|
|
MEHMET ALİ AYBAR GENSORU VERİYOR
TBMM TUTANAKLARI
Olayların tartışıldığı TBMM Birleşik toplantısında konuşma olanağı
bulamayan Mehmet Ali Aybar, Millet Meclisi Başkanlığına bir önerge vererek, Başbakan
ve İçişleri Bakanı hakkında olaylarla ilgili olarak kamuoyunu yanıltıcı
açıklamalarda bulundukları gerekçesiyle gensoru açılmasını istedi.
Aybar’ın
önergesi Millet Meclisi’nin 107. birleşiminde okunarak
genel kurulun bilgisine sunuldu. 22 Haziran 1970 Pazartesi günü toplanan 108.
birleşimde de Anayasa ve İçtüzük gereği öncelikli olarak ele alındı. Mehmet Ali
Aybar’ın önergesi şöyleydi:
"T.B. M.
Meclisinin 17.6.1970 günü yaptığı toplantıda, Başbakan ve İçişleri Bakanı,
İstanbul ve Kocaeli’nde bir kısım işçilerin 274 ve 275 sayılı yasaların bazı
maddelerini değiştiren tasarılara karşı, protestoda bulunmak üzere harekete
geçmelerini ve polisin buna engel olmak istemesi üzerine de, üzücü olayların
cereyan etmiş olmasını, bir ayaklanma olarak nitelemişlerdir. Bir ayaklanma
karşısında bulunulduğuna ve Sıkıyönetim ilanının haklılığına Yüce Meclisi
inandırmak için, Başbakan ve İçişleri Bakanı işçi kalabalığının en az 40
bin kişi olduğunu ve bunların bellerinde tabancalar bulunduğunu iddia etmişler ve
asıl maksadın 274 ve 275 sayılı yasaları protesto değil, ideolojik amaçlarla bazı
önemli merkezlerin ele geçirilerek hayatı felce uğratmak olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Bu iddialarına başlıca kanıt olarak da, nerede ne zaman yapıldığı
açıklanmayan ve DİSK Genel Başkanına atfedilen bir konuşmadan cümleler
okumuşlardır. Bunlara göre DİSK Genel Başkanı, karşılarına polis değil asker
çıkarılacağını fakat kim çıkarsa çıksın savaşılacağını, gerektiğinde
fabrikaların dinamitleneceğini, arkadaşları yakalanırsa, bunlar nerede gözaltına
alınmış olurlarsa olsunlar, buraları basılıp kurtarılacaklarını ifade
etmiştir.
Ne var ki, sıkı
yönetim kararının onaylanmasında ağır bastığı kuşkusuz olan ve DİSK Genel
Başkanına atfedilen bu açıklamaların düzmece olduğu kanısını veren yeni bir
faktör ortaya çıkmıştır. Gerçekten Başbakanla İçişleri Bakanı bu kürsüden
DİSK Genel Başkanını suçladıkları sıralarda, İstanbul Savcılığı
tutuklanması istemi ile Türkler’i nöbetçi sulh ceza yargıcı önüne çıkarmış,
yargıcın tutuklama kararı vermemesi üzerine, Asliye Ceza Mahkemesine başvurmuş,
fakat burada da bir sonuç alamamıştır. Normal mahkemeler Türkler’in
tutuklanmasını gerektirecek bir neden görmemişlerdir ve Türkleri serbest
bırakmışlardır. 18 Haziran tarihli Cumhuriyet Gazetesinde haber su şekilde
verilmiştir: ‘Göz altına alınanlardan DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler,
Sıkıyönetim mahkemeleri henüz oluşmadığından savcılıkça tutuklanması
talebi ile nöbetçi sulh ceza mahkemesine verilmiş ve serbest bırakılmıştır.
Savcılık daha sonra bir üst mahkeme olan nöbetçi asliye ceza mahkemesine müracaat
etmişse de bu mahkeme de serbest bırakılması kararını almıştır. Kemal
Türkler göz altında tekrar Davutpaşa kışlasına götürülmüştür.’
Hiç kuşku yoktur
ki, Başbakan ve İçişleri Bakanının, Kemal Türkler’e atfettikleri sözlerde
gerçek payı bulunsaydı, normal mahkemeler DİSK Genel Başkanını serbest
bırakmazlardı. Çok ağır bir olay karşısında bulunduğumuz muhakkaktır.
Başbakan Demirel ve İçişleri Menteşeoğlu Yüce Meclisi ve kamuoyunu yanıltacak
açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu olay, Başbakanın Anayasa çizgisi gerisinde
bulunan, Anayasaya ters düşen düşünüce ve davranışlarının ilk görüntüsü
değildir. Başbakan iktidara geldiği günden beri Anayasaya aykırı bir politika
izlemektedir. Anayasa Mahkemesi’nin kararları, Danıştay’ın kararları, özerk
üniversitelerin tutumları, bazı muhalefet partilerinin direnişleri, kendi
paralellerinde olmayan basının, gençliğin davranışları, hiçbir uyarı, Başbakanı
ülke zararına izlediği ve Anayasaya ters düşen politikadan vazgeçirememiştir.
Başbakan, bütün
huzursuzlukların, bütün ters işlerin odak noktası olmuştur. Anayasa düzeninin
yolunu tıkayan ağır bir vücut haline gelmiştir. Yolun açılması, her şeyden
önce bu vücudun yarattığı tıkanıklığın saf dışı edilmesine bağlıdır.
Bu
nedenlerle Başbakan ve İçişleri Bakanı hakkında Anayasanın 89. maddesi uyarınca
gensoru açılmasını talep ediyorum.”
Aybar
Konuşuyor...
Önergenin
okunmasından sonra Mehmet Ali Aybar önerge sahibi olarak söz aldı:
“Türkiye’mizi
saran kriz, sıkıyönetim ilanı ile çok daha ciddi bir safhaya girmiştir kanısını
taşıyorum. Gerçekten, sıkıyönetim ilanını, acz içine düşmüş Hükümetin,
idareyi, Anayasanın şekli varlığı korunarak askeri yönetimlere devri biçiminde,
yani Türkiye’ye özgü bir ‘Yahya Han rejimi’nin uygulanmasına ilk adım olarak
değerlendiriyorum.
Bilindiği gibi,
Anayasamız sıkıyönetim ilanını dört koşula bağlamıştır. Hükümet bu
koşullardan bir tanesini, yani ayaklanmanın varlığını iddia etmek suretiyle
sıkıyönetime karar vermiş ve Yüce Meclisi de bu hususta ikna ederek, yani
Kocaeli’nde ve İstanbul’da gerçekten bir ayaklanma olduğuna inandırarak, Yüce
Meclisin bir kısmından, çoğunluğu oluşturan bir kısmından onay kararı
almıştır.
Yalnız
İçişleri Bakanının ve Başbakanın sözlerini, bu kürsüden ifade ettikleri
olayların anlatımını incelemek ve kendi mantıkları içindeki çelişkiyi görmek
bile, ne İstanbul’da, ne de Kocaeli'nde ayaklama denecek bir olayın olmadığını
anlamak için yeterlidir.
Gerçekten, gerek
Başbakan, gerek İçişleri Bakanı 15 ve 16 Haziran günlerinde işçilerin işlerini
terk ettiklerini, pankartlarla, dövizlerle, ellerinde sopalarla, İçişleri Bakanının
ifadesine göre ayrıca bellerinde tabancalarla yürüyüşe geçtiklerini bildiriyorlar.
Ama, olayların ilk günü, yani 15 Haziranda, eğer Haymak Fabrikasının saldırıya
uğraması olayı bir yana bırakılırsa, ciddi ve kayda değer bir olay olmadığı bu
açıklamalardan anlaşılıyor. Emniyet kuvvetleri, işçi yürüyüşünü yalnızca
izlemekle yetinmişler Hava Kuvvetlerinin keşif uçakları da aynı şekilde
yürüyüşü izlemekle yetinmiştir. İşçi yürüyüş kolları kadınlı erkekli
Maltepe’deki Tekel Fabrikasının işçilerini de aralarına davet edip, katmışlar ve
böylece Haymak Fabrikasının önüne gelmişlerdir.
İçişleri Bakanı
dediler ki; ‘biz, olayı bir gün önceden öğrenmiştik ve Haymak Fabrikasının
önünde bir tabur askerle, güvenlik önlemi almıştık.’
Şimdi,
önce akla bir soru geliyor; her yerde emniyet kuvvetleri işçi yürüyüş koluna
müdahale etmiyorlar, yan taraftan izliyorlar. Haymak Fabrikasının önünde askeri
birlikler baraj kuruyor. Niçin? Tabiî böyle bir barajın kurulup kurulmadığını,
İçişleri Bakanının sözlerine dayanarak söylüyorum, ben kurulup kurulmadığını
bilmiyorum. Acaba, bu Haymak Fabrikasının özel bir korumaya alınması, özel bir
amaca mı dayanıyor? Basından öğrendiğimize göre, Haymak Fabrikasında
Başbakanın biraderlerinin yüzde 10 hissesi varmış..(AP’li İhsan Ataöv
‘Allah belanı versin’ diye bağırırken, Ahmet Buldanlı da, ‘Ne sahtekarsın be..
seni bile koruyorlar’ diyor) Şimdi, sormak
gerekir, Devletin fabrikası, yani Tekel Fabrikası özel olarak korunmamış, ama
Haymak Fabrikası korunmuş ve çatışma da orada çıkmış, ilk gün kayda değer
başka bir olay meydana gelmemiş.
Burada dikkat
edilecek nokta; işçiler yürüyüş yapmışlar, yürüyüşleri yasanın formalite
bakımından yerine getirilmediği kanısını veriyor. Onun da aslını bilmiyorum,
önceden izin almışlar mı...(AP’li Halil
İbrahim Cop, ‘Bilmediğin şeyin üzerinde neden soru açıyorsun?’ diye soruyor) Şimdi
çok şeyleri burada görüşeceğiz, izin veriniz, sessizce dinleyiniz. Görüyorsunuz
ki, bilip - bilmediğim, emin olup - olmadığım konuları ayırıyorum.
