YAYIN
YÖNETMENİNDEN
Türkiye büyük bir hızla uçuruma sürükleniyor gibi. Kapitalizme tam
entegrasyonu sağlamak için yıllardan beri açık gizli, sistemli çabalar
günümüzde meyvesini adeta toplum olarak “abuklaşma” şeklinde verdi.
Toplumun tüm değer yargıları alt üst edilirken düşünme, ifade etme
özellikle bozduruldu, çığırından çıkartıldı. Dilde yepyeni kavramlar(!)
ortaya çıktı. Emperyalizmin bu çabasına demokrasiyi yeni keşfettiklerini
sanan solcu eskileri var güçleriyle destek veriyor, küreselleşmenin güya
birey yaratma uğraşı Türkiye’de ılımlı İslam kanalıyla “kul” yaratıyor.
Bu garip çelişkiler yaşanırken aklı başında akademisyen yada
yazarlarımız da sadece ve ısrarla durumun fotoğrafını çekiyorlar. Elhak
bunda da başarılılar; ancak hiçbiri bu beladan kurtuluşun sistemin
dışına çıkmakla, yani sosyalizmle olabileceğini nedense bir türlü
söyleyemiyorlar.
Bu haftaki yayın yönetmenini sevgili Deniz’in feryadını bile espri ile
anlatmasını bilen Deniz’in güzel yazısıyla tamamlıyorum.
'OHA
FALAN OLMAK’
Deniz
KAVUKÇUOĞLU
Bir Cumhuriyet
yazarı için hiç kuşkusuz olunacak en son şeydir ''Oha falan olmak!''
, tabii ki okurları için de. Ama itiraf edeyim ki 19 Mayıs tarihli
gazetemizde o haberi okuyup ben de ''oha falan'' olunca anladım
ki ''oha falan olmak'' kişinin istenci dışında gelişen bir durum,
özel bir ''ruh hali'' imiş. Bu itiraftan sonra bir özür de
kaçınılmaz oluyor: Bugüne dek ''oha falan olan'' , daha doğrusu
oldukları ''oha falan'' durumunu dillendirmeleri nedeniyle
kendilerini eleştirdiğim herkesten özür diliyorum. Evet, ''oha
falan'' olanın halinden ancak ''oha falan'' olan anlıyor,
anlayabiliyormuş.
Şimdi gelelim, bana
''oha falan olma'' durumunu yaşatan o habere... Cumhuriyet Ege
Bürosu'nun haberinin ilk paragrafını aynen aktarıyorum: ''İzmir Resim
ve Heykel Müzesi'nde sergilenmekte olan Namık İsmail 'e ait 1925
tarihli 'Yatan Çıplak' adlı tablo ile Şeref Akdik 'e ait bir
nü tablonun 'muzır' bulunarak İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürü
Metin Atsal 'ın talimatıyla kaldırıldığı ileri sürüldü.''
İzmir, yüzü aydınlık
bir kentimiz; bu kentte yaşayan sanatçılar, aydınlar, beyinleri ve
yürekleri ışıklı insanlar bir araya gelmişler, bu çağdışılığı protesto
ediyorlar. ''80 yıl önce yapılmış bir tablonun, 80 yıl sonra
sergilenmesine bile tahammül edemeyen zihniyetin toplumumuzu nasıl bir
karanlığa sürüklemek istediğinin görülmesini istiyoruz, bu, toplumumuz
adına utanç verici bir skandaldır'' diyorlar.
En olmayacak
insanları bile ''oha falan olma'' noktasına getiren bu utanç
verici uygulama karşısında AKP iktidarında hâlâ ''demokratik bir
şeyler'' bulmayı uman, en ''oha falan olma'' durumlarında
bile bir ''keramet'' arayan postmodern-demokrat kalemler nasıl
bir tepki gösterecekler, köşelerinde neler yazacaklar, (yazacaklar mı?)
çok merak ediyorum.
Görünen köy kılavuz
istemiyor, AKP son zamanlarda İzmir'e abanıyor, yükleniyor. İzmir dört
bir yandan kuşatılıyor, kentin aydınlık yüzü karartılmak isteniyor. İlk
başta pek fark edilmeyen bir ''vitrin düzenleme'' faaliyeti var;
kente pek aykırı düşmeyeceği düşünülen, göstermelik birtakım insanlar
vitrine çıkartılıyor. İzmirlilerin vitrindeki görüntülere aldanıp
vitrinin ardında planlananları göremeyecekleri düşünülüyor.
''Ilımlı İslam''
ın gözünde İzmir ''gâvur'' , özellikle de Karşıyaka, Bornova,
Konak ve AKP'den oylarını esirgemiş öbür ilçeler, beldeler. ''Gâvur''
İzmir'i Müslümanlaştıracaklar. İzmir Resim ve Heykel Müzesi'ndeki
''nü harekâtı'' yalnızca bir test, bir deneme, sınama.
Tahammülümüzün derecesini ölçüyorlar, akıllarınca. Öyle ya, kim bilecek,
kim takacak Namık İsmail'i, Şeref Akdik'i? Böyle düşünüyorlar.
Bakalım, İzmirli
sanatçıların, aydınların, beyinleri ve yürekleri aydınlık İzmirlilerin
direnişleri ne kadar sürecek?
İzmir'deki ''nü
harekâtı'' karşısında ''oha falan olmak'' bir yana bugün bu
ülkede kaç kişi Başbakan'ın, bakanların, büyükşehir belediye
başkanlarının eşlerinin başlarında türbanla içeride ve dışarıda resmi
törenlere katılmalarını yadırgıyor? Kaç kişi Almanya Federal Cumhuriyeti
Başbakanı Gerhard Schröder' in son ziyaretinde olduğu gibi devlet
katındaki resmi yemeklerde konuklara alkollü içki sunulmamasını
yadırgıyor? Yoksa siz yüksek düzeyde bir bürokratın bu tür protokol
yemeklerinde masasına servis yapan garsona, ''Bana lütfen bir bardak
şarap'' dediğini duydunuz mu? Duymamışsınızdır, çünkü bizim yüksek
bürokratlarımız da aynen Suudi Arabistan'daki, İran'daki meslektaşları
gibi bunu diyemiyorlar. Levrek balığının, hünkârbeğendinin yanında şeker
şerbeti, limonata, vişne şurubu ya da portakal suyu ile yetiniyorlar.
80 yılda nereden
nereye, öyle değil mi? İnsan önüne arkasına, sağına soluna baktıkça
bırakın ''oha falan'' olmayı, ''çüşşş falan'' bile oluyor,
elinde olmadan. Benim şu sıralar sıkça olduğum gibi yani...