|
|
KÜRESELLEŞME VE
SENDİKALAR
Selim YILMAZ
Kapitalist sistem, 1929’da doruğa ulaşan ve talep
yetersizliğinden kaynaklanan krizini; 1930’lardan
itibaren serbest piyasa ekonomisinden, ithal ikameci ve devletin sosyal harcama yaptığı
ekonomik sisteme (Keynesyen) geçerek 1970’lere kadar geçici olarak çözdü. Üstelik
1945-1970 arası dönemi de kendisi için altın çağ olarak da tanımladı. Ancak
kapitalist sistem 1970’lere gelindiğinde stok maliyetlerinin artması ve rekabetten
kaynaklanan yeni bir krize girdi.
Fordist üretim biçimi kapitalist sistemin1929 krizi öncesi
ve sonrasındaki en yaygın ve 20 yüzyıla damgasını vuran üretim biçimiydi. Fordist
üretim biçiminde herhangi bir metanın üretimi için entegre tesis veya fabrika,
hammadde ve yoğun emeğe ihtiyaç vardı. Sermaye yığınsal üretiminden kaynaklanan
stoklarını yarattığı istihdam sonucunda oluşan talep ile çözemediği için, 1930’lardan
itibaren özelliklede 2. paylaşım savaşından sonra ulus devletlere istihdam ve talep
yaratma işlevini de yükledi. Sermaye bu yöntemle hem talep sorununu, hem altyapı
sorunlarını ve hem de üretim maliyeti yüksek hammadde ya da ara mal ihtiyaçlarını
karşıladı. Kapitalist Sistem, krizlerini aşmada kullandığı yöntemleri, yeni
yönelim ve uygulamaları ile başta devlet olmak üzere tüm toplumsal yapıları
sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırmakta ve dönüştürmektedir.
İnsanlar arasındaki ilişkilerde ister toplumsal ister bireysel olsun bu yeni
yapılanmaya göre biçimlendirilmektedir. Bu yüzden 1970’lerin başında girdiği
krizini aşmak için onlarca yılda oluşturduğu sosyal devleti, bu krizden çıkışının
en önemli kaynağı olarak değerlendirdi ve yeni liberalizm sürecinde devletin sosyal
boyutunu budayarak piyasa devletine dönüştürmekte tereddüt etmedi. Aslında
kapitalist sistemin temel felsefesinde devletin piyasaya uygun yapılanması gerekli ve
zorunludur. Sosyal devlet yapılanması bu düşünceye tamamen terstir. Ancak kapitalist
sistemin devamlılığını sağlamak ve dönemsel ihtiyaçlarını karşılamak için geçici olarak sosyal devlet
uygulamasına geçilmektedir. Bütün bu dönüşüm süreçlerinin temelinde ise Artı
Değerin daha fazlasına el koyma yatmaktadır.
Sermayenin fordist üretim biçimi emekçilerin on
binlercesinin aynı fabrika ve tesis çatısı altında bir arada çalışmalarına ve
ortak bir yaşamı paylaşmalarını sağladı. On binlerce emekçinin aynı vardiya
saatlerinde işe başlaması, aynı yemekhanelerde ve aynı zamanda yemek yemesi, aynı
alanlarda dinlenmesi, aynı zamanlarda yıllık izne çıkılması gibi bir çok alandaki
birliktelik, sorunları da aynılaştırdı ve ortaklaştırdı. Üretim sürecindeki bu
ortaklaşma emekçilerin sendikalarda örgütlenmelerini kolaylaştırdı ve sınıfsal
bilince ulaşma olanaklarını da arttırdı. Ancak bu gelişmeler sermayenin kabul
edebileceği gibi değildi ve çıkarları açısından tehlike oluşturuyordu. İşte bu
yüzden Uzak Asya’da başlatılan Post-Fordist (Esnek) üretim biçimi tüm dünyadaki
kapitalistler tarafından yeni bir model olarak hızla kabul gördü ve adım adım
uygulanmaya başlandı. Fordist üretim biçiminde her hangi bir metanın üretimi için
gerekli olan büyük üretim tesisleri ve on binlerce işçi yerine, Post Fordist üretim
biçiminde parçalı üretim tesisleri, taşeron işletmeler ve bunun sonucunda da az
sayıda işçiyi bir arada barındıran merkez ve çevre işletmeler ortaya çıktı. Post
Fordist üretim biçiminde ana üretim tesisi dışına çıkarılan üretimlerin ülke sınırları
dışına taşınması ise küreselleşme söylemini yaratan en önemli unsur olmuştur.