Kabul edelim ki
işçiler, 15 Haziran’da izin almadan bir yürüyüş yapmışlar. Bu, yasanın usul
yönünden ihlalidir. Yani, yasanın öngördüğü bazı formalitelerin yerine
getirilmemesi gibi bir ihlaldir. Yani, yasanın ihlali her zaman aynı ağırlıkta olmaz.
Örneğin; bir öldürme eylemiyle, zamanında harcı yatırmamak eylemi yasanın
ihlalidir, ama ağırlıkları eşit değildir.
Benim dikkati
çekmek istediğim konu; ilk gün işçiler işlerini bırakmışlardır, terk
etmişlerdir; denilebilir ki, bu yasadışı bir harekettir. Çünkü grevin koşulları
vardır, bu koşullara uyulmamıştır. Doğru. Sokağa çıkmışlar, yürüyüşe
geçmişlerdir, denilebilir ki, izin alınmamıştır. Evet bu da yasa dışı bir
harekettir. Ancak, bu yasadışı hareketlere, yasalarımız bazı yaptırımlar
koymuştur, bu yasadışı eylemleri bazı yaptırımlarla karşılamıştır. Bu
yaptırımlara bakarsak, bunlar para cezası ve hafif hapis türü cezalardır. Demek
ki, gerek Başbakanın ve gerek İçişleri Bakanının sayılarını 40 bin olarak
ifade ettikleri bir işçi kalabalığı, yasadışı olarak işini bırakmış ve
yasadışı bir yürüyüşe geçmiş ise, buna yasayı uygulamak etmek, her halde
bunların yolunu kesmek değildir. Çünkü, tedbirli bir Hükümet, 40 bin kişilik bir
kalabalığın yolu kesildiği zaman, her halde yasanın, hafif para cezasına veya
hapse mahkum etmesi gereken suçluların tepkileriyle, çok daha büyük bir olaya neden
olacağını önceden kestirir. Zaten, Hükümet etmek, bu gibi işleri kestirmektir,
böyle işleri önceden bilmek ve buna göre bir politika izlemektir. Ama, görüyoruz ki,
15 Haziran’da Haymak Fabrikasının saldırıya uğraması dışında, kayda değer
bir olay çıkmamış.
16 Haziran’da
yine işçiler islerini terk etmişler ve yürüyüşe geçmişler. Bunların bir
kısmı Kartal’dan hareket etmiş, bir kısmı İstinye’den hareket etmiş, bir
kısmı da Bakırköy’den hareket etmiş, (bunları, Başbakanın ve İçişleri
Bakanının açıklamalarından öğrenmiş bulunuyorum) ama, idare bu defa bir gün
önceki tavrı takınmamış. Ne yapmış? Yolları zırhlı birliklerle kesmiş,
polisi, jandarmayı harekete geçirmiş ve yürüyüş kolunda bulunan işçilerle,
emniyet kuvvetleri arasında bazı noktalarda çatışma başlamış. Olayların
gazetelerdeki fotoğraflarına baktık; bu olaylarda, Türk askerinin süngü taktığı
ve tüfekle işçileri kovaladığı fotoğraflarda görülüyor. Yine bu
fotoğrafların bir kısmında, toplum polisinin yukarıya doğru değil de hedefe ateş
ettiği görülüyor. Nitekim ölen üç işçinin üçü de bildiğim kadarıyla
kurşun yarası alarak ölmüştür. Esefle kaydedeceğimiz bir polis memurunun
ölümü ise, başına sert bir cisimle vurulmak suretiyle meydana gelmiştir. Bu da
gösteriyor ki, işçiler silah kullanmamışlardır. (İçişleri Bakanı
Menteşeoğlu, ‘Ya öteki yaralılar?’ diye soruyor) Öteki yaralılar üzerinde
eğer ateşli silahların mermileri varsa, bu mermilerin beylik silahlardan çıkıp
çıkmadığı mutlaka uzmanlara incelettirilmelidir.
Şimdi Hükümet
der ki: ‘Bu bir ayaklanma idi.’ Ayaklanma, bizim bildiğimiz kadarıyla, ülkenin bir
bölgesinde gittikçe genişleme eğilimi gösteren ve amacı Hükümeti devirmek olan
ihtilalin bir ilk adımını oluşturur. Ayaklanma, bu demektir.
Ayaklanma eylemli
bir durumdur. Anayasamız da bunun üstüne basmış, demiş ki, ‘ayaklanma olursa veya
vatan veya Cumhuriyet aleyhinde, eylemli ve gerçek bir girişimin meydana geldiği
gözlenirse..’ Demek ki, Anayasamız eylem aramış, söz değil. Ayaklanma da söz
değildir, eylemdir.
Şimdi
ben yine olayları Başbakanın ve İçişleri Bakanının bu kürsüden söylediklerinden
izliyorum. Diyorlar ki; bunların amacı İstanbul’da belli merkezleri tahrip etmek,
özellikle İstanbul Silahtarağa Elektrik fabrikasını tahrip etmek ve İstanbul’da
yaşamı felce uğratmak... Bir taraftan böyle bir iddiaları var. Bir taraftan da,
diyorlar ki, biz önlem aldık ve bunların Taksim’de toplanmasına engel olduk.
Çünkü, asıl amaçları Taksim’de toplanmaktı..
İstanbul’da
Taksim Meydanı bütün mitinglerin, bütün gösteri yürüyüşlerinin yapıldığı
geleneksel bir meydandır. Bu bakımdan eğer Kartal’dan, İstinye’den,
Bakırköy’den hareket etmiş olan işçiler Bakanın ve Başbakanın ifadesiyle,
Taksim Meydanına gitmek istiyorlar idiyse ve bunların elinde pankartlar ve yanlarında
kadın işçi arkadaşları da bulunuyor idiyse, bunlar her halde ayaklanma içinde
bir topluluk değildi. Çünkü; ayaklanma böyle olmaz. Ayaklanma yapmaya kararlı
kimseler, ayaklanmanın taktiğini ve stratejisini de hazırlarlar. Yürüyüş kolu
düzeninde ayaklanma yapılmaz, hele karşılarında zırhlı birlikler, askeri kuvvetler,
toplum polisinin barikat kurduğu bilinirse, ayaklanmanın yolu hiç böyle olmaz,
Ayaklanma, bu koşullar altında karşıdaki kuvvetleri aşacak bir strateji ve taktik
izler. Yoksa, kendilerinden her bakımdan üstün olduğu bilinen kuvvetlerin
karşısına, pankartlarla, sopalarla çıkılmaz. (AP sıralarından
tepkiler geliyor) Efendim elde sopa bulunması, üzerinde durulacak bir konu. Bizim
Türkçe’de bir söz var: ‘Ağzı sütten yanan, yoğurdu üfleyerek yer’ işçi
kitlesi, bugüne kadar toplum polisinin, jandarmanın pek çok baskınlarına,
ezasına, cefasına hedef olduğu için kendini savunmak üzere eline sopa almıştır
ve bunu mazur görmek gerekir. (AP sıralarından ‘Allah belanı versin’ sesleri
yükselirken İçişleri Bakanı, ‘Gerçekleri tahrif ediyorsunuz’ diyor) Sayın
Başkan, bu Meclise yakışmayacak bazı sözlerin kullanıldığı kulağıma geliyor.
Her halde sizin de kulağına geliyor. (AP sıralarından ‘Bu Meclise asıl sen
yakışmıyorsun’ sesleri geliyor) Ben bu Meclise yakışıp yakışmadığımı bana
verilen oylarla kanıtlamışım. Bir kere daha söyledim, AP sıralarında oturan
milletvekillerinin her biri 16 bin oyla bu sıralara oturma hakkını kazandığı halde,
bendeniz 122 bin oyla bu sırada oturma hakkını kazandım. Ama, konu bu değil. Konu İstanbul’da meydana eden olayların kesinlikle
bir ayaklanma olmadığı konusudur.
Şimdi,
verdiğimiz önergede belirttiğimiz bir ayrı faktör de var ki; bu da bir ayaklanma
karşısında bulunmadığımızı pek açık olarak gösteriyor. İçişleri Bakanı ve
Başbakan burada Kemal Türkler’e yükleyerek, yani DİSK Genel Başkanına yükleyerek
bir takım açıklamalar okudular. Bu açıklamalarda askerle çarpışılacağı,
fabrikaların dinamitleneceği vesaire yer almaktaydı. Gerek İçişIeri Bakanı, gerekse
Başbakan bu sözleri, bu kürsüden ifade ettikleri sırada İstanbul Savcılığı
DİSK Genel Başkanını tutuklanmak isteğiyle İstanbul Nöbetçi Sulh Ceza
Yargıçlığına yollamış. Bu kanıtları elbette ki yargıç önünde de savcı
gösterdi. İçişleri Bakanında bu kanıtlar bulunacak, savcıda bulunmayacak. Olacak
şey değil. Ne yapmış Sulh Ceza Hakimi? Serbest bırakmış, tutuklanmasına gerek
görmemiş. Savcı, itiraz ederek Asliye Ceza Mahkemesine gitmiş, o da incelemiş, o da
serbest bırakmış. Sonra serbest bırakılan kişiyi Sıkı Yönetimi Komutanlığı
yine göz altında tutarak Davutpaşa’ya yollamış.
Şimdi
arkadaşlar, burada...(AP’li Hasan Akçaoğlu, ‘Sayın Aybar söylemiş mi,
söylememiş mi ? son onu söyle’ diyor) Efendim,
buradan tekrar edeyim, ben hayatımda hiç yalan söylemedim. (AP sıralarından
gülüşmeler geliyor) Evet hiç söylemedim. Onun için bana yalan söylüyor falan
gibi sözleri sarf eden kimselere bu sözlerini düşünerek sarf etmelerini ihtar
ederim. Çünkü benim hayatım ortadadır.
