağlamak) yolundaki çalışmalardır. İşte bu bağlamda “reel sosyalist”
teorilerle büyük bir benzerlik gösterirler. Birisi iktidarını gerçekleştirmek için
dünyevi olana sosyo-politik aygıt ve kavramları kullanmak ama bunlara uhrevi bir mana
ve köken oluşturmak diğeri ise mutlak iradenin iktidarını meşrulaştırmak için
idealist kavramları dünyevi (materyalist) mana
ve kökene bulamak zorundadır. Bunların gerçekleştirilmesi için “tarikatlar” ne denli sivil toplum örgütü ise
“sendikalar” da o denli sivil toplum örgütüdür. Tarikatlar da, sendikalar da
iktidardan ve iktidarı ele geçirme aygıtlarından bağımsız, insanın kendini
gerçekleştirdiği alanlar değildir. İktidara yönelik veya iktidar için mücadele
aygıtlarıdır. Vahim olan bunları birbirine karıştırarak, toplumun iktidar projesi
üretmek zorunda olan ve bunun için örgütlenmesini alabildiğine (kendi muhalefetini de
kapsayacak biçimde) geliştirmek zorunda olan “sınıflar” in cephaneliğinden hırsızlık yaparak anlam
kaydırmasını “ilericilik” adına
ortaya sürmektir.
V.
Sonuç için son bir söz : Daha önce sözünü ettiğim anlam (para-arap hikayesi)kaydırmasına entelektüel
boyut ve ve tezinize haklılık
kazandıracak, din devleti peşindekilerin cephaneliğine malzeme olacak biçimde,
Montesquieu, Locke, Hegel, Marx, Engels, Rousseau, Grasci, Weber ve daha bir çok düşünürden alıntılarla {Devlet-İktidar-Sivil Toplum} ilişkilerinin
analitik yapısına yönelik, kuramsal kurgular yapabilirsiniz. Biz bunun tartışmasını
kendini sivil toplum kuruluşu ilan eden TÜSİAD’ ın Marx’ı dışlayan ders
kitaplarını yazanlara bırakıyoruz. Tartışmaya açtığımız bizzat sosyal
demokrasinin yarattığı İskandinav türü sivil toplum anlayışı. Yani demokrasinin “ideolojilerin” kendini
özgürce ifade etmek ve gerçekleştirmek yolunu içeren bir kurumsal yapı olmanın
ötesinde kendisi için ideoloji olduğunu varsayanlarla.
Dolayısıyla demokrasiyi regüle edecek kuruluşları gerçek yerlerinden
öteye taşıyıp kutsayanlarla.
Demokrasiyi
içselleştirmiş siyasi örgütlerin işi ise başka kurumlara yüklenemez,
yüklenmemelidir.
Konu
daha bitmedi....... |
|
|