Bir başka anlatımla kapitalistler ana üretim merkezlerinde -teknolojik gelişme
olanaklarına rağmen- giderek azalan karlarını arttırmak için emekçileri ve işi parçalayarak,
üretimin büyük bölümünü merkez dışına çıkarıp, tüm ülkeye ve dünyaya
yayarak krizini açmaya çalışmaktadır. Sermaye bütün bu gelişmeleri tanımlarken
adına küreselleşme, yeni dünya düzeni gibi kulağa hoş gelen kavramlar kullansa da
bu onun emperyalizm olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bu yeni üretim biçimi ile ana fabrikalar ağırlıkla montaj
işlerinin, ambalajların, ürün geliştirme faaliyetlerinin yapıldığı tesisler
haline dönüştü ve bunlar sermayenin tekelindeki teknolojik gelişme olanakları ile
birleşince de ana fabrikalardaki işçi sayısının on binlerden, binlere ve hatta yüzlere
inmesi sonucunu doğurdu. Tüm bu gelişmeler Fordist üretim biçiminin sağladığı
olanaklarla örgütlenmeleri çok kolay olan sendikal yapıların hızla üye sayılarının
düşmesine ve güç olarak zayıflamalarına yol açtı. Sendikaların bu gerilemeyi
yaşamalarının nedeni, üretimdeki değişimler olmakla birlikte, yönetimlerinin bu
süreci kavrayamamalarından ve merkez üretim tesisinin dışına çıkan işçileri
örgütleyememelerinden ya da örgütleyebilecek çabayı gösterememelerinden kaynaklandığı
da ortadadır. Sendikalar, sermayenin yeniden yapılanmasına karşı merkezde kalan ve
çevreye çıkarılan işçileri örgütleyebilecek yöntemleri bulamadı ya da bulmak için
gerekli refleksi gösteremediler. Bu yüzden örgütlenmelerini sermayenin giderek
küçülttüğü merkezde korumaya çalıştılar ve hemen hemen bütün toplu sözleşmelerde
ağırlıkla ekonomik taleplerini yükselttiler. Sendika Yönetimleri çevreye çıkarılan
işçi sayısının merkezde kalanların onlarca katı büyüklüğüne ulaştığını ve
bu alandaki işçilerin örgütlenmesinin yaşamsal önemde olduğunu fark edemediler,
etmediler ya da bunu başaracak örgütlenme anlayışından yoksundular.
Türkiye’deki sendikal örgütlenmenin son 30 yıllık
gelişim süreci yukarıdaki tespitleri doğrulamaktadır. 12 Eylül 1980 darbesi yapıldığında
sendikalarda örgütlü işçi sayısı 3 milyonun üzerinde ve toplam işgücünün %20’si
düzeyinde iken, bugün sendikalarda örgütlü işçi sayısı 700-800 bin ve toplam işgücünün
%3 - %4 düzeyinde bulunmaktadır. Bir başka anlatımla 1980’de örgütlü olan her 6 işçiden
5’i bugün örgütlü değildir. İşçi sınıfı bu zayıf örgütlüğünün
bedelini, İş Kanunu değişikliğinde mevcut kazanılmış haklarının 50 yıl geriye götürülmesi
sürecinde yalnızca seyrederek ödedi ve bu yasanın uygulamaları ile de yıllarca
ödeyecek. 1970 yılında Sendikal örgütlülüğün özellikle DİSK için ortadan kaldırılmasına
yönelik 274 ve 275 sayılı Kanunlarda yapılmak istenen değişikliğe direnen ve bu
uğurda 15-16 Haziran’da kanını canını veren bir işçi sınıfı, bugün 1475 sayılı
İş Kanununu tümden değiştiren 4857 sayılı İş Kanunu çıkaranlara karşı en ufak
bir tepkiyi örgütleyemedi. Aslında bugün çıkarılan yasa, fiilen yaşanan bir sürecin
yasalaştırılması ve yalnızca bir sonuçtur. Son 30 yıldır sermayenin merkezden
çevreye yayılma sürecine müdahale edemeyen, çevredeki işçileri örgütleyemeyen,
onların tüm sorunlarını ve bir anlamda onları yok sayan sendikal yapıların
yaşananlar konusundaki sorumluluklarının büyüklüğünü ölçmek ise mümkün değildir.