Demek
ki normal mahkeme Başbakan ve Bakan’ın İstanbul’da ayaklanma olduğuna kanıt
sayılacak ve bu ayaklanmanın bir merkezden idare edildiğini kanıtlayacak bir belge
olarak ele aldığı sözleri normal mahkeme iki kademede kabul etmemiş, dikkate almaya
değer görmemiştir. Demek ki, İstanbul
olayları Yüce Meclise gerçek yüzüyle yansıtılmamıştır. Yüce Mecliste o gün,
sözcüleri dinledim. Bir kızıl tehlike fırtınası estirilmiş ve Kocaeli ve
İstanbul’daki işçi yürüyüşü bir kızıl ihtilalin ilk provası olarak
gösterilmek istenmiştir. Bendeniz kesinlikle bu kanaatte değilim. Çünkü,
söyledim, bir ayaklanmanın stratejisi ve taktiği vardır. Bir ayaklanma, alelade bir
gösteri yürüyüşü şeklinde cereyan etmez, edemez. Kaldı ki, hemen bunun
sonrasında DİSK’in merkezinde ve şubelerinde aramalar yapılmış, ne silah, ne
patlayıcı madde bulunmuştur. Bu da gösteriyor ki, gerçekten bir ayaklanma olayı söz
konusu değildir. Çünkü, ayaklanmayı sayın
sözcülerin burada belirttikleri gibi düzenleyen DİSK ve ona bağlı sendikal merkezler
olsaydı, elbette ki ayaklanmanın cephanesini, silahını da depo ederler, strateji ve
taktiklerini ona göre ayarlarlardı.
Nitekim yine
İçişleri Bakanının burada DİSK Genel Başkanına yükleyerek okuduğu belge, amacın
274 ve 275 sayılı yasaların protestosu olduğunu ifade ediyor, diyor iki: ‘Bu
yasalar geri alınana kadar direneceğiz.’ Demek ki amaç, bir ayaklanma değil, bir sendikanın, sendikal özgürlükleri ve hakları
kullanma düşüncesine uygun düşmediği kanısında bulunduğu bir yasayı protesto
etmektir.
Rıza Kuas bu
kürsüden, ‘işçi sınıfının elini kana bulamayın’ şeklinde bir uyarıda
bulunmuş. Ben Rıza Kuas konuşurken ne yazık ki burada yoktum, ama ifade edilen bu.. Şimdi,
ben de diyorum ki, bu gidiş iyi bir gidiş değildir. Bu gidişte devam edilirse şu,
şu, şu, şu, tehlikeler kaçınılmazdır. Bu sözleri dedim diye, o tehlikeler
gerçekleştiği gün ben kışkırtıcı mı olurum? Uçuruma yuvarlanan bir arabayı
görürseniz ve ‘Bu böyle giderse uçuruma yuvarlanıp, paralanacak’ derseniz ve
arabacı bu uyarınızı dinlemeyip uçurum yönünde son hızla gider de uçuruma
uçarsa, bunun suçlusu ve kışkırtıcısı tehlikeyi haber vermiş olan kimse mi
olur? Mantıklı olalım. Rıza Kuas burada, olabilecek şeyleri bir işçi olarak,
işçi arkadaşların da 274 sayılı yasanın, özellikle 5 ve 9. maddelerinin ortaya
çıkardığı tepkiyi yakından bilen bir işçi olarak Yüce Meclisi uyarmıştır.
Öyle sanıyorum ki, bu uyarıyı yapmak göreviydi de. Yoksa, Rıza Kuas bu sözleri
söyledi, bu olaylar oldu, bu bakımdan Rıza Kuas bu olayların teşvikçisidir demek ne
akla, ne mantığa, ne de insafa sığar.
15 ve 16 Haziran
günlerinde, Kocaeli ve İstanbul’da ayaklanma denebilecek bir olayın olmadığını,
Le Monde Gazetesi gibi dünyaca tanınmış ciddi bir gazeteden de öğrenmek
mümkündür. Le Monde Gazetesi yalnız Fransa’nın değil, dünyanın sayılı çok
ciddi gazetelerinden biridir. Bu ciddiyetini yapan da, istihbaratının kuvvetli
olması ve verdiği hükümlerde ciddi ve olanaklar ölçüsünde objektif olmaya
çaba harcamasıdır.
Le Monde Gazetesi
bu olaylara bir başyazı, bir de haber ayırmıştır. Her ikisinde de -sanıyorum başyazıyı Cumhuriyet Gazetesi
dilimize çevirmiştir- her iki yazıda da bir ayaklanmanın söz konusu olmadığını,
fakat Türkiye’de gittikçe ağırlaşan bir bunalımın olduğunu ve bu bunalıma
çare olur diye sıkıyönetime gidildiğini ifade etmektedir. Aslında, sıkıyönetime
bunun için gidildiğini bu kürsüden gerek Başbakan, gerek İçişleri Bakanı
ifade ettiler.
İstanbul’da ve
Kocaeli'nde ayaklanma bulunmadığına göre, Hükümetin almış olduğu sıkıyönetimi
ilan kararı Anayasaya aykırıdır. Ne yapalım ki, gerçek bu merkezdedir, Hükümetin
aldığı karar, Anayasaya aykırıdır. (AP’li Cengiz
Ekinci, ‘Başvur’ diyor) AP sıralarından bir milletvekili arkadaşım
‘başvur’ diyorlar. Eğer, başvurulabilecek bir yasal olanak olsaydı, bir dakika
duraksamadan başvururduk. Bilirsiniz ki, bendeniz bu kürsüden ne zaman bir tasarrufun
Anayasaya aykırı olduğunu söylemişsem, yüzde yüz
isabetle, bu tasarrufun Anayasaya aykırı olduğu, bir süre sonra Yüce
Anayasa Mahkemesinin kararıyla doğrulanmıştır. Hatırlayacaksınız, Anayasanın
68. maddesinin değiştirilmesi konusu bu Mecliste görüşülürken dedim ki.. (Başkanvekili
Fikret Turhangil konu dışına çıktığı gerekçesiyle uyarıyor) Sayın Başkan, Anayasanın işleyişi
önergemizin konusudur. Biraz önce okuttunuz, Hükümetin devamlı olarak Anayasa
çizgisinin dışında ve gerisinde kaldığını önergemde ifade ettim. Evet, 68.
maddenin değiştirilmesinin de Anayasaya aykırı olduğunu ifade etmiştim, o zaman
Anayasa Komisyonu Başkanı bir AP’li milletvekili gelmiş ve demişti ki: ‘Biz de
hukukçuyuz, fakat Aybar’ın söylediği akıllara durgunluk verecek bir şeydir. Biz,
Anayasayı değiştiriyoruz, Anayasa Mahkemesi Anayasayı uygular. Eline
değiştirilmiş bir Anayasa verdiğimize göre, bu değişiklik yasasını neye göre,
hangi ölçüye göre iptal edecektir?’
(AP’li Cengiz
Ekinci, ‘Doğrudur, usulden iptal’ diyor) Beyefendiler, dikkat buyurun, Anayasa
Mahkemesi davayı kabul etmiştir. Evet, usulden bozmuştur ama, davayı kabul
etmiştir ve kabul ederken de 4’e karşı 11 oyla kabul etmiştir. Yani, Anayasa
değişikliklerini incelemekte kendisini yetkili görmüştür. Bunu ara söz olarak
söyledim, üzerinde durmayayım. Yani, demek isterim ki, Hükümetin sıkıyönetim
ilanı konusundaki kararı da eğer bir yasa konusu olmuş olsaydı, hiç kuşkusuz
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirdi.
Yalnız,
sıkıyönetimin yasalar dışında bir yönetim olduğunu da sanmamak gerekir.
Başbakan bu kürsüden dediler ki: ‘Sıkıyönetim sorumlu bir yönetimdir ve bunun
sorumlusu başta biziz, Hükümetiz.’ Doğru. Başta Hükümettir ve Hükümetle
beraber Sıkıyönetim Komutanıdır. Sıkıyönetim idaresi, Sıkıyönetim
Komutanlığı, uygulamalarında Anayasaya saygılı olmak zorundadır. Bugün
yürürlükte olan Sıkıyönetim Yasası, bu Anayasadan önce kabul edilmiş bir yasadır
ve kadük duruma düşmüş bir yasadır. Çünkü, o yasa, böyle bir Anayasa
yürürlükte olduğu zaman yapılmış bir yasa değildi. Anayasanın ilke
niteliğindeki hükümlerine, Sıkıyönetim Komutanlığı uymak zorundadır.
Özellikle 8. madde, 11. madde ve 132. madde uyulması zorunlu olan hükümlerdir. 8.
madde; bütün idarenin, karar organlarının, Hükümetin, yasama organlarının ve
kişilerin Anayasa ile bağlı bulunduklarını ifade eder. 11. madde bir hakkın
özüne, milli savunma, kamu düzeni, genel emniyet kaygılarıyla da olsa
dokunulamayacağını söyler. 132. madde de, askeri yargıç dahil bütün
yargıçların, her şeyden önce Anayasaya uyacaklarını ifade eder. Demek ki,
Sıkıyönetim Komutanlığı bu hükümlerle doğrudan doğruya bağlıdır.
Yine bağlı
olduğu bir diğer hüküm 30. maddedir. 30. madde, tutuklanan, yakalanan bir kimsenin
24 saat içinde hakim huzuruna çıkarılmasını emreder. Oysa, söz konusu DİSK Genel
Başkanı, kaç 24 saat göz altında tutulmuştur mahkeme önüne çıkarılmadan
önce. Savcı mahkeme önüne çıkarmış, bu hükmü göz önünde bulundurarak sivil
mahkeme önüne çıkarmış, mahkeme serbest bırakmış, bunun üzerine askeri
mahkemeler göz altına almış. Hakları yok. (Başkan, ‘Anayasa’nın 132.
maddesine göre mahkeme kararları meclislerimizde tartışılamaz’ diyor) Sayın
Başkan, çok güzel bir noktayı hatırlattınız. Anayasanın, bir başka konu
dolayısıyla, bu 132. madde hakkında verdiği bir karar var, ben de yüksek izninize
sığınarak o kararı hatırlatayım..
(Başkan,
‘Hatırlatmanıza gerek yok. Ben sizi uyarıyorum’ diyor) Efendim, söylediğim gibi Sıkıyönetim
Mahkemesi Anayasayla bağlıdır, Sıkıyönetim Komutanlığı Anayasayla bağlıdır,
Anayasaya aykırı hareket edemez. Etti mi ne olur? Bir, Danıştay’a gidilir,
iki, kişisel
tazminat davası açılır. Bugünkü mevzuatımızda yapılacak yollar bunlardır.
Bu bakımdan,
Sıkıyönetim Komutanlığı, Anayasa çerçevesi içinde hareket etmek zorundadır.
Sayın İnönü
buradan, ‘insaflı davranmalarını dilerim’ gibilerden, yumuşak sözler
söyledi. Ben diyorum ki, yasal zorunluluk vardır, askeri yönetim Anayasaya uyacaktır. Buna uymadı mı? Haa!. O zaman her şeyin yeniden
ortaya konulup, gözden geçirilmesi zamanı gelmiş demektir.(AP’li Refet
Sezgin, ‘Biraz açıklar mısınız?’ diyor) Bendeniz 1946 yılında,
İstanbul’da Sıkıyönetim icra edilirken, o zaman çıkardığım bir gazeteyi
kapatması üzerine Sıkıyönetim Komutanlığı aleyhine, o devirde dava açtım ve
dedim ki: ‘Danıştay’a gidilir, karar iptal edilir, tazminat davası açılır’.
Sonuç çok uzun sürdü, iki yıldan fazla sürdü; tazminat davasına önce
Sıkıyönetim Komutanı rahmetli Tınaztepe gelmedi, tebligatı kabul etmedi, reddetti.
Fakat Sıkıyönetim kaldırılır kaldırılmaz da avukat gönderdi, işte, netice böyle
oldu.
Şimdi,
gelelim yeniden olayımıza. Bu Sıkıyönetim
ilanını, konuşmamın başında da söyledim, ben tehlikeli bir yolun adımlarından
biri olarak görüyorum. Bunun bir çok işaretleri belirdi. Bundan bir süre önce,
Ankara’da gençlik hareketlerinde tutuklanan kimseler, askeri mahkemeye gönderildi;
yani askeri, adli subayın kararıyla tutuklandı, sonra askeri mahkeme sanıyorum,
yetkisizlik kararı verip serbest bıraktı. Ama bu bir işaretti ve Anayasa dışında
bir yolun, hızla izlenmeye başlandığını gösteren bir yeni yönde, Anayasaya ters
düşen yolda hızla mesafe alındığını gösteren bir ilk işaretti. Bundan sonra,
Anayasal bir kurum olan Güvenlik Kurulunun, gittikçe siyasi konulara ağırlığını
koyduğunu gösteren olaylar ortaya çıktı. Hatta, Güvenlik Kurulu’nun bir
bildirisini, hafızamda yanlış kalmadıysa, bizzat Başbakan okudu. Yani, bugünkü
Hükümetin gücünün azalması oranında, Milli Güvenlik Kurulu’nun ağırlığı
arttı genel siyasetimizde. Bu da tehlikeli bir gidişin işaretidir.
Yine bu
doğrultuda, Sayın Cumhurbaşkanının Cumhuriyet Gazetesine verdiği bir demeç
üzerinde de durmak isterim. Cumhurbaşkanı, ettiği yeminden hareket ederek, bir takım
işlerde tek başına tasarrufta bulunacağı ve sorumsuz olacağı hususunda bir
iddia ortaya atmıştır. Açıklaması aynen şudur:
‘Türkiye
Cumhurbaşkanı olarak ben, Anayasamızda öngörülen demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin
yerine getirilmesi, devletin bağımsızlığına, vatanın ve milletin bütünlüğüne
yönelebilecek tehlikeleri karşılayacak her türlü tasarruflarda bulunmaya
yetkiliyim. Bu tasarruflarımda devletin başı olarak siyasi organların denetimine
tabi olmamam, benim bu organlara karşı sorumsuzluğumu ortaya çıkarıyor.’
Bizim Anayasamıza
göre Cumhurbaşkanının böyle bir yetkisi yoktur. Cumhurbaşkanının mânevi
ağırlığı vardır. (AP’li Şadi Binay,
‘Bize ders mi veriyor?’ diye soruyor) Cumhurbaşkanı, Anayasanın kendisine
tanıdığı yetkileri kullanmakla görevlidir. Sorumsuzluğu ise, onun imzaladığı
kararnameleri, Hükümetin veya ilgili bakanlığın imzalamasından ötürü
doğmaktadır. Yoksa Cumhurbaşkanı, ‘Ben hiçbir organa karşı sorumlu
değilim’ sözünü, Nixon vari veya De Gaulle vari bir Hükümetin, bir rejimin
Türkiye’de yürütülmekte olduğu anlamına kullanamaz. Tabii eğer o anlama
kullandıysa.
Bir başka nokta;
son olarak sıkıyönetimin ilânı durumudur. Ben şu tehlikeyi görüyorum.
Anayasamızı bir paravana olarak korumak ve Anayasanın emrettiği yüce kurulları
biçimsel olarak korumak; fakat, son sözü askeri yönetimin söylemesine ortam
hazırlamak. İstanbul’da Sıkıyönetim Komutanlığı Türkiye İşçi Partisinin
İl Merkezini aratmıştır. (AP sıralarından
‘bravo ona’ sesleri geliyor) Böyle bir yetkisi olmadığını hemen söyleyeyim.
Umarım ki, Türkiye İşçi Partisinin sorumlu yöneticileri bunun, gereğini
yapacaklardır. Yetkisi yoktur diyorum. Çünkü, partilerin Anayasadaki durumu, ilke
niteliğindeki hükümler içine girer. Anayasanın 56. maddesi der ki: ‘ister
iktidarda, ister muhalefette olsunlar, siyasi partiler demokratik düzenin
vazgeçilmez unsurlarıdır’ ve 57. madde de, denetimin ancak Anayasa Mahkemesince
yapılacağını ve bir siyasi partinin ancak Anayasa Mahkemesince kapatılacağını
ifade eder. Oysa, bir partinin il merkezi basıldı, yöneticileri göz altına alındı
mı, bu, o partinin kapatılmasına doğru gidecek bir adımın ilk işareti sayılmak
gerekir. Kaldı ki, mantığı yürütür de, Sıkıyönetim Komutanlığına partileri
arama yetkisini Anayasaya aykırı olarak tanıyacak olursak, o zaman sıkıyönetim
bölgeleri yaygınlaştırılır ve böylece çok partili hayat ülkede tamamen felce
uğratılabilir. Bu bakımdan, sıkıyönetimin bu gibi uygulamalarını Anayasaya,
yasaya, hukuka aykırı görüyorum.
Yine, haber
aldığıma göre; yüzlerce vatandaşımız sırf DİSK’in üyesi oldukları ve sırf
Türkiye İşçi Partisinin üyesi oldukları için veya yürüyüşe katıldıkları
için göz altına alınmışlardır. Bu, olacak iş değildir. Bunlara göz yumarsak,
Anayasaya veda ederiz.
Ben, buradan,
özellikle çoğunlukta olan Adalet Partisi Grubu sayın milletvekillerine sesleniyorum:
Bu yola, en çok engel olabilecek durumda olan sizlersiniz. Ciddi konudur, çok ciddi
konudur. Tehlike büyüktür. Bir tehlikeli yola girmiş bulunuyoruz. ‘Bu yol
doğrudur; bu yol isabetlidir. Çünkü Türkiye’de bir kızıl ihtilal tehlikesi
vardır’ teraneleri hiçbir şeyi kurtarmaz. İtalya’da Musolini’nin Faşizmi,
Almanya’da Hitler, İspanya’da Franko aynı teraneler ve bağırtılarla, aynı
ateşli nutukları çekerek özgürlükleri kaldırmışlardır.
Bizim temennimiz,
isteğimiz ve mücadelemiz; yalnız şuradaki beş yıllık mücadele değil, 30 yıllık
mücadelemiz, Türkiye’de gerçekten demokratik, gerçekten uyanmış halk
kitlelerinin bu Meclisi doldurması yönündedir ve Türkiye’de demokratik,
özgürlükçü ve tam bağımsız bir sosyalizmin kurulması yönündedir.
Bugün Türkiye
bir bunalım içindedir ve bu bunalımdan Türkiye’yi kurtarmak bizlere düşen tarihi
bir görevdir. Bugün şu veya bu düşünceyle şu veya bu kaygıyla bize düşen
görevleri tam yapmayacak olursak, Türkiye’miz büsbütün bir çıkmaza girecektir.
Bendeniz, Adalet
Partisi Hükümetinin ilk kurulduğu gün, Hükümet Programını eleştirmek için bu
kürsüye geldiğimde, Adalet Partisi Hükümetini uyarmaya çalıştım; ‘Anayasanın
çizgisi içinde kalın’ dedim. Başbakan çıktı, ‘Bir de çizgi çıkardılar
başımıza’ gibi küçümser sözler söyledi. Kuşkusuz, Anayasanın bir çizgisi
vardır. Bu çizgi, gözle görülmez, elle tutulmaz, ama ilmin, hukuk, sosyoloji, tarih
ilimlerinin kavrayışıyla görülebilen bir çizgidir. Adalet Partisi 5 yıldan beri de
bu çizginin sürekli gerisine düşmektedir ve bugün bu çizginin gerisine düşme
eğilimini bir tek kişi temsil ediyor arkadaşlar; o da, Başbakanın kendisidir.