Üstelik yeni İş Kanununun temel hedeflerinin başında sendikalarda örgütlü
merkezdeki çekirdek işçilerin daha esnek çalıştırılması ve örgütlülüklerinin
daha da zayıflatılması geldiği halde. Yeni İş Kanununa karşı çıkış için
örgütlü işçisini bile hazırlayamayan sendikal yapılardan, çevredeki işçileri ve
işsizleri ya da kamuda çalışanların büyük çoğunluğunu önümüzdeki süreçte
kapsamına alacak böyle bir yasaya karşı birlikte mücadeleye katmasını beklemek ne
kadar doğrudur. Yıllardır dışladıkları, sorunlarını görmezden geldikleri çevre
işçi ve işsizlerden, yine uzun süre kendilerinden saymadıkları ve zaman zaman rakip
gördükleri kamu çalışanlarının desteğini alabilmek için oluşturdukları ortak
bir zemin yoksa, yeni İş Kanununa karşı ortak mücadele yürütebilmeleri mümkün
müdür?
Dünyadaki ICFTU, ETUC gibi uluslar arası kuruluşların daha
başında sermayenin bu yeni yapılanmasına uyum sağlaması, sermayenin küresel ya da
bölgesel oluşumlarının gündemleri ile neredeyse tıpatıp aynı gündemli toplantı
ve eğitimler düzenlemeleri, bu sürece karşı -eksikliği olsa da- sınıfsal tavır
geliştiren yeni sendikal oluşumları dışlamaları, sermayeye beklediğinden çok daha
büyük olanaklar sağladı. Dünya Sendikal hareketi süreci yeni yeni kavramaya başlasa
da bürokratik yapılanmasından dolayı bugüne kadar ciddi bir karşıtlık
oluşturamadı. Ancak tek tek ülkelerde özellikle son yıllarda sürece ciddi karşıtlıklar
oluşturma çabasında olan sendika sayısının artmakta olduğu gözlemlenmekle
birlikte, bunların karşıtlıkları genellikle ulusal ya da AB sendikal hareketinde
olduğu gibi bölgesel çıkarları koruma temelinde olmaktadır. Bu yüzden sürece
müdahale edebilecek sınıfsal perspektifli dinamiklerin sayı ve güçlerinin artmasını
beklemekten ya da dünya işçi sınıfının bu dinamikleri geliştirmekten başka seçeneği
olmadığını bir an önce kavraması gerekmektedir. Dünya ve Türkiye’deki Sendikaların
Post-Fordist üretim biçiminde yalnızca merkezdeki çekirdek işçileri örgütleme
anlayışını terk edip, tüm işçi ve işsizleri örgütleme yönünde çalışması ve
örgütlenmenin yeni bir biçimini yaratması zorunluluk haline gelmiştir. Bunun yöntemi
Avrupa’daki bazı sendikaların yaptığı gibi işçileri sendika üyesi yapmak veya
üye olarak tutabilmek için transistörlü radyo dağıtmak, hisse senedi portföylerini
yönetmek ya da Türkiye’deki bazı sendikaların yaptığı gibi kredi kartı
pazarlaması yapmak olmamalıdır. Bugünkü açmazından kurtulması için İşçi Sınıfının
gerçek gücünün ve tarihsel birikimin farkına varması yeterli olacaktır. Yeter ki
mevcut sendikal yapılar işçi sınıfının temel örgütlerinin başında geldiklerini
hatırlasınlar, onların sınıf bilincine ulaşmaları ve örgütlenmelerinin önünde
engel oluşturmasınlar.
Selim Yılmaz SMMM-Ekonomist
MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu
. |
|
|