Başbakanın, Anayasa çizgisinin gerisinde politika izlemesine önce sizlerin engel
olmanız gerekir. Adalet Partisinin içinde elbette ki Hükümet kurma gücünde kimseler
vardır. (AP sıralarından
şiddetli tepkiler geliyor. Antalya Milletvekili İhsan Ataöv’ün önce’Hayvan herif,
köpek’ sonra da ‘Eşekoğlu eşek’ diye hakaret ettiği duyuluyor. Başkan da
Aybar’ı konu dışına çıktığı
gerekçesiyle uyarıyor) Bir milletvekili çok çirkin bir söz sarf etti, o sözü
aynen kendisine iade ederim. Ben konunun içindeyim. Verdiğim önergede, Başbakanın
demokratik Anayasa düzeni yolunu tıkadığı ifade edilmiş ve bunun giderilmesi
istenmiştir, önerge bunun için verilmiştir. Yüce Meclisin, ayaklanma olduğu
konusunda yanlış açıklamalar karşısında bırakılması bir, bir de antidemokratik
ve Anayasaya aykırı gidişin durdurulması iki, bunlar için ben gensoru önergesi
vermişimdir. Gensoru önergeme iltifat eder de, önergenin gündeme alınması için oy
kullanırsanız, sanırım önemli bir aşama aşılmış olacaktır.”
Mehmet
Ali Aybar konuşmasını tamamladığında İhsan Ataöv, “Senatörler
alkışlıyor” diye Başkan’ı
uyardı. Hemen arkasından aynı uyarıyı Devlet Bakanı Turhan Bilgin de yineledi. Bu
arada AP sıralarından da “Onlar zaten TİP’lilerin akrabası,” sesleri
duyuldu.
Başkan
Fikret Turhangil de bu sözler üzerine, “Efendim, arka
sıralarda oturan sayın senatörlerin alkışa katılmamalarını rica ederim. Zaten,
arkada üç tane senatör arkadaşımız bulunmaktadır.” diye konuştu.
Aybar’ın
Önergesi...
Gensoru önergesi reddedilmiş olmasına karşın Mehmet Ali Aybar
Sıkıyönetim ilanına karşı mücadelesini sürdürdü.
Bu çerçevede 26 Haziran 1970 tarihinde
TBMM Başkanlığına bir önerge vererek sıkı yönetimin kaldırılması
konusunun birleşik toplantıda görüşülmesini istedi.
Aybar’ın
“Türkiye
Büyük Millet Meclisi Birleşik Toplantıları Başkanı olanak, aşağıda arz olunan
nedenler dolayısıyla İstanbul ve Kocaeli’nde uygulanan Sıkıyönetimin
kaldırılması için sunduğum önergenin, gündeme alınmasını saygılarımla rica
ederim,” üst yazısıyla
verdiği önerge şöyleydi:
“1.
Sıkıyönetim Anayasamıza aykırı olarak ilan edilmiştir. Gerçekten 15 ve 116 Haziran
günleri İstanbul ve Kocaeli’nde cereyan eden olayların ‘ayaklanma’ olarak
nitelendirilmesi mümkün değildir. İşçilerin kitlece giriştiği bir protesto
hareketidir bu. Güvenlik kuvvetlerinin müdahalesi üzücü olaylar çıkmasına neden
olmuştur. Demokrasilerde buna benzer olaylar her zaman cereyan eder. Protestocu
kitlelerle güvenlik kuvvetleri arasında çatışmalar, son yıllarda hemen her yerde
artmıştır. Fransa’dan Japonya’ya, Japonya’dan Amerika’ya kadar bu gibi kanlı
olaylar adeta kesintisiz devam etmektedir. Fakat bu olaylar bahane edilerek demokrasilerde
sıkıyönetim ilan edildiği görülmemektedir. Normal önlemlerle yetinilir. Bizde ise
böyle olmamıştır. Hükümet Sıkıyönetim ilan etmiştir. Ve Anayasaya aykırı
olarak ilan etmiştir. Zira güvenlik kuvvetlerinin müdahalesi üzerine can ve mal
kaybına yol açmış olmasına karşın olaylar, bir ayaklanma niteliği
taşımamıştır. Şöyle ki:
İçişleri Bakanı
işçilerin protestoda bulunacaklarını, kendi ifadesine göre, olaylardan bir gün önce
öğrenmiş ve polis, jandarma, asker üçlüsü alarma geçirilmiştir. İlk gün,
yani 15 Haziran’da, İçişleri Bakanının bir askeri birlik tarafından korunduğunu
söylediği Haymak Fabrikasında meydana gelen olaylar dışında, kayda değer hiçbir
şey olmamıştır. Güvenlik kuvvetleri yollarını kesmediği, karşılarına
çıkmayıp yürüyüşü izlemekle yetindiği için, binlerce işçi, 274 ve 275 sayılı
kanunlarda değişiklik yapılmasını protesto etmek amacıyla başlattıkları gösteri
yürüyüşüne, olaysız devam etmişlerdir.
İkinci gün durum
değişmiştir. Polis, jandarma, asker üçlüsü gösteriye devam eden işçilerin
önüne çıkmış, yollarını kesmiş, yürüyüşü durdurmak istemiştir. Üzücü
olaylar bunun üzerine başlamıştır. İşçilerin üzerine ateş açılmıştır,
işçilerden kurşunla ölen ve yaralananlar olmuştur. Bir polis memuru da başına
sert bir cisimle vurularak öldürülmüştür. Şehre zırhlı birlikler getirilmiş,
sokak başları askeri birliklerce kesilmiş, köprüler açılmış, korku salan bir
hava yaratılmıştır. Her şey, sanki Sıkıyönetime önceden karar verilmiş ve
olaylar bu yöne itelenmiş gibi cereyan etmiştir. İşçiler köşeye
sıkıştırılmışlar ve nefislerini koruma durumuna düşürülmüşlerdir. Ve Bakanlar
Kurulunun üst üste yaptığı iki toplantı arasında, Başbakanın Cumhurbaşkanı
ile görüşmesi sonrasında, olayların bir ‘ayaklanma’ olduğu ileri sürülerek
Sıkıyönetim ilan edilmiştir. Oysa ne kadar üzücü olursa olsun, olayların bir
‘ayaklanma’ olmadığı apaçık ortadadır. Ayaklanma silahla olur. Ayaklananlar
silah kullanırlar ve silahlı çatışmaların strateji ve taktiğine uygun biçimde
hareket ederler. Ana caddelerde, kadınlı erkekli kalabalıkların, pankartlarla
gösteri yürüyüşü yapmaları, yürüyüş için gerekli formalitelerin yerine
getirilmediği bahanesiyle üzerlerine güvenlik kuvvetleri sevk edilerek
‘ayaklanma’ kılığına sokulamaz. İstanbul’da ve Kocaeli’de ‘ayaklanma’
olmamıştır. Her bakımdan tam bir bunalım içinde olan Hükümet, fırsat
kollamaktaydı. Olayların gelişim şekli karşısında kanımız o dur ki, 274 ve 275
sayılı yasaların değiştirilmesinin geniş işçi kitlelerinde yarattığı tepki,
Hükümete ve dayandığı çevrelere, Türkiye’ye özgü bir ‘Yahya Han
formülü’ nün ilk adımını oluşturacak bir girişim başlatmak fırsatını
vermiştir.
2. Sıkıyönetimin
ilanı gibi, uygulanışı da Anayasaya aykırıdır. Zira eldeki Sıkıyönetim Yasası
tek parti devrinde, 1940’da çıkartılmıştır. Siyasi partileri ister iktidarda,
ister muhalefette olsunlar, demokratik düzenin vazgeçilmez unsurları sayan bugünkü
Anayasamızla, asla bağdaşmayan nitelikteki bu yasayla yürütülen Sıkıyönetimin
uygulamaları ve kararları geçerli dayanaklardan yoksun bulunmaktadır.
Nitekim
Sıkıyönetim Komutanlığınca göz altına alınan veya tutuklananların, Anayasanın
30. maddesinde öngörülen koşullara uyulmadan göz altına alındığı ve
tutuklandığı anlaşılmaktadır. Keza Türkiye İşçi Partisi İstanbul İl Merkezi
ile bazı ilçe merkezlerinin aranması da, Anayasaya aykırıdır. Anayasanın 56 ve
57. maddeleri açıkça çiğnenmiştir. Hatta eldeki yasanın 3. maddesine bile
uymamaktadır. Gerçi tek parti devrinde Sıkıyönetim Komutanlığının parti
merkezinde araştırma yapması olmayacak bir şey olduğundan Sıkıyönetim Yasasının
3. maddesinde ‘dernek ve kulüp gibi kuruluşlara ait binalar’ denilmiştir.
Öte yandan göz
altına alınan işçilerin karakollarda dövüldüğü de ileri sürülmüştür. Nihayet
Sıkıyönetim Komutanlığı icraatının hep sola, sosyalistlere karşı olduğu da
ayrıca dikkati çekmektedir. Kısacası Anayasaya aykırı olarak ilan edilmiş olan
Sıkıyönetim uygulamalarıyla da, dayandığı yasa Anayasaya ters düştüğünden,
Anayasayla çelişir bir durumdadır. İstanbul ve Kocaeli’nde yaşayan
vatandaşlarımızın bir kısım anayasal hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına
son vermek; göz altında bulundurulanların veya tutuklanmış olanların sivil
mahkemelere gönderilmesini sağlamak; Anayasaya aykırı olarak ilan edilmiş ve
Anayasaya ters düşen bir yasayla yürütülen Sıkıyönetimin derhal kaldırılmasını
ve bu amaçla görüşme açılmasını, Türkiye Büyük Millet Meclisti Birleşik
Toplantısı İçtüzüğünün 26. maddesi uyarınca saygılarımla dilerim.”
Bu önerge Cumhuriyet
Senatosu ve Millet Meclisi birleşik toplantısında henüz ele alınmadan Mehmet Ali
Aybar 1 Temmuz 1970 tarihinde Başkanlığa ikinci bir önerge vererek ‘yerinde
yaptığı incelemeler sonucu elde ettiği yeni bilgileri de içeren bu ek önergenin
ilkiyle birlikte genel kurulun bilgisine sunulması’ istedi.
Aybar’ın ek önergesi de şöyleydi:
1. Anayasamızın
111. maddesinde yer alan ve görevi: ‘Milli güvenlikle ilgili kararların
alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli
temel görüşleri Bakanlar Kuruluna bildirmekten’ ibaret bulunan Milli Güvenlik
Kurulunun, siyasi hayatımızda gittikçe ağırlık kazandığı gözden kaçmamaktadır.
Bir süredir, yani Demirel Hükümeti, özellikle Başbakan, her bakımdan
yıpranmış hale, tam anlamıyla acze düşeliden beri, Milli Güvenlik Kurulu,
Anayasanın kendisine tanıdığı görev ve yetkilerin ötesine geçerek, iç ve dış
politikamızda, adeta Meclislerin ve Hükümetin üstünde düzenleyici bir rol oynamaya
yönelmiş bir Kurul haline gelmiştir. Görevi milli güvenlikle ilgili
görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirmekten ibaret bulunan bu yardımcı Kurulun,
gittikçe etkisini artırarak, gençlik olaylarından irtica hareketlerine, siyasi doktrin
tartışmalarına varıncaya kadar, siyasi, ekonomik, kültürel yönleriyle sosyal
hayatımızın tümünü kapsayan bir faaliyet içinde bulunduğu, sık sık milletimize
hitaben bildiriler yayınladığı dikkat çekicidir. Türkiye’ye özgü bir Yahya Han
rejimine kaymaktayız. Anayasal kurum ve kuruluşların paravanası arkasında
Türkiye, kadife eldivenli bir çelik elin yönetimine doğru hızla yol almaktadır.
İstanbul ve Koceli illerinde ilan edilen Sıkıyönetim, bu ters gidişin bir
görüntüsü olarak kabul edilmelidir. Herkesin sezinlediği bu gerçeği bu kürsüden
ifade etmeyi, milletvekili olarak içtiğim anda sadakat sayıyorum. Ve Sıkıyönetime
derhal son verilmesini Yüce Meclisten istemeyi, Anayasaya bağlılığın
kaçınılmaz bir görevi olarak kabul ediyorum.
2. Yukarda işaret
edilen büyük tehlikenin yanı sıra, Sıkıyönetim, temel hukuk düzenimizi ağır
şekilde yaraladığından, hatta kendi hukuk kurallarına bile uymayan keyfi bir tutum
içinde bulunduğundan dolayı da, biran önce son verilmesi gereken bir haldir. Şöyle
ki:
a) Kişi
dokunulmazlığının başlıca güvencesini oluşturan ve Anayasamızın 30. maddesinde
ifadesini bulan: ‘Yakalanan veya tutuklanan kimse, tutuklama yerine en yakın
mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç, 24 saat içinde hakim önüne
çıkarılır ve bu süre geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın özgürlüğünden
yoksun bırakılamaz.’ şeklindeki temel ilke, temelden çiğnenmiş ve yüzlerce
vatandaşımız, bir kısım işçiler, sendikacılar, gençler, Türkiye İşçi
Partililer, Sıkıyönetim Komutanlığının keyfi bir emri ile, 15 gündür hakim
huzuruna çıkarılmadan, kimse ile temas ettirilmeden ve kendilerine yüklenen suç
maddesini bilmeden göz altında bulundurulmaktadır. Yakalanan ve kışlalara
kapatılan bu vatandaşlarımız, iki gün öncesine kadar, avukatlarıyla da
görüştürülmemiştir. Bu keyfi tutum ve davranışlar, yalnız Anayasa değil, 353
sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Yasasına, bu yasanın
özellikle 72, 80, 90 ve 91. maddelerine de aykırıdır. Böylece Sıkıyönetim kendi
yasalarıyla da ters düşmekte, tam anlamıyla keyfi yönetim şeklini almaktadır.
Gerçekten 353 sayılı Yasanın 72 ve 80. maddeleri yakalanan veya tutuklanan kimsenin 24
saat içinde askeri mahkeme önüne çıkarılmasını, buna olanak olmadığı takdirde
en yakın sulh hakimine gönderilmesini ve bu süre geçtikten sonra mahkeme veya hakim
karan olmaksızın özgürlüğünden yoksun bırakılmamasını emretmektedir. Aynı
yasanın 90 ve 91. maddeleri de yakalanan veya tutuklanan kimselerin avukatlarıyla
görüştürülmelerine ve avukatların dava dosyasını inceleyip dilediği belgenin
örneğini çıkarmalarına engel olunamayacağını ifade etmektedir. Sıkıyönetim
Komutanlığı bu yasa hükümlerini pervasızca çiğnemiştir. Bu durumdan
Başbakan, Hükümet, Sıkıyönetim Komutanı ve yasadışı emirlere uyan bütün
ilgililer sorumludurlar.
b) Anayasamızın
14. maddesine göre kimseye eziyet ve işkence yapılamaz, insan onuruyla bağdaşmayan
ceza konulamaz. Yasalarımızda da buna eşit hükümler vardır. Oysa gözaltına
alınan –ara söz olarak şunu da belirteyim ki, mevzuatımızda göz altına alma diye
bir kurum yoktur- evet Sıkıyönetimce yakalanan vatandaşlarımızdan bir kısmına
karakollarda dayak atıldığı ve kendilerinden bu şekilde ifade alındığı veya
alınmak istendiği ileri sürülmüştür.
c) Sıkıyönetim
komutanlığınca belli başlı sendikal hakların askıya alınmasından yararlanan
bazı işverenlerin, uyanık işçilerin işlerine yasadışı olarak son verdikleri de
iddia edilmektedir.
Bütün bu
iddiaların incelenmesi de ancak Sıkıyönetim kaldırılmasıyla mümkün olacaktır.
3. Anayasamızın
32. maddesi: ‘Hiç kimse, tabii hakiminden
başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi tabii hakiminden başka bir merci
önüne çıkarma sonucu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler
kurulamaz,’ demektedir. Bu maddenin gerekçesi de şöyledir: ‘Herkesin, yasanın
genel olarak koyduğu görev ve yetki kurallarıyla belli olan hakim tarafından
yargılanması, kişi güvenliğinin baş koşuludur. Kişilerin yasal (yani tabii)
hakiminden başka mercilerce yargılanması, bu alanda özel uygulamaya tabi tutulması,
hukuk Devletinin asla kabul edemeyeceği bir tutum oluşturur. Kişileri genel kurallara
göre belli olan tabii hakimlerinin elinden alıp, özel olarak kurulmuş olan üst
mahkemelerin veya mercilerin kararına terk edilen yasaların yapılmasını önleme
amacıyla sevk edilmiş bulunan ikinci fıkra hükmü, (32. maddenin ikinci fıkrası)
yalnızca yakın tarihimizin yarattığı bir tepki değildir; devamlı bir ihtiyaca
yanıt vermektedir.’
Bu metinlerden
Anayasamızın tabii yargı yolu dediği kurumun, kişi güvenliğini sağlamak ve hukuk
Devleti ilkesini hayata geçirmek bakımlarından taşıdığı önem kolayca
kavranmaktadır. İlke, herkesin tabii hakiminden başka bir merci önüne
çıkarılmamasıdır. Tabii hakim, herkes için, sivil mahkemelerdir. Askeri
şahısların askerlikle ilgili fiillerinden dolayı tabii hakimleri de, normal askeri
mahkemelerdir. Belirli bazı fiillerden dolayı asker olmayan kişilerin de askeri
mahkemelerde yargılanabileceği, askeri ceza yasalarınca kabul edilmiştir. Fakat
bütün bu hallerde, mahkeme önceden kurulmuş, görev ve yetkileri önceden saptanmıştır. Tabii hakim deyimi bu
anlamda kullanılmış bir kavramdır. Mahkeme suç sayılan fiilden önce, her türlü
güvenceye sahip olarak kurulmuş bulunmalıdır. ‘Bir kimseyi tabii hakiminden başka
bir merci önüne çıkarma sonucu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler
kurulamaz.’ Durum böyleyken, İstanbul ve Kocaeli illerindeki işçi direnişi
sırasında çıkmasına neden olunan olayların sanığı olarak yakalananlar,
sıkıyönetimin ilanından faydalanılarak, ‘Yargı yetkisine sahip olağanüstü’
bir merci olan, Sıkıyönetim Mahkemesine sevk edilmişlerdir. Yukarda açıklanan
Anayasanın 32. maddesi karşısında, aynı şekilde Askeri Mahkemelerin kuruluşu ile
ilgili 353 sayılı yasayla, 357 sayılı Askeri Hakimler ve Askeri Savcılar Yasası
hükümleri karşısında, suç sayılan olaylar için özel ve geçici mahkemeler
kurulamayacağı, yani Sıkıyönetim Mahkemesi adiyle olağanüstü bir yargı mercii
kurulamayacağı kesindir.
Şunu da belirtmek
isterim ki, İstanbul’da Sıkıyönetim Mahkemesi kurulduğuna dair bir kararnameye
rastlayamadık. Yalnızca bazı askeri hakimlerin yargıç veya savcı olarak İstanbul
Sıkıyönetim Mahkemesine asli görevleri dışında atanmış olduklarına dair bir
belge gördük. Bu da kanunsuzluklar silsilesi içinde ayrı bir kanunsuzluk
oluşturmaktadır.
4. Sıkıyönetim
komutanlığının, objektif ölçülerle tarafsız davranmadığı da apaçık
ortadadır. Gerçekten bugün Sıkıyönetim, yalnızca kimi işçilere, DİSK
mensuplarına, TİP mensuplarına ve devrimci gençlere karşı işlemektedir. Ve bu
tutumuyla da Anayasamıza ters düşmektedir. Zira Anayasamız, sağı ve solu olan çok
partili bir rejimi öngörmektedir. Sıkıyönetim
yoluyla,
Anayasamızın bu demokratik niteliği ortadan kaldırılmak, sol hareket baskı altına
alınmak istenmektedir.
5. Sıkıyönetim
ilanını haklı gösteren olayların gerçekten cereyan etmiş olduğu, biran için
kabul edilse bile, halen sıkıyönetimin devamını haklı gösterecek bir durumun
olmadığı, bizzat Sıkıyönetim komutanlığının 19 sayılı bildirisi ile itiraf
edilmiş bulunmaktadır. Bildiri aynen
şöyledir: ‘İstanbul ili ile Kocaeli merkez ve Gebze ilçesinde, sıkıyönetimin
ilanından bugüne kadar sayın bölge sakinlerini sıkıyönetim yasaklarına ve
bildirilerine karşı tam bir uyum, olgunluk ve anlayışla hareket etmeleri ve her
türlü zabıta olaylarında bile hissedilir şekilde bir azalmanın gözlenmesi nedeniyle
gece sokağa çıkma yasağını 1 Temmuz 1970 tarihinden itibaren kaldırmış
bulunuyorum. Sıkıyönetim bölgesinde huzur emniyet ve asayişin korunmasıyla
görevli Türk Silahlı Kuvvetleri ve emniyet mensuplarının daima görevleri
başında bulunduklarının bilinmesini rica ederim. Kemal Atalay Orgeneral 1. Ordu ve
Sıkıyönetim Komutanı.’
Sıkıyönetimin
Anayasaya aykırı olarak ilan edildiği ve Anayasaya aykırı olarak uygulandığına
inanmaktayız. Sıkıyönetim Komutanının 19 sayılı yukarıdaki bildirisiyle huzur ve
sükunun geri döndüğü ifade edildiğine göre, sıkıyönetimin sürdürülmesi için
geçerli bir neden kalmadığı bir de bu bildiri karşısında anlaşılmaktadır. Bu
ara şunu da belirteyim ki, bu bildiriyle Askeri yönetimin huzur ve sükun sağlayıcı
bir yönetim olduğu imajı gözlerde canlandırılmak istenmiştir. Böyle bir imajın
Anayasamızı inkar anlamı taşıdığını söylemeye bilmem gerek var mıdır?
Sonuç: Olaylara
nereden bakılırsa bakılsın bir kanunsuzluk deryası içinde yüzüldüğü
görülmektedir. Sıkıyönetim Anayasaya aykırı olarak ve işçilerin protesto
yürüyüşleri bir ayaklanma şeklinde gösterilmeye çalışılarak ilan edilmiştir.
15 ve 16 Haziran olayları eğer ayaklanma ise, Hükümetten sormak gerekir:
Balıkesir’de dün meydana gelen olaylara da neden bu ad verilerek Sıkıyönetim bu
ilimize de yaygınlaştırılmamıştır?
İstanbul ilimiz,
işçilerin en kalabalık ve hareketli oldukları ilimiz olduğu, üstelik her bakımdan
bu ilimiz, en hareketli ve uyanık atılımlar içindeki illerimizin başında geldiği
için, Hükümet ve dayandığı çevrelerce, Türkiye’ye özgü Yahya Han rejiminim
tezgahlanmasında, sıkıyönetim bölgesi olarak seçilmiştir.
Anayasayı
korumakla görevli olan Yüce Meclisin Sıkıyönetime son vermek için, bu konuda
görüşme açılmasına karar vermesini saygılarımla dilerim.”
Önergelerin
okunmasının ardından bu konuda bir görüşme açılıp açılmayacağı Genel Kurulun
oyuna sunuldu ve görüşme açılması kabul edilmedi. Böylelikle önerge de kabul
edilmemiş oldu.
Tasarı
Senato’da...
Tüm bu gelişmelere karşın
İktidar, yasa değişikliğini gerçekleştirme çabasını ısrarlı bir biçimde
sürdürdü. Sendikalar Yasasını değiştiren değişiklik tasarısı Millet Meclisinde
kabul edildikten sonra 9 Temmuz 1970 Perşembe günü (89. birleşim) Cumhuriyet
Senatosu’nda ele alındı. TİP Senatörü Fatma Hikmet İşmen’in tasarının tümü
üzerinde yaptığı konuşma şöyleydi:
“Haziran ayı ilk
yarısında Millet Meclisinde TİP dışında bütün diğer partilerin el birliği ile
kabul edilmiş ve hür sendikacılığı yok etme amacıyla hazırlanan bu tasarının
yankıları hâlâ devam etmektedir. Her gün yeni bir tartışma açılmaktadır. Daha
Millet Meclisi Genel Kuruluna gelmeden önce işçiler, işçi birlikleri bu tasarıya
karşı olduklarını basın ve yayın yolu ile ilgililere duyurmuşlar, tasarıyı
savunanları Anayasa çizgisine davet etmek ve uyarmak istemişlerdir. Millet
Meclisinden çıktıktan sonra da başlarında yetkili profesörlerin de bulunduğu 62
öğretim üyesi bir bildiri yayınlamıştır. ‘TBMM’ne getirilmiş olan 274 sayılı
Sendikalar Yasasına ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasasına
ilişkin değişiklik tasarılarının Anayasamızın sağladığı sendika
özgürlüğünün temellerini sarsıcı ve çalışan kitlelerin tümünün ekonomik ve
sosyal gelişme yollarını tıkayıcı bir nitelik taşıdığını görmekteyiz’
diye başlayan bildiride ‘Böyle bir gelişmenin Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin,
onayladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Milletlerarası Çalışma
Örgütünün Anayasası, 98 numaralı Milletlerarası Çalışma Örgütü Sözleşmesi
ve Avrupa Sosyal Yasasının temel ilkeleri, bu değişikliklerle derin bir şekilde
zedelenmektedir,’ demişlerdir. Bu tasarının yankıları dış ülkelere de
taşmıştır.
Bugün bütün
dünyada sendika kurma, sendika seçme, Toplu iş Sözleşmesi ve grev hakları
üzerinde daha geniş özgürlükler tanınması amacı ile çalışmalar yapılmakta
iken, Türkiye’de 1961 Anayasası hükümlerini bir tarafa iterek sendikal
özgürlükleri kısıtlamak için çareler aranması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti
idaresini elinde tutanların ne karanlık arzular peşinde olduklarını açıkça
göstermektedir. Elimizdeki bu tasarı ile Anayasamızın 46 ve 47. maddelerinin
isçilere hak tanıdığı sendika kurma, sendika seçme özgürlüğü ortadan
kaldırılmak istenmektedir. İşçiler, egemen sınıfların, belirli bir zümrenin
egemenliğine terk edilmek, onların kontrolü altına alınmak istenmektedir.
Ayrıca, bu
değişiklik tasarısı, Anayasamızın ‘Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan
bir hukuk devletidir’ diyen 2. maddesine, ‘Yasaları Anayasaya aykırı olamaz’
diyen 8. maddesine ve ‘herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme
özgürlüğüne sahiptir’ diyen 40. maddesine ve daha diğer birçok ilkelerine
aykırıdır.
Bu tasarıyı
hazırlayanların bu ilkeleri bilmemelerine olanak yoktur. Ancak, ne var ki, kaç
yıldır deneyimlerimizle de tanık olduğumuz gibi, AP iktidarı Anayasamızı daima bir
kenara itmek istemiş ve kendi hesabına uygun yasaları çıkarma çabaları
harcamıştır. Ama, Anayasamızın temel ilkelerine aykırı olarak egemen çevrelerin
çıkarına göre Meclislerden çıkardığı yasalar için Türkiye İşçi Partisi,
Anayasa Mahkemesine başvurmuş ve bugüne kadar bunların hemen hepsini iptal
ettirmiştir.
Bu ısrar ve bu
başı dönmüşlüğe akıl erdirmek zordur. Sermayedar sınıfların ve onun
temsilcisi AP ve ortağı Türk-İş’in tezgahladığı bu yasa tasarısının
komisyona geri verilmesi, yeniden gözden geçirilmesi ve Anayasamıza uygun bir tasarı
haline getirilmesi gerekir. 1961 Anayasamızın getirdiği hak ve özgürlüklerden
yararlanarak halkımız kendi haklarının bekçisi olmakta ve kendi sorunlarına
çözümler istemek olanaklarına kavuşmaktadır. İşverenin kendi sorunlarına egemen
olma yönündeki çabalarını ters yönde gösterme çabası boşunadır. Bugün
büyük bir çoğunlukla Türk işçisi kendisine uygulanmak istenen metotları çok
iyi değerlendirmektedir.
Türk-İş’in
1961 den bu yana sunduğu Genel Kurul Çalışma raporlarında açıkladığı gibi,
bütün bu devre boyunca, Amerikan Hükümetinden AID kanalı ile 16 milyon lira
dolayında parasal yardım aldığı bildirilmiştir. Son kongreye sunulan raporda ise,
son faaliyet döneminde 3,5 milyon lira yardım almıştır. Bu para yardımları
Türk-İş’in aidatlardan sağladığı gelirlere denk bir kaynak oluşturmaktadır.
Amerikan emperyalizmi Türk-İş’in 1952’de kuruluşundan bu yana kendi emellerine
uygun bir biçimde yapı kazanması ve eylemde bulunması için özel bar çaba da sarf
etmiştir. Para yardımlarına ek olarak Türk-İş içinde bulundurulan sözde danışman
ve bilim adamları bu çabaya ek katkıda bulunmuşlardır. Türk-İş içinde bulunan
görevlilerden önemli bir kısmının maaşlarının doğrudan doğruya AID tarafından
ödendiğinin itirafı Türk-İş’in bildirisinde de vardır.
Yine, son kongre
raporunda ifade edildiği gibi, Türk-İş’e yapılan Amerikan para yardımı
önümüzdeki dönemde devam etmeyecektir. Gittikçe bilinçlenen işçi kitlelerinin
güçlü uyanışı karşısında Türk-İş’in ayakta durması biraz zor olacaktır.
Ayrıca,
Türkiye’deki çeşitli sanayi işletmelerinde hisseleri bulunan veya tek başına
işveren durumunda bulunan ve daha önemlisi ülkemiz üzerinde ciddi askeri ve politik
emeller taşıyan Amerikalılardan sağlanan bu yardımların karşılığını ödemek
istemektedirler. Getirilmiş olan bu yasa tasarısı bu iki ihtiyaca yanıt verme
isteğinden başka nedir? Bir yandan Türk-İs’in sendika ağalığına devamı
sağlanacak, öte yandan Türkiye’de Amerika’nın ve onun işbirlikçilerinin
çıkarlarına ters düşen bir sendikal gelişme önlenmiş olacaktır.
Yasa tasarısını
savunanlar bu yasayla sarı sendikaların yok edileceğini söylemektedirler. Sarı
sendikaların doğmasını kendileri sağlamışlardır. Sarı sendika, üye sayısı az
olan sendika demek değildir. Disk, üye sayısı yasayla aranan çoğunluğa
ulaşmadığı için kapatılmak istenmiyor, bu değildir. Sarı sendikaların
kapanmasının yolu, işçilerin bilinçlenmesini hızlandıracak bir sendikal
özgürlük ortamının yaratılmasıdır. Oysa yapılmak istenen bunun tam tersidir.
Türkiye’de en
güçlü işveren ve Amerika’dan para yardımı almakta olan bir örgüt
güçlendirilmek isteniyor. Diğer önemli bir işveren de, bilindiği gibi, Devlettir.
Türk-İş Türkiye Cumhuriyeti Devletinden de Çalışma Bakanlığı eliyle yalnız
son faaliyet döneminde yarım milyon lira aldığını raporunda itiraf etmektedir.
Bu, 274 sayılı yasayla da yasaklanmıştır. Oysa ki, bu toplanan paralar da cezalardan
toplanmış, Bakanlığa götürülmüş bazı konuların onanması içindir. Bir başka
örgüte bağış yapmak için toplanmamaktadır. Bu durumda Türk-İş’in sarı
sendikacılığın bütün özelliklerini taşıdığı açıkça ortadadır.
Türk-İş’in bizzat kendisinin sarı sendikacılığı yarattığı ve geliştirmekte
olduğu belgelerle sabittir. (Milletvekili
olduğu halde Senato’daki görüşmeleri izleyen AP’li Hasan Türkay, ‘Bu
görüşülmüyor burada, yasa görüşülüyor’ diye laf atıyor. Bir Senatör,
CHP’li Başkanvekili Sırrı Atalay’ı ‘Bir milletvekili müdahale ediyor’ diye
uyarıyor veriyor. Başkan da Hasan Türkay’a sert bir biçimde müdahale edemeyeceğini
söylüyor. İşmen de ‘aslında oturmaya bile hakkı yok’ diye tartışmaya
katılınca, Başkan ‘Oturabilir’ diyor) Peki, otursun.
Eğer bir yasa,
Anayasamızın temel ilkelerini yok edecek nitelikte hazırlanmışsa bu açıkça
görülebilir. Nitekim, elimizdeki 274 sayılı Sendikalar Kanununda yapılması
düşünülen bu değişikliğin, Anayasanın ‘sendika kurulması serbesttir, izin
almadan kaç kişi ile kurulur, kaç üyenin bulunduğu veya bulunacağı söz konusu
değildir,’ diyen temel ilkesine aykırılığı açıktır.
İşçiler
için tanınmış bu temel haklara karşı çıkan bu tasarı kabul edilecek nitelikte
değildir. Anayasanın 46. maddesi, ‘çalışanlar ve işverenler, önceden izin
almaksızın sendikalar ve sendika birlikleri kurma hakkına sahiptir’ diyor. Oysa ki,
getirilen tasarıda sendika birliği kaldırılmak isteniyor.
Tasarı ayrıca,
sendikadan ayrılabilmek için noter kanalıyla istifa koşulu getiriyor. İşçi notere
gönderip sıkıntıya sokmakla istifa düşüncesinden vazgeçmesi hedefleniyor.
Bugün bütün
işçi çevrelerinin de çok iyi bildiği gibi, Türk-İş’e üye sendika ve
federasyonlardan ayrılmak isteyen birçok işçiler vardır. Bu madde ile büyük
sıkıntılara katlanmaktan kaçınan işçilerin veya başına bir dert gelmesinden
korkan işçilerin Türk-İş’ten kaçmalarını önleme ve bir baskı altına alma
amacı güdülmekte olduğu açıktır. Yüzlerce işçinin haklarını korumadığını
açıkça gördüğü sendikadan ayrılmak için her birinin ayrı ayrı notere gidip bu
işlemi yürütmeleri, iş yerlerinden izin alıp gündeliklerini kaybetmeleri, notere
büyük paralar ödeme zorunluluğu ile karşı karşıya bırakılma yükümlülükleri
de Anayasaya aykırı bir tutumdur.
Sayın Çalışma
Bakanı Türk-İş Kongresinde bu tasarıyla DİSK’in ortadan kalkacağını
rahatça ifade etmiştir. Anayasadan bize ne demeye getirmektedir. Tasarının 9. maddesi
ile de getirilmek istenen hükümler Anayasaya tamamen aykırıdır. Batılı ülkelerde
konfederasyonların ve sendikaların kurulmalarında böylesine hükümler bulmak
mümkün değildir. Örneğin, maddede ‘Bir işçi sendikasının Türkiye çapında
faaliyet gösterebilmesi için kurulu bulunduğu iş kolunda çalışan işçilerin en
az üçte birini üye yapma koşulu aranıyor. İlk bakışta güçlü ve tek
sendikacılık yaratma amacını sağlayacakmış gibi gösterilmek istenen bu
hükümlerin aslında özgür sendikacılığı yıkmak ve egemen sınıfların dümen
suyunda bir sendikacılığı devam ettirmek amacını taşıdığı Türk
işçilerinin ve Türk kamuoyunun dikkatinden kaçmamıştır.
Türk-İş
dışındaki DİSK’e bağlı ve bağımsız bütün sendikalar kapanacaktır. Geriye
kalacak, Türk-İş ve ona bağlı sendikalar. Sendikaların bu yolla Türk
işçilerinin gerçek temsilcileri tarafından ele geçirilmesine olanak kalmayacaktır.
Zira, Türk - iş yöneticileri, geçmişte olduğu gibi, kendileri gibi sarı olmayan
işçileri sendikalarına almamak veya sendikalarından çıkarmak olanağına
sahiptirler. Böyle bir işleme maruz kalan işçilerin tek başvuracağı çare,
bugüne kadar olduğu gibi, birleşerek bir sendika kurma idi. Nitekim, DİSK de böyle
bir şekilde meydana gelmiştir. Oysa bu tasarı ile bu haklı olanak önlenmek isteniyor.
Kendisine karşı örgüt doğması tehlikesinden kurtarılacak olan Türk-İş’in
işçi sınıfı üzerindeki diktasının pekiştirilmesi isteniyor. Bunlar açıktır.
Bu tasarı
kanunlaşırsa Türk-İş yöneticileri üçte birlik azınlığı ile varlığını
sürdürecek, bunun adına da Türk sendikacılığı denecektir. Bu azınlığın
dışında kalan ki, esas büyük bir çoğunluktur, sendikalaşma olanağını
bulamayacaktır. Türk-İş dilerse bunlardan dayanışma aidatını da alacaktır ve
egemenliğinin karşılığında bir denetime hedef olmadan işlerini yürütüp
gidecektir. Doğacak olan güçlü sendikacılık değil, güçlü sendika
ağalığıdır.
Bunlar, Çalışma
Bakanının da ifade ettiği gibi, yalnızca DİSK'i, bilinçlenmiş, kendi haklarını
savunma olanağına kavuşmuş işçilerin toplandığı bir kurumu kapatmak amacı
gütmektedir. 100 bin işçinin çalıştığı bir iş kolunda, en az 35 bin işçinin
bir araya gelmesi koşulu gerçeklerle bağdaşır şey de değildir. Bu tasarı
kanunlaşırsa işçi hakları daha da kısıtlanacaktır. Bu niyetlerle hazırlanmış
tasarının karşısına Türk işçisi bütün gücüyle çıkmıştır ve tasarı geri
alınana kadar direneceğiz demiştir. İşçilerin
normal protesto yürüyüşleri zorbaca karşılamalarla, copla, polisle mecrasından
saptırılmak istenmiştir. Emeği ile geçinmekten başka derdi olmayan işçi
sınıfımıza böyle birtakım niyetler yüklemek, kamuoyunun kolaylıkla
görebileceği tutarsız ve geçersiz iddialarıdır.
Bir ülkede işçi
sınıfı, demokratik hak ve özgürlüklerini korumak için, bilinçli bir şekilde
Anayasal direnişe geçerse ve yapılan ihtara karşın, Anayasanın ihlalinde ısrar
ediliyorsa, o ülkede faşizme gidilmek istendiğinin belirgin örnekleri var demektir.
Bir ülkede, yasa
zoruyla tek sendika, tek federasyon tekeli korunmak isteniyorsa, 60 milyon işçiyi temsil
eden Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonunca protesto edildiği halde,
bazı kimseler çıkarlarını korumak için bunda ısrar ediyor ve gerici siyasi
iktidar ile ortaklığa girişiyorlarsa, orada demokrasi tehlikeye atılmak isteniyor
demektir.
Gerici siyasi
iktidarlar ne zaman ekonomik çıkmazlara girerlerse, o zaman işçi haklarından ve
sendikal özgürlüklerden başlamak üzere, demokratik hakları kısıtlama yolunu
tutarlar. Türkiye’nin özelliği, işçiler adına konuştuğunu iddia eden bir
konfederasyonun bu suça ortak olmasıdır. Hesaplarında yanılıyorlar. Faşizme
özenenler iyi bilmelidirler ki, haktan ve demokrasiden yana olan güçler, başta işçi
sınıfımız olmak üzere, onlara bu fırsatı vermeyecektir. Bu açıktır.”
Turhan
SALMAN tarafından hazırlanan ve yakında TÜSTAV yayınları arasında çıkacak olan TİP
MECLİ.STE adlı kitaptan alınmıştır.
|
|
|